‘Kıyamet Şafağında Aşk’
Hint bilgelerinden bir grup, Büzürcmihr’in faziletlerine dair konuşuyorlardı.
Fakat sonunda onun için de bir kusur buldular. Dediler ki: “Çok düşünerek konuşuyor, bu yüzden onu dinleyenler sözün sonunu beklerken sıkılıyorlar.” Büzürcmihr, aleyhinde söylenen bu söz kulağına gidince demiş ki: “Ne söyleyeyim diye düşünmek, niçin söyledim diye pişman olmaktan daha iyidir!”
Önünü arkasını düşünmeden konuşan yahut twitler atan, sonra “öyle demek istemedim”li lâflarla bin dereden su getirenlerin acıklı vaziyetlerine şahit oldukça Şirazlı Şeyh Sâdi’nin Gülistan’ındaki bu minik hikâyeyi hatırlarım. Türkçeye birçok tercümesi bulunan ve Bostan’la birlikte eski rüşdiyelerde bir çeşit ahlâk kitabı olarak okutulan Gülistan, bütün Batı dillerine de çevrilmiş ve sevilerek okunmuştur.
***
Seçkin Osmanlı aydınları çok iyi Arapça ve Farsça bilirlerdi. Sohbetlerde Arap ve İran şairlerinden bol bol söz edilir, bir punduna getirip Hâfız’dan bir beyit okumak, Şirazlı Şeyh Sâdî’den bir kıssa nakletmek sohbetlerin tuzu biberi olurdu. Osmanlı aydınları, şiirlerini ezbere bildikleri ve asla yabancı görmedikleri Sâdi, Hâfız, Urfî, Hayyam, İmru’l-Kays, İbn Fârız, Mütenebbî, El-Maarrî gibi büyük Arap ve Fars şairlerinden mizaçlarına veya dünya görüşlerine daha yakın gördükleri bir veya birkaçını özel bir ilgiyle okurlardı. Mesela Yahya Kemal’in rindane mizacı Hâfız ve Ömer Hayyam’a yönelmişti. Özellikle Ömer Hayyam’a öylesine hayrandı ki, rubailerini dilimize “Hayyam bunları Türkçe söyleseydi nasıl söylerdi?” sorusundan hareketle çevirdi.
Mehmed Âkif ise Yahya Kemal’in hayran olduğu Hayyam’ı pek önemsemezdi; onun şairi, “Bizim Şark’ımızın rûh-ı kemâli” dediği Sâdi idi; Gülistan’daki sekiz on beyitlik herhangi bir manzumeyi bile Firdevsî’nin altmış bin beyitlik Şehnâme’sinden daha üstün görürdü. “Sâdi” başlıklı yazısında Gülistan’ın önemini idadiyi bitirdikten sonra fark ettiğini, ondan bazı hikâyeleri ve beyitleri hatırladıkça o zamana kadar yabancısı bulunduğu bir neşve duymaya başladığını söyler. Aradan üç beş yıl geçince eserin büyüklüğünü takdir edecek seviyeye gelmiş, Ziya Paşa’nın Harâbât Mukaddimesi’ndeki “Bir kimse okursa Bûstân’ı - Anlar o zaman nedir cihânı” tavsiyesine uyarak Bostan’ı da defalarca okumuştur. Bu eserin çoğu birkaç beyitten oluşan kısa hikâyelerindeki “sırr-ı san’at” üzerinde çok düşünen Âkif’in vardığı sonuç şu:
“Demek ki büyük hikmetler göstermek için uzun uzun vak’alar tertip etmeğe lüzum yokmuş. Her gün görülen, her gün görüldüğü için hiç nazar-ı dikkati celbetmeyen hadiseler namütenahi mevzular teşkil edebilirmiş.”
***
Bütün bunları, geçenlerde kargodan çıkagelen Sâdi: Hayatın, Aşkın ve Tutkunun Şairi isimli kitabı okurken düşündüm. İsmail Hakkı Yılmaz tarafından dilimize kazandırılan ve Vakıfbank Kültür Yayınları tarafından neşredilen bu dikkate değer kitabın yazarı Homa Katouzian.
Katouzian’ın anlattığına göre, geçen yüzyılın ortalarına kadar bütün zamanların en büyük İranlı şairi olarak kabul edilen Sâdi, İran’da, Birinci Dünya Harbi’nden sonraki kaos ortamında bazı aydınlar tarafından ağır bir şekilde eleştirilmeye başlanmış. Ülkenin başına gelen bütün kötülüklerin sorumlusu olarak kötü eğitimin yol açtığı ahlakî yozlaşmadan söz ediyor, özellikle Şeyh Sâdi’yi suçluyor, buna karşılık Firdevsi’yi göklere çıkarıyorlarmış. 1940 yılında Sadi Külliyatı’nı neşreden Ali Furuğî’nin külliyatın giriş bölümündeki dizginsiz övgüleri Sâdi nefretini körüklemiş. 1960’larda Sadi’nin insanlık tarihinin en büyük şairi değilse de en büyüklerinden biri olduğunu savunan bir hareket doğmuş. Bu hareketin etkisiyle nefret ve düşmanlıkta azalma görülmüşse de, Sadi, İranlı aydınlar arasında hâlâ tartışılıyormuş.
Homa Katouzian, bütün bu tartışmaları özetledikten sonra kitabının giriş bölümünü şöyle noktalıyor:
“Tıpkı 19. yüzyılda Hayyam’ın olduğu gibi, bugün da Batı kamuoyunda Rumî’nin popüler olduğu ve Hâfız’ın klasik Fars edebiyatını inceleyen Batı araştırmacıların ilgisini hâlâ çektiği bir dönemde, gelecekte neler olacağını şimdiden kestirmek zor görünmektedir. Ancak bu gerçeğe ve eski şanını yitirmiş olmasına karşın, Sâdi, memleketinde ve genel olarak da dünyada hâlâ keşfedilmemiş bir hazine olma özelliğini korumaktadır.”
Ben de Bostan ve Gülistan’ın hâlâ okunası kitaplar oldukları kanaatindeyim. Bu iki kitapta, yazımın başında iktibas ettiğim hikâye gibi, günümüzün meselelerine de ışık tutacak hikmet yüklü yüzlerce kısa hikâye vardır.
Katouzian’ın kitabından Sâdi’nin aynı zamanda güçlü bir aşk şairi olduğunu da öğrendim. Bu yazıyı, büyük şairin “Kıyamet Şafağında Aşk” isimli nefis şiiriyle noktalamak istiyorum:
Son nefesimde seni arzulayacak
Senin bastığın toprak olmak ümidiyle can vereceğim
Kıyametin şafağında gözlerimiz açılınca
Gözlerim seni arayacak, seninle konuşacağım
İki cihanın güzellikleri orada toplandığında
Senin kölen olarak sana bakıyor olacağım
Yokluk dünyasında bin yıl uyusam da
Senin saçlarının kokusuyla uyanacağım
Ne cennetten bahsedecek ne gülünü koklayacağım
Hurilerin cemaline değil senin yanına koşacağım
İçmeyeceğin cennet sakilerinin sunduğu kevserden
Bâdeye hacet yok, senin yüzünün mesti olacağım
NOT. Bostan ve Gülistan’nın yeni tercümeleri birkaç yıl önce Kapı Yayınları tarafından “Ölümsüz Klasikler” serisinde yayımlandı.