Katar meselesinin aslı faslı

Suudi Arabistan ile BAE’nin başını çektiği altı başkentin Katar’a karşı başlattığı izolasyon atağının arkasında Basra Körfezi etrafındaki ülkeler arasındaki bloklaşma olgusu var. Bu bloklaşmanın arkasında ise jeopolitik gerekçeler.

Suud ve Körfez emirlikleri için başlıca iki hayati tehdit söz konusu. Biri İran. Körfez haritasına şöyle bir bakarsanız İran’ın komşuları için ne anlam ifade ettiğini kolayca görebilirsiniz. Petrol ve doğalgaz lojistiğinin emniyeti Tahran’ın siyasi rasyonaliteden ayrılmamasına bağlı. Ancak devrimden bu yana dünya sisteminden tecrit edilmiş halde olan ve zaman zaman ciddi siyasi ve askeri tehditlerle de karşılaşan İran’ın siyasi rasyonelliği hemen terk edebilecek bir potansiyel gösterdiği de inkâr edilemez. Dolayısıyla Körfez monarşileri 1979’dan bu yana diken üstünde oturuyorlar. Hem Suudi Arabistan’da hem de Bahreyn, Yemen gibi ülkelerde önemli oranda bir Şii nüfusun mevcut olması da bu tehdidin ciddiyetini arttırıyor.

***

İkinci hayati tehdit ise ideolojik içeriği ne olursa olsun antimonarşist akımlar… Biliyorsunuz, hem Suudi Arabistan hem de BAE öteden beri radikal dinî akımlara ve örgütlere destek vermekle suçlanırlar. El-Kaide bunlardan biri… Ne var ki selefi İslam anlayışının yaygınlaşması için milyar dolarlar harcayan bu ülkeler Selefi örgütlere nazaran oldukça ılımlı bir İslam anlayışını benimseyen İhvan-ı Müslimin cemaatine karşı aşırı sert bir tutum içindeler. Dünyanın dört bir yanında silahlı radikalleri destekliyorlar ama görünürde silahlı kanadı bile olmayan İhvan’ı terör örgütü kabul ediyorlar.

Aslına bakarsanız, Suudiler veya Körfez emirlikleri için karşılarındaki yapının hangi dini anlayışı taşıdığının fazla bir önemi yok. İslam coğrafyasındaki selefi yapıları kendi iktidarlarının meşruiyetine zemin olması için destekliyorlar. İhvan’a ve benzer çizgideki dini yapılara ise antimonarşist çizgileri dolayısıyla kendi iktidarlarını tehdit ettiği için karşı çıkıyorlar. Denklem bu kadar basit.

Peki Katar bu işin neresinde?

Esas olarak Katar da nüfus yapısı itibarıyla Selefi/Vahhabi din anlayışına sahip olan bir Körfez monarşisi. Katar’ın da petrolü ve doğalgazı Basra Körfezi’nden Hürmüz Boğazı kanalıyla dünyaya sevkediliyor. Yani Katar da öbür Körfez monarşileriyle “aynı gemide”… Buna rağmen Katar komşularının aksine hem İran’la hem de İhvan’la iyi ilişkiler içerisinde. Nasıl oluyor bu iş?

Bu işin sırrı Katar’ın stratejik tercihlerinde. Katar hem İran hem de İhvan konularında komşu monarşilerden ayrı bir yerde duruyor. Çünkü bu şekilde kendisini diğerlerinden ayrıştırabilecek bir yol bulmuş oluyor. İkincisi, İran ve İhvan gibi bambaşka iki gücün üzerinden bölgesinde kendi gücünün çok üstünde bir güç kullanma imkânı elde ediyor. Ama sadece bunu yapmıyor. Ayrıca akıllıca girişimlerle ve finansal imkanlarını doğru kullanarak yaptığı yatırımlarla Batı dünyasında da etki gücü elde ediyor. Bunu yalnızca Aljazeera haber kanallarıyla değil çok daha karmaşık ilişkiler üzerinden gerçekleştirdiklerini geçtiğimiz yıllarda İngiltere’de patlayan bir tartışma dolayısıyla gördük.

Diğer yandan Doha rejiminin hem Londra’yla hem de Washington’la “çok özel” ilişkileri var. İngiliz medyasının neredeyse yarısını Katar kontrol ediyor bir şekilde. Keza ilk Irak Savaşının ardından ABD askeri güçlerinin Suudi Arabistan’daki Prens Sultan Askeri Üssü’nden Katar’daki Al Udeid üssüne taşınması Doha’nın siyasi gücünü arttıran bir faktör oldu.

Bütün bunları, yani Katar devletinin stratejik tercihlerinin hayata geçirilmesini iyi yetişmiş, donanımlı ve dünyaya açık bir nesil başardı. Burası önemli bir nokta. Üzerinde ayrıca durulması lazım.

Ancak şu da var ki Katar’ın rakiplerinin de eli armut toplamıyor. Başlangıçta Katar’ı ümitlendiren, Suudileri ve ortaklarını ise endişelendiren Arap Baharı sürecinden ve özellikle Suriye savaşından itibaren Doha kazanımlarını birer birer kaybetmeye başladı. Suudi Arabistan ve BAE yanlarına Kuveyt’i de alıp hem parasal imkanlarını hem de siyasi güçlerini sonuna kadar kullanarak aleyhlerindeki tabloyu tersine çevirmek için uğraşmaya başladılar.

***

Sözgelimi Mısır’daki askeri darbenin arkasında bu ülkelerin olduğunu bilmeyen yok. Libya’daki ayrışma da öyle. Hatta Katar’da bir gece saray darbesiyle emirin değişmesi hamlesi de Suudi tehditlerinden bağımsız bir gelişme değildi. Ama emirin değişmesi devletin politikalarına pek yansımadı. Bunun üzerine başka araçlar sahneye sürüldü. Geçtiğimiz sene yine bugünküne benzer bir boykot ve ambargo gündeme geldi ama bilhassa ABD’den destek alınmadığı için bu girişim sonuçsuz kaldı.

Zaten Suudiler öteden beri ABD’de Demokrat Başkanlarla iyi geçinemiyorlar, işlerini gördürmek için bir cumhuriyetçinin Beyaz Saray’a seçileceği günü bekliyorlar. Nitekim ABD’nin yeni Başkanı Trump’un ilk yurtdışı ziyaretini yapmak üzere Suudi Arabistan’ı tercih etmesi her iki taraf için de kazançlı görüşmelere vesile oldu. Trump kendi adına memnuniyetini Riyad dönüşünde attığı tweette “ülkeme yüzmilyarlarca dolar kazandırdım” diyerek duyurmuştu. Suudilerin kazancı ise galiba bölgedeki en tehlikeli rakiplerini sıkıştırıp boğmaya yönelik girişime destek sağlamak oldu.

Gerçi bu girişimin başarıya ulaşması her şeye rağmen çok kolay değil ama yine de bölgede birçok taşın yerinden oynamasına yol açması muhtemel.

Öte yandan Katar’ın başta Mısır ve Suriye olmak üzere bazı bölgesel politikaları itibarıyla belirli bir süre boyunca Türkiye’nin partneri gibi görüldüğü hatırlanacak olursa, bu son gelişmelerin bizi de dolaylı yoldan bile olsa etkilemesi ihtimal dahilinde. Bu bakımdan Türkiye’nin bazı dış politika tercihlerinin revizyonunu gerektirebilecek ölçüde bir bölgesel hareketliliğe karşı şimdiden hazırlıklı olması gerekiyor.

YORUMLAR (8)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
8 Yorum