Şeytan

Süleymaniye’de mutad kurufasülye taamı sonrasında çaylar ve kahveler nûş edilirken bazı zevat-ı kiram da sohbetin dümenini farklı sulara çevirip durmadaydı.

Bir ara sinemadan bahisle film festivaline geldi konu. Sonra da oradan çıkıp klasik sanatlarımız ve batı sanatlarının mukayesesine geliverdi.

Ama mütebahhir dostlarımızdan birisi dur durak bilmiyordu. Nasıl yaptıysa konuyu Mu’tezile/Eş’arî diyalektiği üzerinden şeytana getirdi, bilemiyorum belki de şeytanlara.

Yani şuydu: Acaba her insanı dürtükleyip duran şeytan bir tane miydi; yoksa yedi milyar insanın her birine vazifelendirilmiş ayrı ayrı şeytanlar mı mevzûbahsti? Yani bir tane çok güçlü, herkese nüfuz edebilen şeytan mı vardı, yoksa 7 milyar şeytan mı?

Bu soruya kimi cevaplar verildi ve bazı tartışmalar doğdu elbette.

Konu bir ara cinlere sarkar gibi olduysa da şeytan yeniden merkeze oturmakta gecikmedi.

Hayır, hesabı şeytan ödemedi.

Dışımızda güzel bir rüzgâr esiyordu ve bahara mı, kışa mı ait olduğuna karar verememiş gibi esiyordu.

Genç minyatürist kardeşimiz ilk defa gelip de ortasında kaldığı bu tartışmaya kendi perspektifinden cevaplar buluyor, ama sanki kendisi de çok da emin olamıyordu bu cevaplardan.

Bir üniversitede işlenen cinayetler bu masanın gündemi olmuyordu.

Yanan hastanenin ilgili talimatlara uygun olmayan yüzey kaplaması, yok o da değil.

Daha geniş zamanlı daha soyut gibi gözüken daha temel meseleler…

Üç kardeş meseli…Hani, birisi cennette, birisi cehennemde, birisi a’rafta olan üç kardeşe ilişkin konformist sorular zinciri.

Peki o silah kampüse nasıl bu kadar kolay girebiliyordu?

Bizim, tek mi, çok mu olduğuna karar veremediğimiz şeytan bu işin neresindeydi?

Ya o bir çok yeni binanın cephesinde iştahla uygulanan ve yanmaya çok müsait maddelerle kaplama çılgınlığı? Kim ödeyecekti bu ‘öngörülebilir’ sonuçları? Özellikle kamusal yatırımların denetimi neden bu kadar cılız oluyordu çoğu zaman? Cevaplayamıyorduk bu soruyu da.

Kağıt üzerinde muntazam ve muazzam, hayatın gerçekliği ve matematik içerisinde ise çuvallayan sonuçlar kimi ne zaman ilgilendirecekti?

Ve Azrail! Genç kardeşimizin dediği gibi, saniyede yaklaşık 1500 insan ölüyorsa, o da tek miydi? Yoksa şeytan için sorulan sorular burada da câri miydi?

Rüzgâr esmeyi sürdürüyordu ikindiye doğru.

Bir dost, Oscar Wilde’in Osmanlıca basılmış eski tarihli bir masal kitabı nüshasını bana uzattığında tarih bir defa daha ne oluyordu, şey mi oluyordu?

Şeytan bu tartışmaları izleyip -varsa- bıyık altından bize gülüyor muydu?

Ya melekler!

Onlar ne diyordu bu işe?

18-04/06/ekran-resmi-2018-04-06-232029.png

Dağlara gezi

“Bilmiyorum” diye bağırdım isteksiz, “Bilmiyorum. Hiç kimse gelmezse o zaman hiç kimse gelmez. Hiç kimseye bir kötülük yapmadım, hiç kimse de bana bir kötülük yapmadı, fakat hiç kimse bana yardım etmek istemiyor. Bir sürü hiç kimse. Ama böyle değil ki. Bana hiç kimse yardım etmiyor diye – yoksa bir sürü hiç kimse güzel olurdu. Ben çok isterdim hiç kimselerden oluşan bir toplulukla gezi yapmayı – neden olmasın-. Tabiî ki dağlara, başka nereye olacak? Hiç kimseler nasıl da itişir, hele bu çapraz uzanan ve asılan kollar, küçükadımlarla birbirinden ayrılan bu ayaklar! Hepsinin frak giydiği anlaşılıyor değil mi? Biz böyle “la la” diye gidiyoruz, rüzgâr ellerimizin ve ayaklarımızın açık bıraktığı deliklerden esiyor. Boğazlar dağlarda serbest kalıyor! Şarkı söylemiyor oluşumuz bir mucize!”

Çocuklar için ahır

18-04/07/ekran-resmi-2018-04-07-003627.png

Sultan II. Abdülhamid Han, Hamidiye Etfal Hastanesi’ni yaptırdığında, çocuklar taze süt içebilsin diye hastane müştemilatına bir de ahır ekletmişti.

18-04/07/ekran-resmi-2018-04-07-003619.png

Vazgeç

18-04/06/ekran-resmi-2018-04-06-232141.png

Sabahın erken saatleriydi, sokaklar boş ve temizde, istasyona gidiyordum. Bir direkteki saati kendi saatimle kıyasladığımda tahmin ettiğimden daha geç olduğunu gördüm, acele etmeliydim. Yaptığım keşifle gelen korku yolumu şaşırttı, bu şehri henüz çok iyi tanımıyordum. Şans eseri yakınlarda bir polis memuru vardı, koştum ve nefessiz bir şekilde ona yolu sordum. Gülümseyip dedi ki: “Yolunu benden mi öğrenmek istiyorsun?” “Evet”, dedim, “Onu kendim bulamadığım için.” “Vazgeç, vazgeç” dedi ve tıpkı gülmeleriyle yalnız kalmak isteyen insanlar gibi büyük bir hızla döndü. F. Kafka-Bir Kardeş Cinayeti-Çev.: Naime Erkovan-Şule Yayınevi

YORUMLAR (5)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
5 Yorum