Franz Boas ve ırk sorunu

Franz Boas ve ırk sorunu

Tuhaf Günler Peşimizde kitabının yazarı Halil Turhanlı, "Boas kültürlerin çeşitliğini, bunların bir arada bulunmasını ve birbirine bağlanmasını insan deneyiminin zenginliğinin kanıtı sayıyordu" diyor.

Antropoloji uzun zaman Batılı devletlerin sömürgeleştirme ve tahakküm politikalarını meşrulaştıran, sömürüye ve “uygarlaştırma”ya gerekçe oluşturan bir disiplin oldu. Batılı devletler uygarlaştırmanın kendileri açısından bir misyon olduğunu ileri sürerken bu iddia ve taleplerini gerekçelendirmede antropolojiden yararlandılar.

Klasik antropolojinin köklerinde sömürgeci Batı ile Batılı olmayan yerli halklar, topluluklar arasındaki eşitsiz karşılaşma bulunuyor. Sömürgecilik döneminde akademik bir meslek haline geldi. Büyük ölçüde sömürgeciliğin hizmetindeydi. Bu alanda çalışma yürütenler sömürgecilerin verimli ve istikrarlı yönetebilmeleri için malumat toplayan kişilerdi.

Antropoloji on altıncı yüzyılda Batı’da ırkçılığa teorik destek sağlayan, ırksal farklılıklara dayalı olarak kurulan hiyerarşileri doğallaştıran, sömürgeciliği meşrulaştıran bir disiplin olarak gelişmişti. Batı dışındaki yerli halklarının kültürlerinin ilerlemenin gerisinde, modernleşmenin dışında kaldığını iddia ediyor, bu halkları ilkel topluluklar olarak damgalıyordu. Bu kadarla da kalmıyor, Batı açısından uygarlaşma sürecinde yol alamamış, ekonomileri, hukukları, siyasi kurumları henüz oluşmamış ya da olgunlaşmamış ilkel toplumları uygarlaştırma misyonuna da haklılık kazandırıyordu. Böylelikle antropoloji çoğu kez sosyal Darwinizm ile içiçe geçiyordu.

Modern antropolojinin kurucularından Franz Boas, Batının dünyanın geri kalanına hükmetmesini, egemenlik kurmasını meşrulaştıran bu disiplinde radikal bir kopuş gerçekleştirdi. Onun insan deneyiminin ve yaşantısının çeşitliğini ortaya koyan, bu çeşitliliği insanlığın zenginliği sayan çalışmaları ve düşünceleri Margaret Mead’den Claude Levi-Strauss’a uzanan derin etki yarattı.

***

Franz Boas, kökleri onsekizinci yüzyıl sonlarına dayanan, Goethe ve Wilhelm von Humboldt’un da dâhil olduğu Alman liberal, hümanist geleneği içinde değerlendirilir. Bu geleneğin belirleyici özelliği yabancı kültürleri tanıma ve anlama arzusu, onlara bu amaçla ve içtenlikle yaklaşma eğilimidir. Irksal eşitsizliği savunan Nazi rejiminin kuramcıları özellikle 1930’larda bu geleneği tahrip ettiler. Boas Amerika’da yetiştirdiği öğrencileriyle söz konusu geleneği canlı tutmaya çalıştı, bu geleneği öğrencilerine aşıladı.

Avrupa’daki 1848 devrimci isyanlarına sempati duyan liberal bir Yahudi ailesinin oğlu olarak Almanya’da dünyaya geldi. Antisemitizmle çok küçük yaşta karşılaştı. Yahudi düşmanlığının 1870’lerden itibaren Almanya’nın akademik ve kültürel hayatında varlığını yoğun biçimde hissettirmesi üzerine Birleşik Devletler’e göç etti. Ancak burada da çok ciddi bir “zenci sorunu” olduğunu gördü. Almanya’da yaşadığı Yahudi düşmanlığıyla Birleşik Devletler’de tanık olduğu siyahlara karşı aşağılayıcı davranışlar arasında paralellik buldu. Birleşik Devletler’deki ırk sorununu ele alırken belleğinde bir Yahudi olarak Avrupa’da yaşadığı ırkçılığın acı hatıraları vardı.

***

Boas doktorasını fizik alanında yapmış olmasına rağmen kariyerini insanı yakından tanıyabileceği ve anlayabileceği antropoloji alanında sürdürdü. Bunun için öncelikle bu disiplindeki ırkçı yaklaşımlarla, Batı dışındaki toplumların “vahşi” ve “ilkel” olarak damgalamalarıyla mücadele etmek gerektiğini baştan biliyordu. Antropolojiyi ırkçılıkla mücadele edebileceği, ırkçılığa meydan okuyabileceği bir alan olarak gördü. Bilimsel araştırmalarında genellemeleri, kategorileştirmeleri, biyolojik belirlenimleri reddetti. Antropolojiyi insanların eşitliğini, insan topluluklarının yarattığı kültürlerin eşdeğerliliğini ortaya koyan bir disipline dönüştürdü. Franz Boas antropolojide yaptığı çığır açıcı çalışmalarının yanısıra bugün insan haklarının, ırksal eşitliğin kararlı ve ilkeli bir savunucusu olarak da anılıyor.

Irk kavram ve nosyonu sömürgeciliğin ve sömürgeciliğe kuramsal, bilimsel destek sağlayan klasik antropolojinin merkezinde yer alıyordu. Bir başka ifadeyle, klasik antropoloji ırk ve kültür arasındaki karşılıklı ilişki üzerinde yoğunlaşmıştı. Kültürler arasındaki farklılıkları ırk üzerinden inceleniyor, kültürel farklılıkları ırksal farklılıklarla ilişkilendiriliyor, ırksal özelliklerin kültürlerin yaratılmasında belirleyici olduğunu savunuyordu. Kültürleri ileri ya da geri olarak niteliyor ve bu nitelemeyi ırksal özelliklerle kanıtlamaya çalışılıyordu. Kültürel farklılıklara ırksal açıdan yaklaşmak, kültürler arasında hiyerarşi inşa etmek, “yüksek kültür” yaratamayan topluluk ve halkları zekâ düzeyi düşük ırklar olarak damgalamak ırksal nefreti rasyonelleştiren bir yaklaşımdı.

Boas ise kültürü evrimci değil, hümanist bir yaklaşımla ele alıyor, kültürel göreceliği savunuyordu.

Modern antropolojiyi ırksal eşitsizlik düşüncesine kapatmaya çalıştı. Rengin neden bir sorun olduğunu, neden insanları bölen ve birbirinden uzaklaştıran bir sorun haline getirildiğini, farklı renklere neden tepki verildiğini, rengin neden dışlama nedeni olarak görüldüğünü anlamaya çalıştı. Birleşik Devletler’de de beyazların Afro-Amerikalıları sorun olarak gördüklerine tanıklık etti. “Zenci sorunu” diyorlardı buna; fakat esasında beyazların önyargılarından başka bir sorun yoktu ortada.

Lewis R. Gordon race (ırk) kelimesinin kökeninde İspanya’da Mağribiler, Yahudiler, atlar ve köpekler için kullanılan raza sözcüğünün bulunduğuna dikkat çekiyor. (Gordon, ‘Franz Boas in Africana Philosophy’, Indigenous Visions, Ed.N. Blackhawk and I.L. Wilner, Yale University Press, 2018, 45). Mağribi ve Yahudilerin insan altı sayıldığını ve bazı hayvanlarla aynı kategori içinde düşünüldüğünü gösteren bir örnektir bu. Irkçılığın yaygın biçimde uyguladığı bir yöntem. Almanya’da Naziler Yahudilere bu yöntemi uygulamışlardı. Hannah Arendt, Yahudilerin Alman toplumunun dışına çıkarılabilmeleri, ırkçı yasalarla haklarından yoksun bırakılabilmeleri ve nihayet trenlere bindirilerek yük vagonları içinde toplama kamplarına gönderilebilmeleri için öncelikle onlar açısından ayrı bir kategori yaratıldığını, insandan daha aşağı sayılarak bu kategoriye konulduklarını belirtir. Birleşik Devletler’de bunun bir benzeri siyahlara yapılıyordu. Yasalar onları beyazlardan daha aşağı sayıyor beyazlarla yanyana gelmelerini, yakın mesafede bulunmalarını engelliyordu. Siyahların insanlıklarının inkâr edilmesi, insandan daha aşağı sayılmaları Boas’ın Birleşik Devletler’de hemen dikkatini çekmişti.


***


Lewis R. Gordon, Boas’ın, bir tür diaspora felsefesi olarak tanımladığı Afrikana felsefesine büyük katkıda bulunduğunu belirtir. Buna göre Afrikana felsefesi Pan-Afrikancı bir perspektife sahip olup diasporaya vurgu yapar. Daha açık bir anlatımla, Afrikana felsefesi yurtlarından koparılan, zincirlenip köle gemilerine bindirilen, uzun ve ıstırap dolu yolculuklarından sonra Avrupa ve Amerika’nın ticaret limanlarında satılan, aşağılanarak akıl almaz koşullar altında çalıştırılan, hayatlarını onca güç koşullar altında yaşamak zorunda bırakılan siyahların felsefesidir. Afrikana felsefesi siyahları damgalamaya, basmakalıplaştırmaya onları sığ ve aşağılayıcı kategoriler içinde ele almaya karşı geliştirilmiş eleştirel bir düşünce. Boas’ın antropolojisi bu tanıma uyan bilimsel bir girişim ve çabadır.

***


Lewis R. Gordon siyahların varlıklarının, varoluşlarının toplumsal ve felsefi bir sorun oluşturduğunu, daha doğrusu sorun sayıldığını belirtir ve varolma, varoluş (existence) sözcüklerinin kökeninde göze bakmak, göze çarpmak anlamına gelen ex sistere sözcüğünün bulunduğunu hatırlatır. Gordon’a göre siyahlar salt tenlerinin renginden dolayı göze batıyorlardı. (Gordon, a.g.y., 43). Onların varoluşu bir göze batmadan ve rahatsızlık verici olmaktan ibaretti. Esasında hiç görünmemeleri, Ralph Ellison’ın kitabının başlığıyla söylersek, “görünmez adam” olmaları isteniyordu. Gordon bunun Afrikana felsefesinin ele aldığı bir sorun olduğunu, Boas’ın da bu konuyla ilgilendiğini, dolayısıyla Afrikana felsefesine katkıda bulunduğunu ileri sürüyor. Gordon’a göre Avrupa modernitesinin insan ve kültür anlayışına meydan okuyan Boas beyaz olsa da bir Afrikana düşünürüydü.

Gerçekten, Boas kültürlerin çeşitliğini, bunların birarada bulunmasını ve birbirine bağlanmasını insan deneyiminin zenginliğinin kanıtı sayıyordu. Bu tezler günümüzde neoliberal küreselleşmenin tahrip ettiği yerel kültürlerin değerini vurgulamaları bakımından günceldir. Onun düşünceleri kültürlerin çeşitliğine, farklılıklara dayalı alternatif bir küreselleşme vizyonunun ipuçlarını içerir. Irkçılığın, etnik ayrımcılığın yükseldiği, beyaz ırkın üstünlük iddiasını sürdürdüğü, siyah hayatların hiçe sayıldığı, yabancılara duyulan nefretin şiddet eylemleriyle dışa vurulduğu, Batı dışından gelen göçmenlere sınırların sımsıkı kapatıldığı, batan mülteci botlarından denize düşen çocukların cansız bedenlerinin sahile vurduğu günümüzde Boas’ın çalışmaları en az bundan yüzyıl öncesinde olduğu kadar önemli.

İlgili Haberler
Öne Çıkanlar
YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Diğer Haberler
Son Dakika Haberleri
KARAR.COM’DAN