Bizim kuşağımız, modern zamanların gördüğü hem en “fedakâr” hem de en “yorgun” profildir. Sabah ofiste beyaz yakalı bir profesyonel olarak performans sergilemek, öğlen yaşlı annesini doktora götürmek, akşam ise çocuğunun ödevini kontrol edip “kaliteli zaman” geçirmek zorundadır. Kendisine ayıracak bir “ben” zamanı kalmamıştır.
Çocukluğumuzda mahalle, sınırları çizilmemiş, gürültülü ve şefkatli bir yuvaydı. Akşama kadar bir oraya bir buraya koşturarak büyüdük. Şimdi ise pencereler kapalı, perdeler sıkı. Modern insan, kendi inşa ettiği o steril ve “akıllı” yalnızlığında, geleceğe dair kurduğu cümlelerin öznesini yitiriyor. Sokaklar artık çocukların koşturduğu değil, kuryelerin motorlarını yarıştırdığı birer “geçiş güzergâhı”. Tozlu ve biçimsiz şehirlerimizin insan, araba, motor kalabalıkları arasında boğulduğumuzu sanırken aslında tenhalaşıyoruz. Rakamlar o soğuk yüzleriyle bize bir hakikati fısıldıyor; ama biz o hakikati ancak canımız çok acıdığında idrak edeceğiz. Türkiye’nin demografik serüveni, artık sadece bir istatistik konusu değil, kolektif bir varoluş sancısı.
VERİ Mİ KIYAMET SENARYOSU MU?
Duygusal hezeyanlarımızı bir kenara bırakıp, sosyal politikanın o rasyonel zeminine indiğimizde, karşımızdaki tablo bir alarm zilinden öte, bir “yok oluş” matematiğine işaret ediyor. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) 2025’in başında açıkladığı 2024 Doğum İstatistikleri, demografik dönüşümün hızını ve vahametini gözler önüne sermişti. Toplam doğurganlık hızı, 2001 yılında 2,38 seviyesindeyken, 2024 verilerine göre tarihimizin en düşük seviyesi olan 1,48’e gerilemiş durumda. Nüfusun kendini yenileyebilmesi için gereken kritik eşik 2,10 iken, Türkiye bu sınırın tehlikeli derecede altına çoktan indi bile. Canlı doğan bebek sayısının 2024 yılında 937 bin 559’a düşmesi, sadece bir nicelik azalması değil; toplumun kendi neslini, geleceğini yeniden üretme arzusundaki bir “tutukluk”, bir “tereddüt” hali.
Ancak 2025 de biterken asıl dehşet, bu eğrinin ucundaki uçurumda durmaya devam ediyor. Demografi bilimi, duygusallıktan uzak konuşur: Eğer bir toplumda doğurganlık hızı 1,10 seviyesine düşerse o toplumun 100 yıl içinde nüfusunun %80-90’ı tarih sahnesinden silinir. Topyekûn bir savaşın veya salgının yapabileceğinden çok daha derin, sessiz ve geri dönüşsüz bir demografik yıkımdan söz ediyoruz. Sadece üç nesil sonra, eğer göçle beslenmezse bugünkü Türkiye kalabalığının onda birine düşecek. Neredeyse 10 milyona inmiş, yaşlı, yalnız ve üretim çarklarını döndürecek genç nüfustan yoksun bir coğrafya kalacaktır geriye. 13 milyonla Cumhuriyeti kurduğumuz 1923’ten dahi güçsüz bir nüfus ve demografi bu. Okulların huzurevine dönüştüğü, parkların kimsesizleştiği bir distopya.
CÜZDAN MI KÜLTÜR MÜ?
Tam bu noktada, meselenin analizinde sıkça düşülen bir “kolaycılığa” şerh düşmemiz gerekli. Kamuoyundaki yaygın kanaat, doğurganlık hızındaki bu sert düşüşü doğrudan ve sadece ekonomik konjonktüre, enflasyona veya hayat pahalılığına bağlama eğilimindedir. Elbette TÜİK’in 2024 yılı Evlenme ve Boşanma İstatistikleri, ekonomik ve sosyal baskıların evlilik kurumu üzerindeki etkisini teyit etmektedir. Kaba evlenme hızı 2001 yılında binde 8,35 iken, 2024 yılı sonu itibarıyla binde 6,42 seviyesine gerilemiş; ortalama ilk evlenme yaşı ise kadınlarda 26,0’ya, erkeklerde 28,5’e yükselmiştir. Gençlerin “yuva kurma” maliyeti ve değişen öncelikler karşısında geri adım attığı yadsınamaz bir gerçektir.
Ancak demografik krizin faturasını “sadece” ekonomiye kesmek, biz sosyal bilimciler için bir entelektüel tembellik iken, politika yapıcılar içinse tehlikeli bir yanılsama ya da birbirlerine karşı kullandıkları moral kalkan olabilir. Eğer denklem “Refah = Çok Çocuk” şeklinde kurulsaydı; kişi başına düşen milli gelirin 50-60 bin dolar olduğu İskandinav ülkelerinde, Almanya’da veya Japonya’da doğurganlık oranlarının rekor kırması gerekirdi. Oysa tam tersine, “Demografik-Ekonomik Paradoks” olarak literatüre geçen olgu, refah ve eğitim seviyesi arttıkça, doğurganlığın azaldığını gösteriyor. Dünyada doğurganlık hızının en yüksek olduğu Nijer, Somali veya Afganistan gibi ülkelerin ekonomik tabloları ortadadır.
Dolayısıyla Ülkemizin yaşadığı süreç, sadece cüzdanın boşalmasıyla değil, zihnin ve yaşam pratiklerinin dönüşmesiyle ilgilidir. ‘Modern’ birey için konfor alanından çıkmak, ebeveynliğin getireceği sorumluluğu ve özgürlük kısıtlamasını göze almak, ekonomik maliyetten çok daha ağır bir “psikolojik maliyet” haline gelmiştir. “Daha iyi bir hayat” tanımı, artık “kalabalık bir sofra”yı değil, “bireysel deneyimleri”, seyahat etmeyi ve cari “kariyerizm” arzusunu içeriyor. Sorunu sadece “ekonomik kriz” parantezine almak, “kültürel kuraklığı” ve bireyselleşme hastalığımızı görmezden gelmektir. Bu yüzden çözüm, sadece maaşları iyileştirmekten değil, aile olmanın manevi itibarını iade etmekten geçiyor.
BİR TEK BİZ Mİ BÖYLEYİZ?
Türkiye’nin yaşadığı bu buhran, şüphesiz küresel bir “demografik kış”ın parçası. Dünyaya baktığımızda farklı senaryolar ve de çıkış yolları görüyoruz:
Bir uçta, “demografik intihar” olarak adlandırılan Güney Kore örneği duruyor. OECD verilerine göre, 2024 itibarıyla 0,72 gibi inanılması güç bir doğurganlık hızına gerileyen Güney Kore, aşırı rekabetçi eğitim sistemi, yüksek konut maliyetleri ve cinsiyet rollerindeki karmaşanın, bir toplumu nasıl biyolojik bir tükenişe sürükleyebileceğinin en trajik kanıtıdır. Seul sokaklarında bebek arabasından çok evcil hayvan pusetlerinin görülmesi, bizim için uzak bir Asya manzarası değil, yakın bir gelecek uyarısıdır. Uzak Asya’ya gitmesek de olur. Yanı başımızda, gönül coğrafyamız Balkanlar var. Bulgaristan, Sırbistan, Bosna Hersek ve Hırvatistan örnekleri, düşük doğurganlığın yüksek dış göçle birleştiğinde nasıl bir “boşalan coğrafya” yarattığını, köylerin nasıl hayalet kasabalara dönüştüğünü gösteriyor.
Diğer uçta ise, sosyal devlet geleneğinin köklü olduğu Fransa, 1,68’lik doğurganlık hızıyla zirvedeki yerini korurken başarısını sadece nakdi yardımlara değil, on yıllardır titizlikle işlettiği bütüncül mekanizmalara borçludur. Fransa’nın asıl gücü, yaklaşık 280 bin lisanslı bakıcıyı kapsayan ‘Assistant Maternal’ sisteminden gelmekte. Bu model, aileleri kreşlerin katı saatlerine mahkûm etmeden, mahalle dokusu içinde güvenli ve esnek bir bakım ekosistemi sunmaktadır. Almanya’daki ‘Tagesmutter’ ve İngiltere’deki ‘child minder’ uygulamaları da bakım meselesine kamusal güvenceli ve ev sıcaklığında bir yanıt üreterek ebeveynlik kaygısını hafifleten başarılı emsallerdir.
“PROJE ÇOCUK” MESELEMİZ
Madem bu istatistiki düşüşü sadece ekonomik göstergelere indirgemek, meselenin ontolojik boyutunu ıskalamak olur dedik. O zaman kendimizle yüzleşelim: bugün Türkiye’de kentlileşmiş orta sınıflar için çocuk, büyük titizlikle yönetilmesi gereken, hataya tahammülü olmayan masraflı bir “proje”dir.
Ebeveynlik, doğal bir akıştan ve şefkatli bir birliktelikten ziyade, çocuğu “piyasaya, rekabete ve belirsiz bir geleceğe hazırlama” performansına evrilmiştir. Çocuğun başarısı, ebeveynin kendi statüsünün ve “iyi ebeveynlik” karnesinin göstergesi haline gelince, “mükemmeliyetçilik” baskısı ebeveynlerin omuzlarına devasa bir yük bindirmektedir. Bu baskı, ikinci veya üçüncü çocuk fikrini daha filizlenmeden kurutmakta, ebeveynleri “bir tane olsun, tam olsun” stratejisine itmektedir.
Bu durum, özellikle 35-55 yaş arası grubunu, literatürdeki tabiriyle “Sandviç Kuşak” haline getirerek modern zamanların en ağır psikolojik presine maruz bırakmıştır. Kimdir bu sandviç kuşak? Bir yandan “proje çocuklarının” bitmek bilmeyen kodlama kursları, piyano dersleri, okul taksitleri ve ergenlik krizleri arasında mekik dokuyan; diğer yandan ömürleri uzayan -ki bu medeniyetin bir zaferidir ama aynı zamanda büyük bir bakım yüküdür- yaşlı ebeveynlerinin hastane randevuları, ilaç takipleri ve duygusal ihtiyaçları arasında sıkışan kuşaktır.
Bu kuşak, modern zamanların gördüğü hem en “fedakâr” hem de en “yorgun” profildir. Sabah ofiste beyaz yakalı bir profesyonel olarak performans sergilemek, öğlen yaşlı annesini doktora götürmek, akşam ise çocuğunun ödevini kontrol edip “kaliteli zaman” geçirmek zorundadır. Kendisi hem anne-baba, hem evlat, hem de çalışandır ama kendisine ayıracak bir “ben” zamanı kalmamıştır. Aşağıdan çocukların ebeveyne bağımlılık süresinin uzaması, yukarıdan yaşlıların bakım ihtiyacının artması, bu kuşağı tam ortada, adeta nefessiz bırakmakta. Bu sıkışmışlık ve “yetememe” korkusu, potansiyel ebeveynlerde bir “tükenmişlik” ve “gelecek kaygısı felci” yaratarak, doğurganlık kararını en etkili doğum kontrol yönteminden bile daha keskin bir şekilde engellemekte.
AİLE VE NÜFUS 10 YILI
2026–2035 döneminin “Aile ve Nüfus 10 Yılı” ilan edilmesi, devlet aklının demografik fırtınayı bir beka ve medeniyet meselesi olarak kavradığını göstermesi bakımından kritiktir. Nüfus Politikaları Kurulu’nun tesisi, istatistiki kaygıları aşan uzun erimli bir perspektifin kıymetli bir adımıdır. Ancak bakım emeğini kamusal sorumluluğa dönüştürmek, babalığı hak temelli politikalarla tahkim etmek ve mahalle ölçeğinde kreşlerle, ev temelli nitelikli çocuk ve yaşlı bakım modelleriyle kadını “kariyer ya da çocuk” kıskacından kurtarmak, artık bir tercih değil demografik zorunluluktur. Ancak devletin sunduğu teşvikler yalnızca bir çerçeve çizer; o çerçevenin içini aile, anlam üreterek ve bağ kurarak dolduracaktır. Aileyi edilgen bir hizmet alıcısı değil, kriz karşısında ayağa kalkan canlı bir özne olarak konumlandırmak esastır.
Tenhalaşan sokaklarımızı çocuk sesiyle dolduracak olan, yalnızca politikalar değil, aileyi bir “yük” olmaktan çıkarıp “imkân” haline getirebilen bir toplumsal iklimdir. Aksi halde her sabah biraz daha yaşlı ve daha yalnız bir ülkeye uyanmaya devam edeceğiz.

