Görüşler

ABD ve Avrupa’nın ‘İsrail sorunu’

ABD ve Avrupa’nın ‘İsrail sorunu’

Ankara Enstitüsü Araştırma Direktörü Taha Özhan, İsrail ve Hamas’ın saldırılarını geniş bir perspektiften ele aldığı yazısına ikinci bölümüyle devam ediyor.

Devam eden krize hem Washington hem de Avrupa’dan gelen tepkiler incelendiğinde, iyimser olmak için çok az neden bulunabilir. Dahası, ABD Dışişleri Bakanı Blinken’in “Burada (İsrail’de) bir Yahudi olarak bulunuyorum” şeklindeki açıklaması, Amerika’nın İsrail’e ideolojik ve askeri desteğinin ortasında, Washington’un soğukkanlılığını kaybettiğinin itirafı olarak görüldü. Aynı zamanda ABD’nin Filistin Meselesi’ne yönelik rasyonellik düzeyini de ele vermiş oldu. Washington’ın Ortadoğu politikasının büyük ölçüde İsrail merkezli olduğu düşünüldüğünde, bu durum özellikle endişe vericidir ve Washington’un küresel siyasetinin de İsrail odaklı Amerikan jeopolitiği ile uyumlu hale getirilmesi tehlikesini ortaya çıkarabilir.

Amerika ve Avrupa’nın, Ortadoğu jeopolitiğinde önemli roller oynama potansiyeli, İsrail’in 7 Ekim olaylarını sadece bir misillemeye indirgeme girişiminin ötesine geçme becerilerine bağlıdır. Ancak böylesi bir rasyonelleşme ufukta görünmemektedir. Aksine Amerika ve Avrupa’nın 7 Ekim’e tepkisi tam anlamıyla soğukkanlılıktan uzak bir histeri haline dönüşmüş durumda. İsrail’in ve özellikle Netenyahu’nun politikalarına İsrail içerisinde hem geniş kesimlerden hem de elitlerden oldukça aklıselim bir şekilde yaklaşan tepkilerin neredeyse kırıntısı bile Amerikan ve Avrupalı siyasal elitler içerisinde görünmüyor. Bu durum elbette açık bir anomaliye işaret ediyor.

Genel olarak İsrail’deki demokrat çizginin oldukça uzağında, bazen de Netanyahu çizgisinin bile ilerisinde bir fanatizm gözlemlemek mümkün. 100 kişilik senatoda, 99 imzayla oylamaya açılan İsrail’e destek önergesinin karşıt oy olmaksızın 97 evetle kabul edilmesi, Amerikan siyasal sahnesinin hem geldiği hem de mahkûm olduğu durumu göstermektedir. İsrail tarihinin açık ara en ırkçı ve Siyonist kabinesinden bile Amerikan senatosunun en kıdemli isimlerinden Lindsay Graham’ın dillendirdiği gibi “din savaşındayız, hepsini dümdüz edelim” çığırtkanlıklarını duymuyorsunuz. Benzer şekilde Avrupa’da İsrail’i protesto hakkını yasaklamaya çalışma girişimlerini, aylardır İsrail hükümetini, iki haftadır da Netanyahu’yu protesto gösterilerinin engellendiğini görmüyorsunuz.

Bu durum aslında yıllardır devam etmekte olan Batı’daki İsrail sorununun geldiği son hali temsil ediyor. Avrupa derin bir ahlaki krizle; ABD ise 70 yıl önceki jeopolitik çıkarlarına denk gelen, bugünse rasyonelleştirmekte zorlandığı bir mahkûmiyet içerisinde “İsrail sorunu” yaşıyor. Edward Said’in “Amerikan Siyonizmi” diye isimlendirerek dikkat çektiği kriz, yine Said’in ifadesiyle “Amerika’nın son tabusu” olarak büyümeye devam ediyor. Bu tabu için Said, “Birçok Amerikan Siyonist’i için Filistinliler gerçek varlıklar değillerdir, terörizm ve anti-semitizmle tecessüm eden şeytanlaştırılmış hayaletlerdir” der. Bu durum Amerikan siyasal elitleri, medyası, iş dünyası hatta üniversiteleri için büyük ölçüde geçerlidir. Tam da bu sebepten dolayı bugün, Amerikan yönetiminin, neredeyse Filistinlileri tıpkı İsrail’in inkârı düzeyinde “görmeyen” haline şahitlik ediyoruz. Biden’ın, İsrail’in 500’den fazla Filistinliyi katlettiği hastane saldırısını ele alırken, “diğer takım yapmış” ifadesi, Filistinlileri insandışılaştıran ırkçı tonun yanında Washington’ın kendi bulunduğu “takımı” ilan etmesinden ibarettir. Bu durum Amerika’nın kendi iç krizi olarak belli kırılmalar yaşayacağı bir eşiğe gelmiş bulunuyor.

Bugün ABD yönetiminin, kendi jeopolitik çıkarlarını paranteze alarak, artık teolojik ve ideolojik bir bağnazlığa ulaşan fanatik İsrail desteği için önemli bir turnusol testi, 11 Eylül mukayesesidir. Biden ve diğer isimlerin, 11 Eylül sonrası izlenen politikaların ve tercihlerin, bugün çok daha açık bir şekilde görüldüğü üzere, Amerika’yı jeopolitik olarak nasıl içinden çıkamadığı bir krize soktuğunu bilmemeleri mümkün değildir. Buna rağmen, yapılan 11 Eylül mukayeselerindeki cehalet ve basiretsizlik bir yana, 7 Ekim’in 11 Eylül’le mukayese edilemeyecek bir yönü de ortaya çıkan ilk tepkilerdir. 11 Eylül sonrasında, Amerikan yönetiminin ve medyasının verdiği ilk tepkilerle, 7 Ekim’e verdikleri tepkileri mukayese edince, 11 Eylül’de ABD yönetiminin “ilk anda” daha soğukkanlı, rasyonel ve jeopolitik durduğu söylenebilir. Oysa 7 Ekim, ABD elitleri açısından oldukça panik, irrasyonel ve teolojik bir savrulmayı ortaya çıkardı. Adeta 11 Eylül Amerikalı “ahaliyi”, 7 Ekim ise Amerikalı “elitleri” vuran bir saldırıya dönüştü. Ariel Şaron, ABD’yi 11 Eylül’den üç ay sonra ziyaret etmişken, Biden 10 gün sonra kendisini İsrail’de buldu. Ardından da Avrupa’dan gelen liderlerle dini bir ritüel havasına dönüşen ziyaretler gerçekleşti. Bütün bu ziyaretler, hâlihazırda verilen sınırsız desteğin yanında, Netanyahu yönetiminin stratejisini misillemeden kör bir intikam eksenine değiştirmesine katkı sağladı.

Batı açısından içine düştükleri bu trajik halin en güzel tasviri, sömürgecilik çalışmaları üzerine duayen kabul edilen Aimé Césaire’in kitabının hemen başında ifade ettiği “Avrupa savunulamaz!” tespitidir. ABD ve Avrupa başta olmak üzere, İsrail’le ya da yaşanan sorunla ilişkilerini “savunulamaz” eksenden çıkarmayan bütün aktörler, yaşanmakta olan krizin öngöremediğimiz bir şekilde büyümesine yol açabilirler. 7 Ekim bu yönüyle Césaire’in “sömürgeciliğin bumerang etkisi” tespitinin bir kez daha yaşanmasından ibarettir. Bu etkinin bölgesel ve küresel etkilerinin de oluşması pekâlâ mümkündür.

YENİ YAHUDİLİK

İsrail’deki etnokrat ve mesiyanik aklı aşamayan her yaklaşım Filistin Meselesi’nde çözümü erteleyerek jeopolitik riskleri büyütmektedir. İsrail, sadece 7 Ekim sonrasında değil, Oslo’dan bu yana “bir proje” ve “devlet” olma arasına sıkışmış bir dünyada Filistin Meselesi’nde bir çözüm ortağı olmanın çok uzağındadır. Bir yandan kendi iç krizi ciddi bir şekilde büyümektedir. Irkçı fundemantalizmin oldukça güçlü bir şekilde esir aldığı İsrail yönetimi ve toplumunun gerilimi artmaktadır. Bu fundemantalizm, Siyonizm içi krizleri bile taşınamaz hale getirmiştir. Dini Siyonizm damarı ile seküler Siyonizm akımları yıkıcı bir gerilim hattına girerken, aynı zamanda seküler demokrat damarlarla da doğrudan çatışma zemininde bulunmaktalar. Etnokrat bir yönetimin ötesinde tam teşekküllü bir teokrasiye dönüşme talebi sahici bir şekilde alan kazanmaktadır. Bar-Ilan Üniversitesi’nden siyaset bilimci Menachem Klein’ın tespitiyle “İsrail’in Filistinliler üzerindeki egemenliği yeni bir Yahudilik yaratmış” durumdadır. Klein’ın, “Üstünlük, baskı, güç. Yahudi halkı daha önce hiç bu kadar egemenlik ve hüküm sürmenin meczinden oluşan infilak gücüyle ünsiyet kurmamıştı” tespitiyle aktardığı “yeni bir hal” ile karşı karşıyayız. Bu, Yahudiler için yeni bir durum olmanın yanında tarih boyunca sürgün, imha ve boyunduruk muhayyilesiyle var olmuş bir topluluğun taşıyamadığı güçle, iktidarla ve “bağımsızlıkla” imtihanına denk geliyor. Yeni Yahudiliğin Beytülmidrâs’tan değil, bugünkü İsrail rejiminin elinde şekillendiğini görünce, İsrail yönetiminin rasyonelleşme sınırlarına dair gerçekçi bir tahminde bulunabiliriz. Dolayısıyla İsrail’in öngörülebilir bir gelecekte, kendi krizlerinde alacağı olumlu mesafe kadar rasyonel bir aktör olabileceği söylenebilir.

STRATEJİK BAŞARI, TAKTİKSEL KAYIP

Bütün bu açmazların ve dinamiklerin ışığında 7 Ekim’e tekrar bakınca oldukça kasvetli bir çıkmazın içerisinde olunduğu görülebilir. Bütün bu duruma rağmen 7 Ekim, Filistin Meselesi’nde yapısal bir hale dönüşmesi zayıf bir ihtimal olan stratejik bir başarıya, taktiksel bir kayba işaret etmektedir. Hamas’ın ya da Filistinlilerin İsrail’i askeri olarak geriletmesi ve durdurmaları mümkün olmadığından taktiksel bir kayıpla yüzleşilecektir. Ancak Filistinlilerin, “unutulmuşluğun tamamen yok sayılmaya dönüşmesine ramak kalan” bir dönemde neredeyse köprüden önce son çıkışa denk gelen bu adımı, stratejik bir hamle vazifesi ifa etmiştir. Bu durumun en azından önümüzdeki yakın dönem için geçerli olduğu, Filistin Meselesi’nin jeopolitik sahneye yeniden döndüğü söylenebilir.

İsrail 7 Ekim’den binlerce Filistinliyi öldürmek pahasına taktiksel bir zaferle çıkabilir. Ancak bunu tam da son 30 yılın yatırımı olan “Filistin Meselesi’ni öldürmek” stratejisinin iflasını göze alarak yapmak zorunda kalacaktır. İsrail işgalinin derinleştiği milenyum başından bu yana Ortadoğu’da her ne kadar statüko değişmemiş gibi görünse de devlet dışı aktörlerin çatışma potansiyelleri yeni bir faza işaret etmektedir. İsrail’in ve Amerika’nın görmekte zorlandıkları, harp teknolojileri kullanımının sıradan bir şekilde sivilleşmesinin, ucuzlamasının ve arzının yanında, Suriye ve Irak’ta ortaya çıkan ve toplumsal desteği olmamasına rağmen yıllarca devletleri zorlayan yapılardan uzunca süre silahlı mücadeleyi göze alabilecek ve toplumsal desteği oldukça güçlü olan unsurlara varıncaya kadar yeni bir devlet dışı aktörler ve vekaletler savaşı döneminde olduğumuzdur. Amerika’nın Irak’ı işgali, Arap Baharı’nın kanlı bir şekilde bastırılması ve Suriye krizine bölge dışı aktörlerin müdahil olduğu 20 yıllık bir dönem, ortaya büyük bir yıkım çıkardığı kadar bir savaş enerjisi de çıkardı. İsrail intikam saplantısı bu enerjiyi tahrik etmenin sonuçlarını idrak edecek durumda değil.

Washington ve Avrupa, kısa vadede rasyonelleşmezlerse, İsrail krizi hızla son yıllarda artık zemin kazanan büyük güçler rekabetinin, deglobalizasyonun ve uluslararası sistemin çoğullaşması süreçlerinin bir parçası haline gelebilir. İsrail’e verdikleri koşulsuz ve sınırsız destekle mezkûr bulaşmanın önünü açmış bulunuyorlar. Filistin Meselesi’nin yeniden jeopolitik ajandaya girdiği bu dönemde, sancılar artık sadece Ortadoğu’da hissedilmeyecektir. Mesela daha geçtiğimiz aylarda büyük iddialarla ortaya atılan ve Çin’in Kuşak Yol Girişimi’ni baltalamayı hedefleyen Hindistan merkezli IMEC şimdiden tartışmalı bir proje haline geldi. Benzer şekilde, ABD desteğiyle Körfez’le başlayan ve Filistinlilerin hilafına gerçekleşen “İsrail’le normalleşme” süreci uzunca bir süreliğine kadük oldu.

Ukrayna’nın işgal girişimiyle ABD merkezli oluşan Batı cephesi cazibesini kaybetme baskısı altında kaldı. İran’a yönelik İsrail merkezli tehdit dilinin güçlenmesi ve Washington’ın Akdeniz’e uçak gemisi gönderme ve İsrail’e destek için ayrıca 2000 aktif askeri hazır tutma girişiminin farklı güvenlik endişelerini tahrik etmemesi imkânsız. Bu adımların jeopolitik risklerin artması için yeterli olduğu aşikâr. Diğer yandan Amerikan yönetimi tam bir yıl sonra seçimlere gidiyor. Vizyoner liderlik krizinin yanında gerontokrasi sorunuyla da baş başa olan Amerikan iç siyaseti hem Demokratlar hem de Cumhuriyetçiler açısından “yetersizler ve kötüler arasında” tercihte bulunacağı bunalımlı bir dönemde.

NASIL BİR ÇÖZÜM?

Gelinen noktada, Amerikan güvenlik ve dış politika müesses nizamı Biden yönetiminin savrulmasına dur demezse, 11 Eylül sonrası neo-con tahrikin sebep olduğu yangının bir benzerini Amerikan Siyonistlerinin çıkarmasına bir engel bulunmuyor. Washington’da bu yönde endişelerin yükseldiği görülüyor. Ancak Biden’ın oldukça zayıf liderliğinin fiktif popülist seçim endişeleriyle birleşmesi durumunda, Amerika’nın bir kez daha kendi kendine hazırladığı “tuzağa” düşmesi şaşırtıcı olmaz. İsrail merkezli güvenlik ve risk analizinde hâlâ kurumsal olarak devletlerin dahil olamayacağı (kaldı ki bu durum da değişebilir) tezi üzerinden yapılan çapraz analizler ciddi bir körleştirici etki yapmaktadır. 2003’ten beri bölgede askeri çatışma içerisinde yer alan Washington’a, 20 yıldır devletlerle değil, devlet dışı aktörlerle savaştığını ve sonuç alamadığını hatırlatmak zorunda kalmaya devam etmek yeterince trajiktir.

Filistin Meselesi’nde paydaş olan Türkiye ve bölgedeki diğer ülkelerin soruna yönelik müstakil yaklaşım ve politikalarını aşan ortak bir eylem planıyla ortaya çıkmaları birçok sebepten dolayı kolay görünmüyor. Ancak bütün sorunlara rağmen, bölgesel bir inisiyatif, geçmişte hiç olmadığı kadar -yukarıdaki küresel jeopolitik gerilim ve bunalımdan dolayı- etkili bir kaldıraç gücüne sahip olabilir. Dışişleri Bakanı Fidan’ın önerdiği garantörlüğün çerçevesi iyi çizilebilir ve çok daha önemli olan iş birliği zemini sağlıklı bir şekilde kurulabilirse önce ateşkes, ardından da siyasal bir zemin oluşturulabilir. Çünkü Filistin Meselesi ne insani yardım ne de salt güvenlik sorununa indirilerek çözümünde mesafe alınabilecek bir sorundur. Ancak Filistinlilerin siyasal varlığı ortaya çıktığında kalıcı bir çözüm konuşulabilir. Bu çözümün önemli bir başlığı da “siyasal bir kimlik” talebinde bulunan Filistinlilerin öncelikle kendilerinin kabul edilebilir bir demokratik dönüşümle siyasallaşmaya başlaması ve bunu başarmasıdır. Çözüm şimdilik ufuktaki naif bir hedef gibi durabilir. 7 Ekim’in oluşturabileceği risklerin mahiyeti gerçekten idrak edilirse, bu “naif umudun” en rasyonel tercih olacağı daha iyi anlaşılabilir.

İlgili Haberler
YORUMLAR (6)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
6 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir