Muhsin Altun, Marx’ın 1844’te söylediği ‘İşçi ne kadar çok zenginlik üretir, üretimi erk ve hacim bakımından ne kadar artarsa, o kadar yoksul duruma düşer’ sözünden yola çıkarak ‘sınıf’ kavramını yazdı. 181 yıl önce ifade edilen düşünce üzerinden bugünkü zincir marketlerdeki çalışma koşullarını ela alan Altun ‘Kasiyerin oturması yasaktır; müşterileri ayakta karşılamalı, onlara güler yüz göstermelidir’ diyor.
Örnektir milletlere açtığımız yeni iz;
İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz”
Onuncu Yıl Marşı’nda geçen bu dizeler, dönemin sosyoekonomik manzarasının özlü bir tasvirinden ziyade “sınıf” gerçeğini yadsıyan bir ideolojinin ifadesidir. Bu ideoloji, Cumhuriyet’in kurucu kadrolarını sermayedarlar ve büyük toprak sahipleri yanında konumlandırmakla, maddi bir güce dönüşecekti. Nitekim müteakip siyasal kadrolar da aynı ideolojiden beslenen yekpare toplum tasavvurunun farklı sürümlerini geliştirdiler.
Sınıf kavramıyla ilgili argümanlar yoğun teorik tartışmaları beraberinde getirir. Yine de sınıfın, toplumsal eşitsizliklerin teşhis ve izahında ırk ve cinsiyetten daha etkili bir “güç” olduğu yönündeki Marksist ısrarı göz ardı edemeyiz. Buna göre, sınıf, toplumun temel öğelerinin etrafında yapılandırıldığı katmanlaşmanın ana eksenidir. İnsanların ekonomik yaşamlarının doğası, işyeri dışındaki yaşam biçimleriyle sistematik olarak bağlantılıdır. Kabaca benzer ekonomik konumlara sahip toplumsal gruplar, benzer yaşam deneyimlerine sahip olmakla, sınıfsal açıdan yapılandırılmıştır.
Sınıf teorisi büyük ölçüde Marksist mirastan beslenir. Onun kendine özgü analitik gücü, sınıfların toplumsal örgütlenmenin merkezî ve kalıcı bir özelliği olmasından kaynaklanır. Sınıf, özellikle üretim araçlarının mülkiyetini elinde tutanlarla emek gücünden başka geçim vasıtası olmayanlar arasındaki ilişkilerde kendini gösterir. Sömürü ise bu ikisinin karşılıklı edimleri arasındaki orantısızlığa gönderme yapar. Neo-Marksist sınıf teorisinin öncülerinden sosyolog Erik Olin Wright, sınıf sömürüsünü şu kriterlerle tanımlar:
(a) Grubumuzun maddi refahı, nedensel olarak bir başkasının maddi yoksunluğuna bağlıdır.
(b) (a)’daki nedensel ilişki, sömürülenlerin belirli üretken kaynaklara erişimden asimetrik olarak dışlanmasını içerir.
(c) (b)’deki dışlanmayı ayrışık refaha dönüştüren nedensel mekanizma (a), sömürülenlerin emeklerinin meyvelerinin, ilgili üretken kaynakları kontrol edenler tarafından sahiplenilmesini içerir.
Görüleceği gibi, sömürenler ironik biçimde sömürülenlerin çalışmasına bağımlıdır. Bu çalışmanın asıl güvencesi, sömürenler üretim araçlarının mülkiyetini ellerinde tutarken sömürülenlerin emek güçlerini satmak ya da açlıktan ölmek arasında “özgürce” tercih yapmasıdır. Mülkiyet sahipleri ile çalışanlar arasındaki ayrım bir sınıf ayrımıdır.
Buna karşılık, günümüzde mülkiyetin yanı sıra bilgi-beceri ve örgütsel konum da sistemik sömürü kaynakları arasında yer alır. Karun’un “bu serveti sahip olduğum bilgi sayesinde elde ettim” (Kasas-78) demesi bundandır. Sömürü için mülkiyet tek başına yeterli değildir; ilim de gerekir.
Fabrikalar, tersaneler ya da maden sahalarında bu ilmin tezahürlerini görebiliriz. Verimlilik, toplam kalite, yüksek katma değer vb. terimlerin gerisinde mevzilenen disiplin rejimi, işçiye acı veren unsurlarla bezelidir: Fiziksel kontroller, güvenlik kameraları, ziller ya da kart basılan turnikelerle ayarlanan sabit mesai düzeni, ücret kesintileri vs. “Devredilmiş kapitalist yetkiler” kullanan yöneticiler ve gözetmenler de işçileri verimli bir şekilde üretmeye zorlayarak tahakküm kurarlar. Hizmetlerine karşılık görece yüksek kazançlarla ödüllendirilirler ve bir “sadakat rantı” alırlar. İşçilerin hareketliliği, genellikle çalıştıkları zemin ve üretim hattıyla sınırlıdır. Yüksekten düşme, palet altında kalma vb. nedenlerle ölmek ya da sakatlanmak, işin fıtratında vardır ve süreç “kader planında” işler.
Bu çalışma düzeni, işçinin emek gücünü ve üreme kabiliyetini düzenleyip sömürürken erkek ve yaşlı otoritesine saygıyı aşılayan geleneksel kurumlar (aile, okul, cami) tarafından da desteklenir. İşletmelerin -Malezya’da “Toprağın Çocukları” (Bumiputra) olarak adlandırılan- dindar orta sınıf girişimcilere ait olduğu senaryoda, yönetsel ve ailevî değerler örtüşür ve birbirlerinin etkisini pekiştirir. Böylece disiplin ve pederşahi otorite, uygun şiddet vasıtaları ve söylemlerle normalleştirilir ve Marx’ın “acımasız bir doğal zorunluluk” olarak adlandırdığı gerçeklik, işçinin toplumsal bedenine kazınır: “Emek kapasitesi satılamayacak olursa bunun işçiye hiçbir faydası olmaz.” Bu, işçinin 7/24 esasında keşfedip deneyimlediği bir koşuldur. Patronlar onu zaman zaman “büyük bir aileyiz” ya da “aynı gemideyiz” diyerek onurlandırsa da işçi, başkalarını kendisine göre konumlandıracak konumda değildir.
Devasa fabrikalardan zincir marketlere kadar kopyalanan bu “devlet mantığı”, nüfusu ölçmek, hesaba katmak ve kontrol etmek için sınıflandırmakla, istikrarı ve belirli bir katılığı destekler. Buna karşılık, sınıf çatışmaları, üretici güçlerin sürekli altüst oluşu, kâr ve yeni pazarlar arayışı ve yerleşik toplumsal ilişkilerin bozulması, egemen sınıfların huzursuzluğunu artırır. Marx’ın işaret ettiği “kapitalistlerin sahip olduğu dönüştürülebilir servet akışları ile emek kapasitelerinden başka hiçbir şeye sahip olmayan işçilerin akışı arasındaki karşılaşma”, tüm geleneksel ve etik değerleri aşındırır. Geride sadece tüketici kapitalizminin serbest bıraktığı arzu akışları kalır.
***
Marx şu tespiti yaptığında (1844) henüz bugünkü kadar haklı değildi: “İşçi ne kadar çok zenginlik üretir, üretimi erk ve hacim bakımından ne kadar artarsa, o kadar yoksul duruma düşer.”
Bugün sadece zincir marketlerin kârlılık ve çalışma koşullarını karşılaştırmak bile bu tespitin ayet değerindeki azametini doğrulamak için yeterlidir: Kasiyer, bir yandan kasaya bakarken diğer yandan reyonu düzenleyecek, depoya mal indirecek, sayım yapacak, etiketleri güncelleyecek ve yerleri paspaslayacaktır. Buna karşılık, gecikme ve ürün noksanlarından dolayı maaşından kesinti yapılırken tuvalette fazladan geçirdiği her saniye için fazla mesai yapmak zorundadır. Oturması yasaktır; müşterileri ayakta karşılamalı, onlara güler yüz göstermelidir.
Hizmet sektörü çalışanları “Post-endüstriyel” (Sanayi Sonrası) ekonominin başlıca kaynağıdır. Literatürde “Yeni Proletarya” olarak adlandırılan bu emek kategorisinin ülkemizdeki sembolü, şirketin logo ve renklerine bürünmüş, asgari ücretle ve yan haklar olmaksızın çalışan ve dikkatle denetlenen basit görevleri yerine getiren zincir market çalışanıdır. Kuryeler ve Fastfood çalışanlarının katılımıyla büyüyen bu kitle, üretim araçlarına sahip olmama, işte çok az sorumluluk veya takdir yetkisi ve düşük ücret anlamında proleterdir. Onlarla ilgili yeni olan şey, mavi yakalı imalat işlerinden tür olarak farklı olan ve kendilerine daha düşük ücret ödenen bir üretim sürecine dâhil olmalarıdır.
Hizmet temelli proletarya, Sanayi Sonrası ekonomilerdeki iş gücünün tortusunu, genellikle geleneksel işçi sınıfının altında kalan bir grubu temsil eder. Nispi güvencesizlik ve düşük ücretlerle karakterize edilen hizmet sektörü, “sanayisizleşen” bir ekonomide “vasıfsızlar” için istihdam fırsatları sunar. Başta atan(a)mayan öğretmenler olmak üzere vasıflı bireylerin de aynı fırsattan yararlanabildiği Türkiye, bu yönüyle istisnai bir konumdadır. TÜİK’in tartışmalı ölçümlerinde bile (2005, II. Çeyrek) toplam istihdamın %52.9’unun hizmet sektöründe gerçekleşmesi anlamlıdır.
300 bini aşkın Yeni Proleter’in çalıştığı perakende sektöründe, özellikle “üç harfliler” olarak bilinen market zincirlerinin ciro ve kârlılıkta sergilediği istikrarlı yükseliş, başarılarının sadece COVID-19 koşullarıyla açıklanamayacağını gösteriyor. 2025’in ilk çeyreğinden itibaren kârlılık üzerinde -maliyet ve ekonomik belirsizlik kaynaklı- baskılar gözlense de bu marketler tedarikçilere kıyasla aşırı kâr etmeyi sürdürüyorlar. Buna karşılık, market emekçilerinin sefaletinin aynı ölçüde artması (ortalama ücretler halen 27 bin Lira civarındadır), ekonomist W. Lazonick’in “refah yaratmayan kârlar” tespitini teyit etmektedir.
Neoliberal düşünürlerin varsaymaktan usanmadıkları “serbest piyasa” koşullarında, sermaye sahiplerinin, kârlarının bir kısmını çalışanlarına daha yüksek gelir ve daha fazla iş güvenliği sağlamak için ayırmaları beklenir. Hem böylece -niyetleri bu olmasa da- adil ve istikrarlı bir ekonomik büyümeye katkıda bulunmuş olurlar değil mi?
Değil. Adam Smith’in o gizemli “Görünmez El” mekanizması burada işlemez. Kasiyere bir iskemlenin bile çok görülmesinin nedeni, yüksek maliyetler ya da patronun vicdansızlığı değildir; onu böyle yapmaya zorlayan devrimsel koşulların yokluğudur. Şirket kârlılığı kendiliğinden ekonomik refaha dönüşmez; kârın çoğu, patron ve yöneticilerin refahını artıracak finansal araçlara yatırılır.
Yüzyılın ikinci çeyreğine, bırakın devrimi reform adıyla küçük düzeltmeler yapma olasılığının bile sıfıra yaklaştığı koşullarda giriyoruz. Nitekim Fransızlar 1789’a, Ruslar 1917’ye benzer koşullarda girmişlerdi. Bunlar artık geçmişte kalmış, tekrarı imkânsız tarihsel olaylardır değil mi?
Evet öyledir. O zaman “sınıfsal” olanla uğraşmak beyhudedir. Toplumu servet, güç ve statü verileri üzerinden okumak, çatışmayı teşvik etmekten başka bir amaca hizmet etmez. Etnik, kültürel ya da cinsiyetle ilgili sorunlara odaklanmak, akademik ve siyasal kariyer anlamında daha avantajlıdır. Siyaset, din, sanat vs. adına sahnelenen bütün piyesler, esasen yukarıda özetlenen yalın gerçekliği görmeyelim diyedir. “Terörsüz Türkiye” adıyla yürütülen sözde süreç de ne yazık ki bundan muaf görünmüyor.
SONUÇ
“Memleketin dâhilinde iktidara sahip olanlar” yüksek kârların ortak refahla sonuçlandığı bir ekonomi istiyorlarsa, emekçilere daha yüksek yaşam standartları sağlayacak şekilde kaynak tahsisine müdahale etmelidirler.
Kuşkusuz kemer sıkmayı yücelten neoliberal ekonomistlerin böyle bir müdahaleyi onaylaması beklenemez. Liderler, “kudretli, amansız, tam ve kanlı bir halk intikamı” olasılığının düşüklüğüne güvenerek rahat uyuyabilirler. Ne de olsa Sovyetler dağılmış; Kızıl Çin küresel kapitalist nizama demirlemiş; halkların radikal programlara inancı zayıflamıştır. Teröristler silah bırakıp dağdan inmekte; barış türküleri söylenmektedir. Bu koşullarda, kasiyer için endişelenmenin gereği yoktur. Bayılıp düşünceye kadar ayakta çalışmaya devam edebilir; yerine yenisi gelir.
