Sorbonne Üniversitesi Hukuk Fakültesinde doktora öğrencisi olan Damla Su Erbaş son günlerin yargı tartışmalarına hukuk felsefesi perspektifinden bir yaklaşım getiriyor.
Kuvvetler ayrılığının despotizme karşı en büyük güvence olduğunu belirten Montesquieu’nün Kanunların Ruhu eserini kaleme almasının üzerinden 277 yıl geçti. AKP Grup Başkanvekili Özlem Zengin ‘Adli Yargı Hakim ve Cumhuriyet Savcıları ile İdari Yargı Hakimleri Kura Töreni’nde yeğenini, Erdoğan’a takdimi üzerinden ise sadece iki gün…
Montesquieu, yasama, yürütme ve yargının tek elde toplanmasının bireysel özgürlükleri ortadan kaldıracağını ve despotizme yol açacağını savunurken, Özlem Zengin, 2025’te “Kanunların Tekeli” adıyla doktrine soktuğu yeni kavram ile, bağımsız ve tarafsız olması emredilen yargının bir üyesinin, kura töreninde Erdoğan’a takdiminde görüldüğü gibi Türkiye’nin yeni tek adam sisteminde bağımsızlık ve tarafsızlık ilkelerine gerek olmadığını ispatladı. Bu hareketiyle aslında kanıtlamaya çalıştığı iki temel husus vardı: Birincisi, Erdoğan’a takdim edilen yeğeninin ‘Yeni Türkiye Hukuku’nun kendilerinin tesis ettiği yapının hayata geçtiğini göstermek. Sadakat, liyakatin; biat, hukukun yerine konmuş; hukuk devleti, aile albümünde bir kareye dönüşmüştü. İkincisi ise, bu gösteriyle diğer savcı ve idari yargı hakimlerine net bir mesaj veriliyordu. Bu yeni sistemde terfi, yetkinlikten değil, hukukun evrensel kuralları ve değerlerinin göz ardı edilerek açıktan taraf olunması gerektiğinin kabulünden geçtiğini göstermek.
Bağımsızlık ve tarafsızlık AKP Grup Başkanvekilinin bu deneysel çalışmasında iki aşamada yok edildi; İlk olarak, normalde ismini dahi bilmememiz gereken bir akraba, kamuya açık bir sahnede, devletin en yüksek merciine sunularak siyasetin hukuk üzerindeki vesayeti perçinlendi. Tarafsızlık ise, bu yargı mensubunun, hukuk devleti ilkesiyle değil, parti mensubiyetiyle varlık kazandığının ilan edilmesiyle ikinci darbeyi yedi. Zaten yeğenin gururlu gülümsemesi, ona sunulan bu steril, sorgusuz sualsiz yargı ikliminde ne kadar rahata ereceğini herkese gösteriyordu. Ne de olsa damatların bakan, bakanların yeğen, yeğenlerin ise yüksek yargıç olduğu bir düzende liyakat yalnızca sadakatin gölgesinde bir nostaljiden ibarettir. Adaletin terazisi artık aile bağlarıyla tartılırken, hukuk fakültelerinin yerine aile meclisleri, anayasanın yerine saray toplantılarının geçmesi olağandır.
BU YENİ HUKUK SİSTEMİNDE TARAFSIZLIK VE BAĞIMSIZLIK ARTIK SIRAYA GİRMEKTEN Mİ İBARET?
Anayasa’nın 138. maddesi, yargının bağımsızlığını teminat altına alırken, bu takdimde, hukuki bağımsızlığın değil, siyasi sadakatin öncelikli kıstas olduğu açıkça gösterildi. Bu manzara karşısında Montesquieu değil de Orwell yaşasaydı, 1984’e bir ek yapma gereği hissederdi.
Üstelik bu olayın üzerinden sadece iki gün geçmişken, hukukun siyasete tahvil edilmesine dair bir başka vaka ile karşılaştık: beş teğmenin disiplinsizlik gerekçesiyle ihraç edilmesi.
TEĞMENLERİN İHRACI: SARAYIN HİSSİYATI, HUKUKUN TEFERRUATI
Bir yandan AKP Grup Başkanvekili deneysel ve doktrinel çalışmalarını sürdürürken, Teğmenler Ebru Eroğlu, Batuhan Gazi Kılıç, Deniz Demirtaş, Talip İzzet Akarsu ve Serhat Gündar disipline aykırı hareket nedeniyle Türk Silahlı Kuvvetleri’nden ihraç edildi. Burada incelenmesi gereken disipline aykırı hareket kavramı ve suç unsuru oluşturan fiillerin sorgulanmasıdır.
Soruşturmaya konu olay, 30 Ağustos’ta Milli Savunma Üniversitesi Kara Harp Okulu Diploma Alma ve Sancak Devir Teslim Töreni’nde yaşandı. Töreninin resmî kısmı bittikten sonra yeni mezun yüzlerce teğmen törenin yapıldığı sahanın ortasında toplandı. Ardından kılıç çekerek subay yemini etti ve “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganını attı. MSB kaynakları, “Burada sorgulanan, disiplinsizlik ve bunun hangi motivasyonla yapıldığıdır” ifadelerini kullanmıştı. Yani yeni düzende, beş genç teğmen sahneden siliniyordu. Suçları neydi? Disiplinsizlik. Disiplinsizliğin tanımı neydi? “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganını atmaları ve kılıç çekmeleri. Burada incelenmesi gereken şey, bu fiillerin hukuki bir disiplinsizlik suçu teşkil edip etmediğidir. 6413 sayılı TSK Disiplin Kanunu, disiplinsizlik hallerini ve cezalarını ayrıntılı olarak düzenlemektedir. Bu kanuna göre; bu fiiller en ağır cezaların uygulanmasını gerektirir mi, yoksa daha alt seviyede bir disiplin cezası ile müeyyide uygulanması mümkün müydü?
Öncelikle, teğmenler de diğer kamu görevlileri gibi Anayasa’nın 26. maddesi kapsamında ifade özgürlüğüne sahiptir ve bu özgürlüğün kısıtlanması, ancak kanuni bir dayanağa, meşru bir amaca ve demokratik toplum düzeninin gereklerine uygunluk kriterlerine bağlı olarak değerlendirilebilir. Anayasa’nın 12. maddesi, temel hak ve özgürlüklerin kullanılmasının kişilerin topluma, ailesine ve diğer bireylere karşı ödev ve sorumluluklarını da içerdiğini vurgulamaktadır. Anayasa Mahkemesi, askeri disiplin ile ifade özgürlüğü arasında denge sağlanıp sağlanmadığını ve müdahalenin demokratik toplumda gereklilik ve ölçülülük ilkesine uygun olup olmadığını somut olayın koşulları çerçevesinde incelemektedir.
Yine, ceza hukukunun evrensel ilkelerinden biri orantılılık ilkesidir. Bu ilkeye göre, işlenen fiille uygulanan yaptırım arasında makul bir denge bulunmalı, ceza keyfî veya aşırı sert olmamalıdır. TCK m.3/1de “Suç işleyen kişi hakkında işlenen fiilin ağırlığıyla orantılı ceza ve güvenlik tedbirine hükmolunur” denir. Ancak bugün görüyoruz ki, bu ilke, hukukun temel bir prensibi olmaktan çıkmış, siyasî iradenin ihtiyaçlarına göre eğilip bükülebilen bir araç hâline gelmiştir.
MSB, teğmenlerin ihraç gerekçesi olarak disiplinsizlik suçunu öne sürmektedir. O halde, kanunilik ve orantılılık prensipleri göz önüne alınarak, 6413 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Disiplin Kanunu’nun 15-20. maddeleri arasında yer alan uyarı, kınama, aylıktan kesme gibi daha hafif disiplin cezaları mevcutken, neden en ağır yaptırım olan ihraç uygulanmıştır?
MSB hangi saikle açıkça kanunilik ve orantılılık ilkelerini göz ardı edilmekte, hukukî yaptırımları keyfi bir şekilde belirlemektedir?
MSB’nin hukuki temelden yoksun bir yorumla, bu fiillerin doğrudan ihraç gerektirdiğini iddia etmesi, meseleyi bir disiplin sorunu olmaktan çıkarmakta ve tamamen siyasi bir tasarrufa dönüştürmektedir. Somut delillere dayanan, objektif bir hukukî değerlendirme ortada yoktur. Erdoğan’ın “Bu kılıçları kime çekiyorsunuz?” ifadesiyle harladığı soruşturma ve MSB’nin teğmenleri ihraç kararı, hukuki bir disiplinsizlik tespitine değil, siyasi bir propaganda söyleminin üzerine inşa edilmiş keyfî bir tasarrufa dayanmaktadır. Burada hukuk, deliller ve nesnel değerlendirme değil, iktidarın hissiyatı belirleyici olmuştur.
Özellikle, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganının disiplinsizlik suçu sayılması, kararın tamamen siyasi saiklerle alındığını açıkça göstermektedir. O halde sorulması gereken asıl soru şudur: Bugün “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diyenler ihraç edilirken, yarın hangi değerler hedef alınacaktır?
Bu karar, sadece birkaç teğmenin meslekten ihraç edilmesi meselesi değil, hukukun siyasi sadakate göre yeniden inşa edilmesi sürecinin bir parçasıdır. Devlet aklının, hukukun temel ilkelerini çiğneyerek keyfiliğe teslim edilmesi, yalnızca bugün görevinden atılan askerleri değil, yarın hukukun korumasına ihtiyaç duyan herkesi tehdit eden bir sürecin habercisidir.
SADAKAT GÖREVE, ASKER EVE
Şu hâlde, bir yanda bağımsız olduğu iddia edilen yargının yeni bir üyesi Erdoğan’a takdim edilirken, diğer yanda “Mustafa Kemal’in askerleri” hukukun temel ilkeleri hiçe sayılarak, belli bir zümrenin hissiyatı delil kabul edilerek ordudan atılmaktadır. HSK Takdim Töreni, yargının nasıl inşa edildiğini gösterirken, teğmenlerin ihracı, hukukun artık rejime duyulan hissi sadakate göre şekillendirildiğini kanıtlamaktadır. Demek ki, kanunların ruhu artık bir tek adamın nefesinden ibarettir.
Sonuç olarak, bir yanda Özlem Zengin’in yeğeni, bağımsız ve tarafsız olduğu iddia edilen yeni görevine tüm Türkiye’nin gözleri önünde uğurlanırken, diğer yanda Türk Milleti, Mustafa Kemal’in askerlerini, Erdoğan ve Milli Savunma Bakanlığı’nın keyfi tasarrufları doğrultusunda, cephe yerine evlerine göndermek zorunda kalmıştır.
Bu iki hadisenin aynı zaman diliminde vücut bulması tesadüf değil, aksine, devlet aklının nasıl şahsi sadakatle yer değiştirdiğinin hazin bir tezahürüdür.