Görüşler

Anayasa Mahkemesi’nin savcılarla ilgili bir kararı ve çarpık bir mantık

Anayasa Mahkemesi’nin savcılarla ilgili bir kararı ve çarpık bir mantık

Bir savcının bakanın isteğiyle görev yerinin geçici olarak değiştirilebilir olması, onda güvenlik içinde olmadığı ve siyasal gücün etkisi altında bulunduğu kaygısını doğuracak; bu tedirginlik de, onun siyasal etki dışında işlem yapmasını engelleyebilecektir. Çareyi, Kızılderili atasözü söylemiş: “Yükün dürüst ise, gücün düşse bile, başın asla düşmez.”

Unutulmamalıdır ki, Devletin varlığı açısından ceza adaletinin gerçekleşmesi ve bu konuda savcılara düşen görevler, çok önemlidir. Bu yüzden Anayasa, savcıların hiçbir kaygı duymaksızın hukuk çerçevesinde işlem yapmalarını istemiş, bu istenç doğrultusunda savcılar için özel güvenceler sağlayan bir hukuk düzenini benimseyip öngörmüştür.”

Anayasa Mahkemesi (AYM), adalet bakanının Cumhuriyet savcılarının yerlerini değiştirme yetkisine ilişkin 45 sayılı Yasa’nın 77’nci maddesinin birinci fıkrasını, 1961 Anayasasının 137’nci maddesinde öngörülen savcılık güvencesi ilkesine aykırı görerek iptal etmişti (18.12.1967, E.1966/31, K.1967/45, Resmî Gazete: 18/4/1968, 1287, Anayasa Mahkemesi Kararlar Dergisi, Sayı: 5).

Bununla ilgili durum, aslında şöyle gelişmişti:

Yurt dışından döndüğümde görev yaptığım Yenice (Çanakkale) ilçesinde merhum bir savcıyla birlikte çalışmaya başlamıştım. Böylece ben ve meslektaşım, aynı il sınırları içinde ve bütün Türkiye’de aynı ilçede görev yapan iki savcı ve bu konuda tek bir örnek olmuştuk. Bu yüzden ne zaman Çanakkale’nin bir başka ilçesinde savcılık makamı, hastalık ya da izin vb. nedenlerle boşalsa, Çanakkale il merkezinde görev yapan savcılardan hiçbiri değil, biz iki savcıdan biri, geçici yetkiyle o ilçeye gönderiliyor, böylece ailemizden ve yakın çevremizden sık sık uzaklaşmak zorunda kalıyorduk.

Bu olayı sık sık yaşamaktan da çok bezmiştik.

Kanımca Anayasa Mahkemesinin yukarıda değinilen iptal kararındaki gerekçeye göre, adalet bakanının cumhuriyet savcılarını geçici olarak görevlendirme yetkisi de, Anayasa’nın öngördüğü savcılık güvencesi ilkesine aykırıydı ve iptal edilmek gerekirdi.

Bu düşünceyle ilkin AYM’nin yukarıdaki kararla ilgili gerekçesini inceledim. Bu gerekçeye göre, ilçemiz savcılığında geçici yetki ile görevlendirilmiş bir savcının düzenlediği bir iddianameyle asliye ya da sulh ceza mahkemelerinden birine açılmış ve henüz karara bağlanmamış bir dava varsa, AYM’nin sözü edilen kararına göre, hukuka aykırı olarak görevlendirilen o savcının yaptığı işlemler, özellikle de düzenlediği iddianame de, hukuk açısından elbette geçersiz olmalıydı.

Öyleyse konu, AYM’nin önüne götürülmeliydi.

Geçici yetkiyle gelen bir meslektaşımın sulh ceza mahkemesine açtığı, ancak sonuçlanmadığı bir dava vardı. AYM’nin yukarıda sözü edilen açtığı kararına göre, bu dava geçersizdi. Sorunu inceleyerek hazırladığım metni, merhum meslektaşım sulh ceza mahkemesi yargıcına verdim.

İncelemeyi okuyan yargıç, ilkin duraksadı ve incelememi altı aya yakın masasının üzerinde bekletti. Ancak ilçede görevli bir başka yargıcın konuyu Anayasa Mahkemesine kendisinin aktarabileceğini söylemesi üzerine, bunu bir saygınlık sorunu yaparak ve hazırladığım metne dayanarak sorunu Anayasa Mahkemesine taşıdı.

Hazırladığım metne göre, özetle yerel mahkeme, 1/10/1339 tarih ve 367 sayılı Yasa’nın savcılara adalet bakanınca geçici yetki verilmesini öngören birinci maddesi ile 45 sayılı ve 22/4/1962 günlü Yüksek Hâkimler Kurulu Yasası’nın aynı konuya ilişkin 89’uncu maddesini, daha önce AYM’nin verdiği karar ve “çoğu kapsayan azı da kapsar” hukuk kuralı doğrultusunda Anayasa’ya aykırı; dolayısıyla geçici yetkili bir savcının düzenlediği iddianame geçersiz olduğundan söz konusu maddelerin iptalini istiyordu.

Gerçekten Anayasa’nın iptale dayanak yaptığı madde belliydi ve şuydu: “Yasa, Cumhuriyet savcılarının ve kanun sözcülerinin özlük işlerinde ve görevlerini yapmalarında teminat (güvence) sağlayıcı hükümler koyar. Cumhuriyet Başsavcısı, Başkanun sözcüsü ve Askeri Yargıtay Başsavcısı, yüksek mahkemeler hâkimleri hakkındaki hükümlere tabidir.”

Öyleyse bu türden düzenlemelerin temel gerekçesi ve sonuçları da şunlar olmalıydı: Bir mahkeme, herhangi bir davaya bakabilmek için, “davasız yargılama olmaz” ilkesi gereğince ilkin o davanın Suç Yargılama Yasası (CMUK) kurallarına göre açılıp açılmadığını incelemelidir. Bu inceleme, elbette davayı açanın yasaya göre dava açmaya yetkili olup olmadığının araştırılmasını da gerektirmekteydi. Zira yasaya göre ceza davası, kamu adına ancak meşru bir devlet görevlisi olan savcı tarafından açılabilirdi. Çünkü kural olarak kamu davasını açma tekeli savcınındı. Öyleyse davayı açan görevlinin anayasal ve yasal olarak meşru savcılık konumunda (statü) bulunması gerekirdi. Eğer kamu davasını açan, bu konumda değilse, onun geçerli bir iddianame düzenleyerek yetkili ve görevli mahkemede dava açması elbette olanaksızdı. Bu nedenlerle davayı açan savcının hukuksal durumunu düzenleyen yasa hükümleri, bakılmakta olan davada uygulanması gereken hükümler arasında sayılmak gerekirdi. Çünkü her mahkeme, önüne gelen her davada, dava açan hukuk öznesinin hukuksal açıdan bu yetkiye sahip olup olmadığını incelemek ve belirlemekle yükümlüydü. Öyleyse bu durumu düzenleyen yasa hükümleri, her mahkemenin o davada uygulayacağı hükümler arasında sayılmalıydı.

Bu bağlamda konuya yaklaşıldığı zaman AYM’ye göre, “İnceleme konusu davada savcının durumu, hukuka uygunluk yönünden mahkemede kuşku uyandırmış, dolayısıyla bir ceza davasını açmağa yetkili durumda olup olmadığının incelenmesi zorunlu olmuştur.”

Öte yandan AYM’nin yukarıda değinilen kararında (18/12/1967, 31/45) belirtildiği üzere, “Anayasa’nın 137’nci maddesi, yasama meclislerine bir görev yüklemiştir: Cumhuriyet savcılarına özlük işlerinde ve görevlerini yapmaları sırasında güvence sağlayıcı hükümler getirmek.”

“Görevlerinin özelliğine göre, Anayasa’nın savcılar için öngördüğü bu güvencenin amacı, elbette savcıyı siyasal güç sahiplerinin etkisinden ve sınırsız takdirlere konu olmaktan uzak tutmak, görevlerini ve işlemleri yaparken kaygılara kapılmalarını önlemek, sadece hukuk kuralları içinde kalmalarını sağlamaktır. Bu yüzden Anayasa, savcılara ilişkin hükümlere, yürütme erkini düzenleyen hükümler arasında değil, yargılama erkini düzenleyen hükümler arasında yer vermiş; bu nedenlerle de Anayasa’nın 118’inci maddesinde bütün Devlet memurları için genel bir güvence hükmü bulunmasına karşın, 137’nci maddesinde ayrıca ve özellikle de savcılara özgü başka bir güvence hükmüne gerek görmüş; dolayısıyla Anayasa yapıcısı, savcıların yargılamayı ilgilendiren çalışmalarına özel bir değer ve önem vererek, savcılara sağladığı güvencenin öbür kamu görevlilerine sağladığı güvenceden daha ileri bir boyutta olması gerektiği inancını ve istencini yansıtmıştır. Anayasa yapıcısı, elbette bu amaç ve kaygısında haklıdır. Çünkü siyasal güç sahipleri karşısında güvenlik içinde olmadığı kaygısına kapılan bir savcı, yargılama erkine yardımcı olmaya ilişkin görevlerini rahatlıkla yerine getiremez. Böyle bir kaygıdan kaynaklanan aksaklıkların neler olabileceği göz önüne getirildiği zaman, savcılık güvencesinin anlamı ve yerindeliği, daha çarpıcı biçimde ortaya çıkmaktadır. Bir savcının görev yerinin gelişi güzel değiştirilmesinin görevliler üzerindeki etkisinin büyüklüğü önemsenmeli ve iyi değerlendirilmelidir.”

“Unutulmamalıdır ki, Devletin varlığı açısından ceza adaletinin gerçekleşmesi ve bu konuda savcılara düşen görevler, çok önemlidir. Bu yüzden Anayasa, savcıların hiçbir kaygı duymaksızın hukuk çerçevesinde işlem yapmalarını istemiş, bu istenç doğrultusunda savcılar için özel güvenceler sağlayan bir hukuk düzenini benimseyip öngörmüştür.”

“Yerel mahkemenin AYM’nin önüne getirdiği konu, geçici olarak yetki verme hükümleridir. Bunlar ise (…), kalıcı nitelikteki yer değiştirme ile aynı anlamı ve etkiyi taşımamaktadır. Üstelik ülkemizdeki çalışma ve yerleşme koşullarının özelliği göz önünde tutulduğunda, adalet bakanının elinde geçici de olsa bir savcının çalışma yerini değiştirme yetkisinin bulunması, niteliği ve amaçları yukarıda değinilen savcılık güvencesi kuralıyla bağdaşmamaktadır. Gerçekten, bir savcının bakanın isteğiyle görev yerinin geçici olarak değiştirilebilir olması, onda güvenlik içinde olmadığı ve siyasal gücün etkisi altında bulunduğu kaygısını doğuracak; bu tedirginlik de, onun siyasal etki dışında işlem yapmasını engelleyebilecektir. Dolayısıyla bu geçici yetkiyle yer değiştirme, bir kişi hakkında sık sık uygulandığı zaman, onun üzerinde belli bir yere kalıcı olarak atanmasından daha ezici bir etki ve sakınca doğurabilecektir. Çünkü kalıcı yer değiştirmede evini görev yerine taşıyarak belli bir yaşama rahatlığına kavuşmuş olan kimsenin, geçici yer değiştirmede böyle bir olanağı yoktur.”

“Kaldı ki, yazılı hukukumuzda savcılara geçici yetki verilmesini zorunlu kılan durumlar, nesnel ölçütlere dahi bağlanmamıştır. Bu durum ise, savcıların siyasal gücün etkilerine karşı güvenlik içinde çalışmalarını engellemektedir. Dolayısıyla bir an önce geçici yetki nedenlerinin olabildiğince nesnel ölçütlere bağlanarak savcıların güvence altında alınmaları, Anayasa’nın 137’nci maddesiyle sağlanan güvencenin zorunlu bir sonucu; bu güvence ile güdülen amaç ise, yukarıda değinildiği üzere, savcıların rastgele nedenlerle tedirgin edilmek kaygısına kapılmaksızın görev yapabilmelerini sağlamaktır.”

“Özetle inceleme konusu hükümler, Anayasa’nın 137’nci maddesine aykırıdır ve iptal edilmeleri gerekir.”

İşte tarafımdan kaleme alınan bu gerekçe metni hiç değiştirilmeksizin, AYM, 1.10.1339 tarih ve 367 sayılı Yasa’nın birinci maddesindeki Cumhuriyet savcılarına geçici olarak ek adli görevler verilmesinde Adalet Bakanına yetki tanıyan hükmün ve 45 sayılı Yasa’nın 89’uncu maddesinin Anayasa’ya aykırı olduğundan iptaline, iptal hükmünün Anayasa’nın 152’nci ve 44 sayılı Yasa’nın 50’nci maddeleri uyarınca 23 Aralık 1969 tarihinde yürürlüğe girmesine karar vermiştir (24.6.1969 tarih, E. 9 ve K. 38, Resmî Gazete: 14.5.1970/13494).

Ancak o da ne!?

Tam da bu kararın yürürlüğe gireceği 23 Aralık 1969 tarihinden üç dört gün önce yine geçici yetkiyle bir başka ilçeye gitmem isteniyordu.

Elbette bu geçici yetkiyle görevlendirmeyi çok yadırgamış, görev yapacağım ilçede süreyi gözeterek Adalet Bakanlığına başvurmuş ve Anayasa Mahkemesinin söz konusu iptal kararında dayandığı gerekçe karşısında savcılık işlemlerimin, özellikle de düzenleyeceğim iddianamelerin ve de mahkemede tutanağa geçecek olan görüşlerimin kararın yürürlüğe girdiği tarihten sonra kesinlikle geçersiz olacağını vurgulamıştım.

Bakanlık görevlisinin –ki bu görevlinin adını o sırada yazmadığım için çok pişmanım- yanıtı ise, bırakınız hukuku, düz mantığın bile çok uzağında, kendi kendisini aldatmanın da ötesinde kişisel görüşünü Anayasa Mahkemesinin kararının bile üstünde gören, dolayısıyla hukuk dışı, çok saçma, bu yüzden de çok şaşırtıcı, utanç verici ve de tam anlamıyla doğulucaydı. Zira ona göre, yetki, AYM’nin kararının yürürlüğe girmesinden önce verildiği için yapacağım bütün işlemler, geçerli olacaktı!?

Bu saçma ve kendini kandırıcı, küçük düşürücü rezil görüş, hiç kuşkusuz sadece Anayasa Mahkemesinin devlette görev yapan herkesi bağlayan kararlarında yansıtılan gerekçeye ve istence değil, sıradan mantığa bile aykırıydı. Üstelik AYM’nin kararını hukuk dışı saçmalıklarla dolanarak yalan yanlış bahanelerle kendini kandırmak, çaresizlik üzerine üretilen, söylence bilgisini (mitoloji) bile çıldırtan düşsel saçmalıklara sığınmaktı, elbette.

Bu durumda bir rapor alarak süreyi aşma çaresini öneren meslektaşımın önerisini reddederek o ilçeye gittim, vebali Bakanlıktaki hukukçulara ait olmak üzere, yasaya aykırı yetkiyle görevimi de yerine getirdim.

Ancak aslında ortada şaşılacak bir durum yoktu. Çünkü bizler, sık sık yaşandığı üzere, batılı değil, tırnak uçlarımıza dek doğuluyduk; “hilei şer’iyye”yle “yasa(lar)yı dolanma”sını (fraude à la loi, frode alle legge) çok iyi bilenlerin uslandırılamaz, iyileştirilemez hastalığıyla boğuşan, başa çıkılamaz torunlarıydık; dolayısıyla hukuku aşmak dâhil, her şeyi dolanmanın yollarını da, çarelerini de çok iyi bilirdik, elbette!?

Nitekim “İnsan, demişti, Antoine de Saint-Exupéry, engelle karşılaştığı ölçüde kendisini keşfeder.” (Terre des hommes, Paris, 1958, s. 7).

Demek, batılılar gibi kravatla gezinenlerin bu ülkesinde Düşünür Ludwig Wittgenstein’ın vurguladığı üzere “Tanrı beni böylesi bir zihin sağlığından korusun!?” demekten başka çare yoktu.

Ancak daha sonraları, hukukun ve vicdanımın sesine kulak verecek yerde, bu çarpık hukuksuz buyruğa uyduğum için kendimi de hiç, ama hiç bağışlamadım.

Dikkatleri çekmek isterim: AYM’nin kararını dışlayan ve kendisini aldatan bakanlıktaki o acınası hukukçunun akıl ve mantık dışı görüşü ile Yargıtay Üçüncü Ceza Dairesinin Anayasa’nın açık hükümlerini dışlayarak karar veren hukukçuların akıl almaz mantıkları, bire bir çakışmaktadır.

Demek, benim ülkem, Atatürk Cumhuriyetinin yüzüncü, tarihin üçüncü binli yıllarında bile, Batı şapkası altında, hukuk dâhil, her alanda kendisini kandırarak Doğu mantığını ve uygulamalarını dün de, bugün de, herkesi kahkahalarla güldürenlerin ülkesidir.

Bu koşullarda acaba bizler, Marcel Proust (18711922) gibi “Uzun sürmez mutluluğu yanlışların” diyebilir miyiz?

Hiç sanmıyorum.

Nitekim bu satırları yazdığım sıralarda basında şu haberler yer alıyordu: “… Ortaokulu’nda yedinci sınıf öğrencilerine hac ibadetini öğretmek amacıyla sınıfa Kâbe’yi temsilen bir maket kondu. Bu maket etrafında tavaf eden öğrenciler, daha sonra sınıfta şeytan taşlama provası da yaptılar ve şeytan taşlama provası kapsamında sınıf duvarlarına taş fırlattılar.” (Basın, 10.2.2024).

Aynı gün, güvenilirliği dünyaca bilinen Fransız gazetesi Le Monde’un ilk sayfasının başında ise, Başkan François Mitterand’ın büyük reformcu ünlü adalet bakanı ve Eski Anayasa Konseyi Başkanı Robert Badinter’in (1928-2024) ölümü üzerine, Fransız Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un Bordeaux’ya gittiğini, ölüm cezasının kaldırılmasını, yeni ceza yasanın yapılmasını sağlayan, ayrıca “hukuk toplumbilimi” uzmanı Prof. Irène Théry’ye göre de, bilimsel açıdan ortak yaşama öncülük etmiş olan Badinter’in, ünlülerin mezarı olan Panthéon’da yerini alacağı duyuruluyordu (Le Monde, 15 Şubat 2024).

Çünkü Fransız Cumhurbaşkanına göre Badinter, “Yüzyılın bir figürü, cumhuriyetçi bir vicdan, Fransız ruhu”ydu.

Aslında Badinter, bizim için de çok önemli bir hukukçu ve düşünürdü. “Fransa 1915 Ermeni soykırımını açıkça tanır” diyen Yasa’ya “Parlamento mahkeme değildir, Yasa, Anayasa’ya aykırıdır” (Le Monde, 14 Ocak 2012) diyerek karşı çıkmış ve Senatodaki oylamayı ve bu yasayı iptal eden Anayasa Konseyini de etkilemişti.

İşte Batı, işte biz.

Yirmi birinci yüzyıl Türkiye’sinde ülkemizle ilgili yukarıdaki şeytan taşlama haberi, gerçekten doğru ise, şu soruyu mertçe yanıtlamalıyız: Bizler, acaba hangi dünyada, sekizinci yüzyılda mı, yoksa yirmi birinci yüzyılda mı ya da dünyanın dışında bir yerlerde mi yaşamaktayız?

Yine bizler, bu soruları kendimize sorarak sürekli karalar bağlamakla mı yetinmeliyiz yoksa silkinip kendimize gelerek “Türkiye nereye sürükleniyor?” sorusunu bilimsel düzeyde dürüstçe, yiğitçe ve açıkça sorup yanıt mı vermeliyiz?

Durum, gerçekten yürekler acısı, çok düşündürücü ve de çok umut kırıcı!?

Çareyi, Kızılderili atasözü söylemiş: “Yükün dürüst ise, gücün düşse bile, başın asla düşmez.”

YORUMLAR (5)
5 Yorum
YORUM YAZ
İÇERİK VE ONAY KURALLARI: KARAR Gazetesi yorum sütunları ifade hürriyetinin kullanımı için vardır. Sayfalarımız, temel insan haklarına, hukuka, inanca ve farklı fikirlere saygı temelinde ve demokratik değerler çerçevesinde yazılan yorumlara açıktır. Yorumların içerik ve imla kalitesi gazete kadar okurların da sorumluluğundadır. Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır. Özensizce belirlenmiş kullanıcı adlarıyla gönderilen veya haber ve yazının bağlamının dışında yazılan yorumlar da içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır.
Bunlar da İlginizi Çekebilir