Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı Abdulbaki Değer, ilk kez bu yıl açlık sınırı altında açıklanan asgari ücretin belirlenmesi sürecini yazdı. Yetkili kişi, merci ve makamlardakilerin kullandığı dili eleştiren Değer, asgari ücret, açlık sınırı, yoksulluk sınırı, enflasyon rakamları gibi ifadelerin dışsal bir gerçekliğin önemsiz tarifleri gibi algılandığını belirtiyor.
Emeğin, toprağın, paranın metalaşmasının, bir kontrol mekanizması olmadığı sürece, toplumu yıkıma uğratacağı konusunda bizi uyarır Büyük Dönüşüm’de Polanyi. Yaptığı çözümlemede kapitalistleşme sürecinde ilk olarak toplumun piyasalaşmaya itildiğini ardından sosyal güvence talep eden tepkisel hareketlerin ortaya çıktığını belirtir. Bu sürecin uzun, zorlu ve hayli çetrefilli bir tarihsel serencamı var. Detayları üzerinde ayrıca uzun uzun durmakta yarar var. Geldiğimiz noktada zorlu ve çetrefilli bu hikâye daha da zorlaşmış ve karmaşıklaşmış durumdadır. Toplumun piyasalaşma süreci radikalleşerek derinleşmiş, Polanyi’nin işaret ettiği güvence talep etmeye dönük girişimler ise anlamlı bir seçenek olma hüviyetlerinden arındırılarak lanetlenmiş şekilde dışlanmıştır. Mevcut döngü doğallaştırılmış, mekanik bir işleme büründürülmüş ve herkesin razı gelmesi gereken bir kadere dönüştürülmüştür. Resmi anlatı, egemen dil, yürürlükteki ekonomi-politik; adeta bu meşrulaştırımı sağlamak ve sürdürmek için seferber edilmiş durumda.
Güvenceden, destek mekanizmalarından, koruyucu-kollayıcı ilkelerden yoksun kılınmış bir ekonomi-politik gerçeklik içinde bağımlılaştıran politikaların sahteliği, sadece sosyal politika yanılsaması oluşturmalarından değil aynı zamanda bağımlı kılınarak ahlaki ve politik özne olma hüviyetleri ellerinden alınmış milyonlarca insanın insandışılaştırılması ile bağlantılı olduğu için de hayati önemdedir. On yılı bulan bir süredir rasyonelliği özenle tahrip edilmiş ve bambaşka bir rasyonelliğin gereksinimlerine bağlanmış ekonomi-politik, adeta toplumun çözülmesi ve insanların kahir ekseriyetinin yoksulluk girdabında savrulması için özenle hayata geçirilmektedir. Daha doğrusu bu döngü ve öncelikler, ne insanların insandışılaştırılmasını ne de toplumun çözülerek anlamsız, gereksiz bir yığına dönüştürülmesini, dikkate alınması gereken bir sorun olarak görmektedir. Bir tür planlanmış doğa durumu düzlemine getirilmiş durumdayız.
ASGARİ ÜCRET, ÇALIŞANLARIN YARISININ TEMEL ÜCRETİNE DÖNÜŞMÜŞ DURUMDA
Enflasyon rakamlarının tartışıldığı, asgari ücret zammının belirlendiği bu eşikte ilişki, işleyiş, veriler ve konuşmalar gösteriyor ki; koruyucu, destekleyici mekanizmaların hayat bulduğuna ilişkin ne ciddi bir örgütlü toplumsal talep var ne de bu yönde alınan bir siyasi karar var. Talebin taşıyıcılığını yapabilecek yapılar, kurumlar yürürlükteki bağımlılık ilişkisinde ehlileştirilmiş ve temsilcisi oldukları kesimlerin manipülasyonunda destekleyici aparatlara dönüşmüşlerdir. Bütün bunların neticesinde toplumsal eşitsizliğin derinleştiği, paylaşımda adaletin neredeyse hiç konuşulmadığı Türkiye’de, asgari ücret, çalışanların yarısına yakın insanların temel ücretine dönüşmüş durumdadır. Daha vahimi şu an yürürlükte olan asgari ücret rakamı, açlık sınırının (dört kişilik bir ailenin sadece bir aylık beslenme gideri demektir) çok net bir şekilde altında bulunuyor olmasıdır. Hatta çok daha vahimi ise asgari ücretin önümüzdeki yıl için belirlenen düzeyinin şu anki açlık sınırının altında kalmış olmasıdır. Önümüzdeki yıl için belirlenen asgari ücret rakamı, daha başlangıcında açlık sınırının altındaysa yaşadığımız derin krizin hangi boyutlarda olduğunu kestirmek güç olmasa gerek.
Ağzımızdan çıkan sözün ne anlama geldiğine dikkat etmeyi bıraktığımız için asgari ücret, açlık sınırı, yoksulluk sınırı, enflasyon rakamları gibi ifadeler dışsal bir gerçekliğin önemsiz tarifleri gibi algılanıyor. Sanki bir doğa manzarasının betimlemesi yapılıyor gibi hareket ediliyor. Türkiye’de büyü bozulmuş durumdadır. Bu sadece metafiziksel bir anlatının çözülmesi anlamında değil her tür anlamlı, bütüncül, tutarlı söylemin çökmesi, zemin yitimine uğraması açısından da böyledir. O yüzden milyonlarca insanın bırakın nitelikli varoluşunu doğrudan hayatta kalmasını güçleştiren bir süreci akmaz-kokmaz bir dilin, bir takım soğuk rakamların üzerinden anlatıyoruz. Açlık ve yoksulluk sınırı ile asgari ücretin ana omurgasını oluşturduğu bir söylemin ne tür yakıcı bir gerçeklikle ilintili olduğu üzerinde durma gereksinimi neredeyse duyulmuyor. Açlık, yoksulluk gibi temel insani meseleler; siyasetin, iktidarın, kamusal işleyişin önemli, öncelikli meseleleri olmak yerine adeta önemsiz, ikincil başlıklara dönüştürülmüş durumdadır. Türkiye’nin gücünden, güçlü yarınlarından bahsedilmekte ancak açlık, yoksulluk temelinde toplumun yıkıma uğratılmasının başlı başına anlatıyı yapıbozuma uğrattığı görmezden geliniyor.
SESSİZLİK MEMNUNİYETTEN ZİYADE DERİN BİR UMUTSUZLUĞUN, ÇARESİZLİĞİN İZDÜŞÜMÜ
Açlık sınırı, yoksulluk sınırı, enflasyon rakamları, asgari ücret gibi ifadeler toplumsal hayatımızın gerçekliğinde karşılık buluyorsa o zaman yaşanan çözülme karşısında güvence talep eden kitlesel bir hareketlenmenin olmayışını bir iyi durum hali olarak görmekte acele etmemek gerekir. Kitlesel hareketlenmenin olmayışını, önümüzde duran sessizliğin, hareketsizliğin memnuniyetten ziyade derin bir umutsuzluğun, çaresizliğin, eli kolu bağlanmışlığın izdüşümü olarak görülmelidir. Umutsuzluk, çaresizlik sarmalının nasıl büyük bir felaket olduğu, derinleşen yoksullukla bütünleşerek toplumun dengesini sarstığı apaçık ortadadır. Asgari ücretin altında maaş alan milyonlarca emeklinin yaşadığı bir toplumun ne sağlığından ne de ayakta duran bir değer dünyasından bahsetmek mümkündür. Yine yukarıda da belirtildiği gibi çalışanların neredeyse yarısının temel ücretinin asgari ücret olduğu, ülkedeki maaş düzeyinin net bir şekilde yoksulluk sınırının altında seyrettiği bir ülkede aslında rafine bir güçlü devletten bahsetmek imkânsızdır. Devletin büyüklüğü; hükmettiği kaynakların çokluğu, nüfusunun büyüklüğü vs. ile ilintili olmanın ötesinde bu kaynakların nasıl kullanıldığı ve nüfusun nasıl yönetildiği ile bağlantılıdır. Destekleyici mekanizmaların, sosyal güvence sisteminin toplumu ve insanları güçlendirmek yerine bağımlılaştırarak deforme ettiği yerde ahlaki, sosyal bir çözülmeden ve çürümeden bahsedilebilir ancak. Nitekim doğrudan ve dolaylı tüm veriler, semptomlar bu çözülmeyi ve çürümeyi teyit ediyor.
Bu hikâye bizim hikâyemiz, bizim hayatımız ve bizim gerçekliğimiz. Çalışmanın, insanca bir ücretin neredeyse temel varoluş koşulu olduğu günümüz dünyasında Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı problemin büyüklüğü, yapısal bir çalışan yoksulluğu ile karşı karşıya olmasından kaynaklanmaktadır. İşsizlik, istihdam edilememe zaten başlı başına bir toplumsal felaket ve sorun anlamına gelmektedir. Bizim işsizlik sorununun yanında insanların çalıştıkları halde yoksulluğa mahkûm ediliyor olmasıdır. Yürütülen ekonomi-politik işsizliği yaygınlaştırdığı gibi aynı zamanda emeği değersizleştirerek çalışan yoksulluğunu derinleştirmektedir. Emekliler toplumsal hayatın organizasyonunda atıl hale sürüklendikleri gibi mevcut ücret düzeniyle sosyal-psikolojik bir baskının altında özsaygı yitimine uğratılmaktadırlar. Çalışanların da içinde bulundukları durum bu açıdan içler acısıdır. Kullandığımız dil, meseleyi çarpıtıp görünmez kıldığı için yoksulluğun girdabında savrulmanın ne tür yapısal bir şiddete maruz kalmak anlamına geldiğini kestiremiyoruz. Bu anlamda yoksulluk, sadece çalışanın maruz kaldığı bir yoksunluk durumu değil. Suya atılan taşın oluşturduğu dalgalanma gibi çalışanın evinden başlayarak içinde yaşadığı toplumun tüm dokusuna yayılan çürütücü bir etkiyle karşı karşıyayız.
BÜYÜK TÜRKİYE HAYALİNİN ASIL BOĞAZLANDIĞI YER DE BURASI
Türkiye’deki gerçekliğin ürettiği ve krizi çok daha ölümcül kılan diğer husus ise maruz kaldığımız sıra dışı ekonomi-politiğin bizi adeta mevcuda mahkûm eden yapısıdır. Yeryüzü ölçeğinde bütün insanlar için dayanışma ve destek ağlarını mümkün kılan, daha paylaşımcı, daha adil kısaca her bir insan için nitelikli bir yaşam örgüsü oluşturabilecek bir ekonomi-politik duyarlılık ve arayış, pratik ve zihinsel mücadeleyi zorunlu kılarken Türkiye’de ekonomi ve siyaset alanında yaşanan savrukluk öngörülebilir kapitalist bir işleyişi herkes için istenilir bir şeye dönüştürdü. Bu yaşananlar sadece maddi yoksulluğu tetiklemekle kalmadı aynı zamanda büyük bir ufuk körelmesine yol açtı. Büyük Türkiye hayalinin, imkânının ve iddiasının asıl boğazlandığı yer de kanımca burasıdır. Burası tam da hükümete ve kendi sorumluluklarını ifa etmekten feragat eden sivil toplum yapılarına hesabın sorulacağı noktadır.
