“'Kişi biliyor' ama müdahale etmiyor, o taktirde bu durumu nasıl değerlendireceğiz? Burada “aydın olmanın namusu” devreye girer. Aydın olmanın namusu bilmeyi yeterli görmez, müdahale etmeyi de görev sayar. Zira müdahale aydın için bir etik sorunudur. Bu yanıyla aydın, entelektüelden, uzmandan, bürokrattan ve akademisyenden ayrılır.”
Her insanın bir düzenden memnun olmama hakkı var, ancak sadece bu hakka sahip olmak yetmez, bu aynı zamanda bizi memnun olmadığımız düzeni değiştirmek için bir görevle görevli kılar. Bu da aydın kişinin sorumluluğunun gereğini yerine getirme görevidir.
Peki aydın kime denir? Aydın kime ve neye karşı nasıl sorumludur? Ve daha da önemlisi Türkiye’de durum nedir? Bu sorular özellikle içinden geçtiğimiz süreçte cevaplanması gereken önemli sorulardır.
AYDIN KİME DENİR?
Aydının geçerli bir tanımını yapmak için felsefi dayanakları olan bir temele oturtmak gerekir. Burada öncelikle sorgulanması gereken kritik soru şudur: İnsanı bu kadar vazgeçilmez ve değerli kılan nedir? Kanımca bu insanın değerli bir varlık olmasıdır. İnsanın değeri, onun özelliğinden, özelliği ise onu diğer varlıklardan ayıran yanından kaynaklanır. Bu temel ve belirleyici fark, insanın akıl sahibi bir varlık olmasına dayanır.
Aydın olmanın ilk adımı onun akıl sahibi bir varlık olmasıdır. Akıl bilgi üretmeye yarar. İkinci adım, akıl sahibi kişinin bilgi üretmesidir. Bilgi realiteyi anlamak ve açıklamak için gerekli olan bir araçtır. Realiteyi bilince çıkran varlık ona karşı sorumludur aynı zamanda. Bilmek sorumlu olmayı gerektirir, sorumluluk da yanlış giden bir şey karşısında müdahale etmeyi…
ASLOLAN DEĞİŞTİRMEK
Diyelim “kişi biliyor” ama müdahale etmiyor, o taktirde bu durumu nasıl değerlendireceğiz? Burada “aydın olmanın namusu” devreye girer. Aydın olmanın namusu bilmeyi yeterli görmez, müdahale etmeyi de görev sayar. Zira müdahale aydın için bir etik sorunudur.
Bu yanıyla aydın, entelektüelden, uzmandan, bürokrattan ve akademisyenden ayrılır. Bu anlamda koşulları yerine getirdiği takdirde bir torna ustası aydın olabilir, koşulları yerine getirmediği takdirde bir üniversite profesörü bile aydın olamaz. Demek ki akademik kariyer aydın olabilmek için yeterli bir koşul değildir. “Müdahale” gerekliliği soruna ister istemez toplumsal bir boyut katmaktadır.
TEMEL AYRAÇ RİSK YÜKLENMEKTİR
Aydın aklını ve enerjisini kullanırken, bencil davranmayan, kendisi dışındaki insanları ve toplumu da düşünen kişidir. Çünkü bilmek sorumluluktur, sorumluluk ise paylaşmayı gerektirir, bu gereklilik aydın için son bir sınavı devreye sokar: Risk yüklenmek. Bu yüzden aydın müdahalede bulunduğunda egemenlerin gazabına uğrayabilir. Bu durumda aydın ile düzen arasında çatışma başlayacaktır.
Bu çatışmada aydın egemen güçlerin, düzeninin yanında yer almaz. Tersine düzene muhalefet eder. O nedenle güçlü güçsüz mücadelesinde, aydın, güçsüzlerin yanında yer almalı, kimsesizlerin kimsesi, sesi çıkmayanların sesi olmalıdır. Bu ister istemez aydını risk altına sokacaktır. İşte aydın için asıl zor aşama budur. Bu yüzden devletle başı hep derttedir. Onun için geri kalmış ülkelerin aydınları çoğunlukla ya hapiste ya da sürgündedir.
AYDIN KİME KARŞI, NASIL SORUMLUDUR?
Salt zihinsel etkinlik gösteren kişi entelektüel, belli bir alanda diploma sahibi olan uzman, üst düzeyde bir büro memuru olan ise daha ziyade bürokrattır. Aydın ise bütün bu terimlerden biraz daha farklıdır. Aydını bürokrattan, uzmandan hatta entelektüelden ayıran temel özellik onun inandığı doğruyu söyleyebilme etiğine sahip olması, kitlelerin suskunluğa itildiği dönemlerde bile sesini yükseltebilme sorumluluğudur.
Böyle bir sorumluluk aydına bir iş bölümü sonucu verilmiş değildir. O bildiklerinden dolayı kendini diğer insanlara karşı sorumlu hisseden, bazen anlaşılamama pahasına mücadele eden kişidir. Macit Gökberk, “Aydının, toplumu aklın ışığı ile aydınlatmak yolunda eleştiri görevini yüklenen kişi olduğunu, eleştiri geleceği biçimlendirmede aydınlara hem görev hem de sorumluluk yüklendiğini” ileri sürer.
Çünkü üstün bilgi, yetenek, diploma kariyer sahibi olduğu halde çağının ve insanın sorunlarından kaçan sorumsuz bir yapıya karşılık, gerçek aydın yeryüzünde işlenen her kötülük ona dokunuyormuşçasına evrensel bir sorumluluk duygusuyla tutum alır. Kendi iyilik ve doğruluğunun insanlığın iyilik ve doğruluğuyla yakından ilişkili olduğunun bilincindedir.
TÜRKİYE’DE DURUM NEDİR?
Aydın olmak sadece sözde olabilecek bir şey değil, aynı zamanda pratikte de gösterilmesi gereken bir durumdur. Ömürleri kendi dışındaki sınıfların düşüncelerini savunmak ve bu düşünceleri yaymakla geçer. Bu nedenle her aydın kendi başına bir dünyadır ama bu dünya diğer dünyalarla irtibat halindedir. Aydın halkından kopuk değildir. Gramsci, “Aydın halkın tutkularını anlamazsa, onunla arasında duygusal bir bağ kuramazsa, halkla arasında bir mesafe olursa aydın olamaz” diyor.
Bu yüzden aydın ile ülke gerçeği hep çatışa gelen iki gerçek olmuştur. Özellikle çok kültürlü, çok dilli, çok dinli ülkelerde durum budur. Bilginlerin, yazarların,sanatçıların bir bölümü, Barres’ın tespit ettiği gibi şöyle düşünüyorlar: “Ülkemiz yanlış yapsa da doğru olduğunu düşünmemiz gerekir” diyerek açık açık yanlıştan yana tavır takınıyorlar. Rıza üretmeyen, halktan kopuk iktidarlar da bizi hep bunu yapmaya zorlarlar. Hatta iktidara yakın ya da yaranmak isteyen bazı “aydınlar” bununla da kalmayıp, kendi ülkeleriyle ilgili düşünce ve söz özgürlüğü taşıyanları “ulus haini” saymaktan geri durmamışlardır.
Bu durumun en çarpıcı yaşandığı ülkelerden biri de Türkiye’dir. Kongar, “Bu ülkede ‘hain’ olmak istemiyorsanız, evrensel ölçülere göre aydın olmaktan vazgeçmeniz gerekir” derken, aslında önemli bir gerçeği dile getirmiştir. Aziz Nesin, “Ah Biz Ödlek Aydınlar” adlı kitabında Türkiye’deki kimi aydınları kısa görüşlü, gönlüne göre gerekçe uyduran ve ödlek olarak nitelendiriyor.
Günümüze gelirsek Türkiye’de iktidar bir süredir hukuku araçsallaştırarak muhaliflerini sindirmeye ve susturmaya çalışıyor. CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı İmamoğlu başta olmak üzere, parti başkanları Demirtaş, Yüksekdağ, Özdağ, belediye başkanları (Özer, Akpolat, Köseler, Çalık, Şahan), milletvekili Can Atalay, siyasetçiler, gazeteciler, Gezi tutukluları (T. Kahraman, A. Barım, O. Kavala, Ç. Mater, M. Özderen ve birçoğu) aydınlar, yazarlar hapiste.
Bir tarafta toplumsal barıştan bahsedip öte yandan siyasileri, halkın seçtiği belediye başkanlarını cezaevine doldurmakla nasıl toplumsal barış sağlanacak? Bu mümkün mü?
Bu tablo nasıl bir dönemden geçtiğimizin resmidir aynı zamanda. Tarih buna susanları ülkelerine karşı sorumluluklarını yerine getirmemiş olmakla kaydedecektir. Nihayet her şey biter, geriye hikayesi kalır aydının. Tarihte haksızlık karşısında susmak aydın için en büyük utanç sayılmıştır.
O nedenle insanın aklına ister istemez şu soru geliyor: şimdi değilse ne zaman, sen değilsen kim ses verecektir?
ZOLA’NIN ÇIKIŞI
13 Ocak 1898 tarihinde Emile Zola hapsedilmeyi ve yurdundan sürülmeyi göze alarak ünlü “İtham Ediyorum” makalesini yayımladı. Zola bu makalesinde Fransa’da Yahudi kökeninden dolayı casuslukla suçlanan ve 1895 yılında haksız yere kürek mahkûmiyetine çarptırılan yüzbaşı Alfred Dreyfus’un aklanmasını istiyordu. Bu amaçla ordu ve adalet bünyesinde kurulmuş olan komployu her türlü riski göze alarak teşhir ediyor, dönemin cumhurbaşkanının şahsını hedef alarak itham ediyordu.
Komplocular yazısından dolayı Zola’yı yargıladılar. Ünlü yazar ülkesinden İngiltere’ye kaçmak zorunda kaldı. Çok geçmeden gerçek anlaşıldı, Dreyfus aklandı, Zola ise ünlü “İtham Ediyorum” makalesi ile yeni bir çağ başlattı ve tarihte hak edilen yerini almış oldu. Bugün Fransa’da büyük kutlamalarla anılıyor. Bu durum aslında Fransa devletinin Zola’dan özür dilemesi, Fransa aydınının ise yüzyıl önce namusunu kurtardığı için Zola’ya minnet borcunu ödemesidir. Aydınlık yarınlar için günümüzde Zola gibi aydınlara ihtiyaç vardır.
*Prof. Dr. Ahmet Özer. Tutuklanan ve yerine kayyum atanan Esenyurt Belediye Başkanı