Görüşler

‘Ayı beni yedi’ sendromu

‘Ayı beni yedi’ sendromu

Korkmaları gereken Rabb’lerinden daha çok, onlardan korkuyorlar. Kabe'de, mazlum Müslümanlar için dua edenleri, görevliler, derdest edip tutukluyor. Neden? O ülkeyi yönetenler, o mazlumlara zulmedenlerden ve zalimin çevresinden korkuyorlar.

"Elbet kazanacak mazlumlar
Çünkü zulmün
Bir ‘ah’ miktarınca ömrü var”
Çok yeni bir toplumsal belirteç, o yüzden yeni duyuluyor. Ancak yakın zamanda çok yaygınlaşıp, belki de öncelikle bilim dünyasında, sonra politikada , entelektüel kesimde, en son da halkın çoğunluğunda karşılığını bulacağı, belli bir duruşu simgeleyeceği anlaşılıyor.

Bir cümle ile ama yaşamsal değeri olan bir cümle ile başlamalı:

‘Yapmayacağınız şeyi söylemeyin.

”Yapamayacağınız” değil, “Yapmayacağınız”

Yapamamakta, bir tahmin yanılması var . Herhangi bir şey için düşünduğünüzden farklı bir konumun ortaya çıkmasıyla birlikte, elde olan ya da olmayan nedenlerle gerçekleşemeyen bir öngörü kayması sözkonusu. Oysa, yapmamakta, bir aldatma, önceden karar verilmiş bir kandırma sözkonusu.

Özellikle, siyasal söylemin iktidar/ve muhalefet kanadı, dünyanın birçok ülkesinde, kadimden beri, geleceğe yönelik iyileştirmeleri konuşmaktadır. Her zaman bu söylem gerçekle örtüşmeyebiliyor.

Öncelikle, şu konuda fikir birliği sağlamak gerekir. Yönetmek zordur. İnsanın kendini yönetmesinden tutun da, bir aileyi ya da bir ülkeyi yönetmek, aynı biçimde zordur. Bu yüzden kuralları doğru koymak, insanın var olduğu günden beri, bireysel ve toplumsal kuralları, evrensel insan kabulu ile sağlam ve herkesin uyacağı tespitler biçiminde, net olarak belirlemek ve onu bozmamak gerekir.

Yöneten ya da yönetilen, toplumun tüm kesimleri, öncelikle farklılığı, bu kurallardan inhiraf etmeyi insan onurunun zedelenmesi olarak kabullenip, kurallara uymayı bir erdem olarak benimsemelidir.

Sanırım dünya genelinde önce siyasetten başlamak gerekir. Siyaset, halk yaşamında en belirleyici unsurdur. Kısaca, siyaset, çoğunlukla şu şablonla yürütülmektedir: Halkın beklentileri nedir? Anketler, saha çalışmaları gibi çok geniş bir yelpazede araçlarla, kamuoyunun beklentileri saptanır. Onun bir tık yukarısı, süslü sunumlarla “sözler verilir”, bu içerikte programlar yayınlanır, kim, halkı daha güzel “İkna ederse” o seçilir. Seçim bittikten sonra, ne güzel bir sığınaktır, “Enkaz devraldık!”. Söylenir ve söz verilenler defteri de itirazsız olarak kapanır.

Çok cılız bir ses, “Siz zamanında şunları söylemiş, bunları yapacağınıza söz vermiştiniz, işte belgeleri, görüntüleri, notları” dese hiçbir şey değişmeyecektir. Oluşturulan yapay çalkantı ve dalga, bütün sesleri boğacak, itirazları susturacaktır. Kutsal çoğunlu zaten “bizimkiler/ve başkaları” ayırımını iyice içselleştirmiştir.

Sessizlik.

Bizim toplumumuzda, insan yapımız, keskin kırılmaların olağan olduğu bir yapıdır. İnsan yapısı bu olunca, insanların oluşturduğu toplumların da buna benzer olması kaçınılmazdır. Davranışları, dostluk ve düşmanlıkları, tepkileri, anlıktır, sürekliği azdır. Sağlam bir gerekçeye dayanmamaktadır. Bu yüzden dostluk ve düşmanlıklar, kabül ve redler birbirine yüzde yüz zıt olabilir, hem de çok kısa bir zamanda. Düşünce ve davranış biçimlerimiz, düşünsel olmak yerine simgesel temellere dayanabilmektedir.

Ne yazık ki, bizim toplumumuz kişisel yararı önceleyen, davranışını ona göre kurgulayan bireylerden, bunların oluşturduğu gruplardan oluşur. Herkes gelecek senaryosunu kendine göre yazıp oynamakta, ortaya, tahlil edildiğinde evrensel ölçütlere göre hoşnut olmayacağımız bir tablo çıkmaktadır.

Devlet yapısı, “Kötülüğü önleyici” bir kurguya göre değildir, var olan da sıkça bozulduğundan, devleti belirleyici olması gereken düzen, sıkıntılıdır.

Sözün, kalıcı bir değerinin olmadığı, geleceği biçimlendireceği düşünülebilen anlık yararların insana yol çizebileceği amacıyla hareket edilirse, böyle kişiliksiz ve kimliksiz bir sonuca ulaşmak da şaşırtıcı olmamalıdır.

Birey olarak da, toplum olarak da sanıyorum tüm dünyanın problemi, “Yapmayacağı şeyi söz vermektir.”
Bazı toplumlarda, sağlam ve erdemli değerlere, sımsıkı sarılarak, aile ve okul eğitiminin, birbirini tamamlayıcı unsurlar olarak ortaya koyduğu bilinç, erdemli bir toplum örneğini de ortaya koymaktadır.

İskandinav ülkeleri ve Japonya başta olmak üzere, Batı Toplumu’nda belirlenmiş kurallara uyma eğilimi, yine de ağırlıklı olarak vardır. Varoluş miktarına göre de toplumsal bilincin içini doldurmakta, kalitesini oluşturmaktadır.

Erdemli olmanın coğrafi bir farklılık olmadığını hepimiz biliyoruz. Kişiseldir, ama erdemli kişiler, erdemli toplumu oluşturur.

Günümüzde yeryüzünde bir tek örnek vardır ve bu örnek, dünyayı erdemliler ve erdemli olmayanlar diye ikiye ayırmaya yetmiştir.

Yakın sayılabilecek bir geçmişte de vardı. Biz onu, Franz Kafka’nın “Milena’ya Mektuplar” kitabında, İlya Ehrenburg’un, o kocaman Fırtına adlı romanında ve Yevgeni Yevtuşenko’nun Babi Yar şiirinde (Shostakovich, 13. senfoni) okuduk ve içselleştirdik. Babi Yar’da topluca katledilen 33771 çocuğun, kadının; genç, yaşlı insanların hunharca öldürülmesi, kalbimizi kanattı. İnsanoğlunun nerede, ne zaman, kimden gelirse gelsin ve nasıl olursa olsun, yaşadığı her acıyı, kendi acımız bilerek, içimiz yandı.

Dünya haritasına baktığınızda, bir yerlerde incecik bir kıyı şeridi var. Burada insanlar kadimden beri yaşıyor. Birdenbire, daha önce orada çok az sayıda olan insanların benzerleri geliyor yeryüzünün her yerinden, bir barajın kapağı açılırcasına.

Dünyanın önemli merkezlerinden yönlendirilen bir organizasyonla oluyor sanki bütün bunlar.
Bir yüz yıllık geçmişi var bu olup bitenin.

Dışarıdan gelen, daha sonra kurulan devlette cumhurbaşkanlığı dahil, bütün üst görevleri yürüten bir ekibin başını çektiği, dışarıdan gelenlerin ortaya koyduğu, yıldırma, korkutma; yerli halkın yurdunu terk etmesini sağlama amaçlı bir terör.

Son yüzyılda, bu terörist grubun, dinsel içerikli bu grubun, muharref kitabını bir ırkın özellikli olduğu zannına dayandıran bu grubun ve en kötüsü, bu kötülükleri gerçekleştirmek için dünyanın körce, her alanda ve sonsuz desteklediği bu grubun kurduğu o minimini Golyat, o mikro Calut ve cebberrut 1948 artığı ülke’nin baskısıyla, yıllardır terörün her türlüsünü yaşıyor, o sahil şeridinin mazlum, mağdur yerli halkı.

1948 ‘e kadar topraklarını terk edip gitmeleri için, dünyanın her yerinden gelmiş, zalim ve hünsa bu terör topluluğunun aşırı şiddetinin muhatabı oldular.

Yapayalnızdılar.

Kimse onları anlamadı.

Şimdi de anlamıyor.

Onların filmi yapılmadı, senfonileri bestelenmedi, ağıtları yakılmadı.

Onların şiirleri söylenmedi daha.

Büyüye büyüye gelen önü açık bir sayı, en son 64368 ölüm.

Bu, süregelen ölümlerden sonra gelecek ve insanlikları, terörle, şiddetle, zorla ellerinden alınmış insanların çocuklarını göreceğiz hep birlikte.

Yeryüzüne barış gülleri serpecek o canım çocuklar…

Adından, herkesin yanlıştıla “İslam Ülkeleri” diye söz ettiği bir garip devletler topluluğu var. Çoğunun başında babadan oğula diktatörler; krallar, cumhurbaşkanları, başkanlar, emirler var. Ahalileri onlardan korkuyor. Korkmaları gereken Rabb’lerinden daha çok, onlardan korkuyorlar. Kabe’de, mazlum Müslümanlar için dua edenleri, görevliler, derdest edip tutukluyor. Neden? O ülkeyi yönetenler, o mazlumlara zulmedenlerden ve zalimin çevresinden korkuyorlar.

Ve bu korku, onları, bir eşek arabasından daha değersiz kılıyor. Hatırlayacaksınız, yıkık ev enkazlarının arasından, yıkık hastanede kurulmuş derme çatma sağlık evine, ağır yaralıları taşıyan o eşek arabasından daha değersiz, daha işlevsiz bunca “ekabir”.

O ülkelerde, onların ağzının içine bakan ahali de sessiz; kör, sağır, dilsiz.

Onlara karşı olanlar da yoğun yanlış yönlendirme sonucu, 1948 artığı zalim ‘in propaganda aracına dönüşmüş.

Tam o anda umulmadık bir şey oluyor.

“Batı” olarak adlandırılan kesimden gençler, aydınlar, akademisyenler, devlet adamları, işçiler; halkın her kesiminden insanlar önce bireysel, sonra öbek öbek, en son topluca bir “dünya yüreği” olarak ortaya çıktılar.

Mandela ’nın Güney Afrikasının hukuk yolu arama çabası, İspanya’nın özgün ve öncü duruşu, İtalya ve birçok devlet, bu insanlık sınavını başarı ile yürütmeyi sürdürüyor.

Sumud, kararlılık filosu işte bu delikanlılık patlaması olarak düzenlenip yola çıktı.
Her şeyi göze alarak.

Karşılarında terörle kurulmuş ve şiddetin her türlüsünü pervasız uygulayan 1948 artığı yapıyı hiçe sayarak.

Hepsine selam olsun.

Hele İtalya’nın liman çalışanları, o yiğit dok işçilerinin mesajı, bana Hz. Ömer’in Müslümanlığını ilan ettikten sonra, bunu hazmedemeyen “yüreği kara adamlar”a dönüp: “Anasını ağlatmak, karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyen, benimle, şu karşı tepenin ardında birleşsin!” der ve karşı tepenin ardına doğru yürüyüp gider.

Ne diyor İtalyan dok işçileri: “Sumud’dan 20 dakika haber alamazsak, bağlantı kesilirse, başta Avrupa’nın, sonra tam dünyanın ticareti çöker” Delikanlılığın tariflerinden biri de budur işte.
Bundan sonra göreceksiniz o adına çok yanlış olarak “İslam ülkeleri” denen ucubeyi ve onun biçare ahalisini.

“Ayı beni yedi sendromu” bu işte.

Antlatım, Erzurum’lu Muammer Cındıllı’ya ait. Kadim dostum Garipkafkaslı’yı anma kitabında okudum.
Erzurum’lu meşhur Teyyo Pelvan, bir kahvede gençleri etrafına toplamış, kendisine ait bir ayı avını nakletmektedir.

Teyyo Pelvan, bıçağıyla, tüfeğiyle müsellah, ayı avına gitmiştir.

Amansız bir dağ başında ayı ile karşılaşır.

Alt tarafı uçurum, üst tarafı ise çıkılması imkânsız, dimdik bir dağ. Kıpırdamak mümkün değil. Bıçağı ayıya atar, tutturamaz, bıçak uçurumdan aşağı düşer. Tüfeğin son mermisine kadar atar, nafile, yine tutturamaz. Anlatımının önceki bölümlerinde, bütün çıkış yollarını kapatmıştır zaten. Altı uçurum, üstü dağ, bıçak yok, mermi bitmiş, ileride kızdırdığı ayı bekliyor, geri dönüşü yine ayılar tutmuş…

Bir yandan da gençler habire sıkıştırıyor: “E, Teyyo Emmi ne oldi?”

Düşünür, taşınır, verecek hiçbir cevabı yok. Gençler durur mu habire sıkıştırıp duruyorlar, “Sonra ne oldi?”

Teyyo çaresiz boynunu bükmüş: “N’olacak oğlum, ayı beni yedi!”

Bundan sonra, tıbbın hemen kendine mal edeceği bu sayrılığı, daha çok duyacaksınız.

YORUMLAR (10)
10 Yorum
YORUM YAZ
İÇERİK VE ONAY KURALLARI: KARAR Gazetesi yorum sütunları ifade hürriyetinin kullanımı için vardır. Sayfalarımız, temel insan haklarına, hukuka, inanca ve farklı fikirlere saygı temelinde ve demokratik değerler çerçevesinde yazılan yorumlara açıktır. Yorumların içerik ve imla kalitesi gazete kadar okurların da sorumluluğundadır. Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır. Özensizce belirlenmiş kullanıcı adlarıyla gönderilen veya haber ve yazının bağlamının dışında yazılan yorumlar da içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır.
Bunlar da İlginizi Çekebilir