Görüşler

Belediye başkanlarının üç cisim problemi

Belediye başkanlarının üç cisim problemi

Yurttaşları pasif seçmen ya da hizmet tüketicisi olarak değil, kolektif aklın etkin unsurları olarak konumlandıran, açık veri, şeffaflık ve birlikte üretim araçlarını merkeze alan bir yerel yönetişim tasarımı, “gölgenin kısaldığı” dönemlerde dahi meşruiyet ve kapasiteyi yeniden üretebilir.

Yakın zamanda popüler bir dijital platformda dizisi yayınlanan Çinli yazar Liu Cixin’in çarpıcı bilim kurgu romanı Üç Cisim Problemi, gök bilimin en temel paradokslarından birini güçlü bir kurguyla işler: Üç gök cisminin birbirleriyle etkileşimleri öylesine karmaşıktır ki, bu sistemde kalıcı bir denge kurmak imkansıza yakındır. Gezegenler sürekli yörünge değiştirir, kimi zaman birbirine yaklaşır kimi zaman uzaklaşır. Bu kaotik evrende iklimler öngörülemez, düzenli bir yaşam mümkün olmaz. Romanın medeniyetleri sürekli yıkılıp yeniden kurulur, kimi zaman kısa bir istikrar dönemi yakalar, ardından kaos döngüsü her şeyi yerle bir eder. Bu yüzden Üç Cisim Problemi, yalnızca fiziksel bir denklem değil, aynı zamanda siyasal ve toplumsal istikrarsızlıkların da güçlü bir metaforu olarak okunabilir.

Romanın kurgusu bize son günlerde belediyelerle ilgili olarak yaşanan siyasi süreçleri anlamak için bir anahtar sunabilir. 1990’lardan bu yana gizli bir siyasi güç veya geleceğin liderliğine açılan bir yol olarak görülen belediye başkanlığı pozisyonu, bugün adeta bir “üç cisim problemi” etkisi yaşıyor. Son otuz yıldır belediye başkanlıkları bir tür doğal lider kuluçkası ve devleti yönetmenin kestirme yolu olarak algılanırken, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçişten sonra bu pozisyonun tanımladığı yerel iktidar süreçleri hem iktidar hem muhalefet için farklı düzeylerde bir tehdit algısı yaratmaya başladı. Bu denklemde bir yanda iktidar partisi, diğer yanda muhalefet partileri, üçüncü tarafta ise devleti oluşturan temel kuvvetler yer alıyor. Dengenin ortasında ise değişken koşullara uyum sağlamak zorunda kalan belediye başkanları bulunuyor. Tıpkı romandaki gibi bu üç gövde arasındaki etkileşim hiçbir zaman sabitlenmiyor.

Bir dönem belediye başkanları, özellikle büyükşehirlerde muhalefetin en güçlü kozları olarak iktidarın karşısına çıkarken; başka dönemlerde yargı süreçleri, kayyum atamaları, siyasi baskılar veya parti transferleriyle etkisiz hale getiriliyor.

Bugün sorulması gereken temel soru şu: Türkiye’de belediye başkanı gerçekten bağımsız bir siyasi aktör mü, yoksa sürekli değişen çekim güçleri arasında savrulmaya mahkûm bir varlık mı? Bu sorunun yanıtlanması, Türkiye’nin anayasal sisteminde son dönemde belediye başkanları özelinde çok tartışılan bir meselenin açıklığa kavuşturulması açısından yaşamsal görünüyor. Eğer sadece “benden” olarak görülen belediye başkanlarının başarılı olmasına izin verecek ve “başkalarının” olarak görülen belediye başkanlarını engelleyecek bir sistem ortaya çıktıysa, sorunları sınırları ve insani anlayışları aşan kentlerin gerçek sorunlarıyla nasıl başa çıkabiliriz?

MUHALEFET BELEDİYELERİNE MÜKEMMEL TUZAK

Son otuz yılda iktidar partisi tarafından geliştirilen yerel yönetim ve şehircilik pratikleri, belediyelerin temsilden örgüt yapısına, hizmet sunumundan denetim mekanizmalarına kadar birçok alanda çözümsüzleşen döngüler üretti. Bu pratiklerin ortak noktası, sonuçta kentleşme süreci ve kentlilerle ilişkileri ağırlıklı olarak yaygın kollamacı ilişkiler ve popülist uygulamalarla kurmasıydı. Kamu yatırımlarının taşere edilmesiyle ve imar süreçleriyle ortaya çıkan rantın paylaşımında kollamacı ağların, sürekli inşai faaliyetlere ve kentsel yaşamın kamu kaynakları kullanılarak gösterileştirilmesine dayalı dayalı bir kentsel gelişme süreci popülist performansın alanı haline geldi. Yeri geldiğinde bayramlarda şeker, kandillerde simit dağıtabilen, seçimlerde imar artışını müjde olarak duyuran, hizmet adı altında hiçbir kapasite ve işletme sürecinin sürdürülebilirliği dikkate alınmadan tesisler inşa eden, ancak iklim krizi ve afetler gibi süreçler karşısında kentsel altyapı ve mekânı dönüştürme anlayışından yoksun bir belediye modeli ortaya çıkmıştı. Her ne kadar belediye yönetimleri değişse de bu belediyecilik mirası bir yandan muhalefet belediye başkanları için zamanı geldiğinde kullanılabilecek bir tuzak görevini yerine getirdi.

Bu modelin en önemli unsuru temsilde aşırı güçlü belediye başkanı figürüydü. Türkiye’de belediye meclisleri giderek etkinliğini yitirmiş, karar süreçleri belediye başkanlarının etrafında yoğunlaşmıştır. Bu nedenle başkanlar, özellikle imar, ihale ve istihdam alanlarında neredeyse sınırsız bir yetki alanına kavuşmuş; demokratik temsil, şeffaflık ve kolektif karar alma ilkesinden uzaklaşılmıştır. Bu eğilim, belediyeleri halkın örgütlülüğünde değil, başkan çevresinde şekillenen “kent patronu” merkezli yapılar haline dönüştürmüştür. Burada belediye başkanları aslında siyasi teşkilat ve ilin milletvekilleri ile birlikte bir troyka yapı ile kentsel süreçleri yönetmekteydi. Ancak bu yapı inanılmaz bir siyasi temsil vakumu oluşturmaktaydı. Bırakalım muhalefete oy verenlerin belediye meclisinde nasıl temsil edileceğini, iktidara oy verenlerin bile mecliste ancak kollamacı ilişkilerle taleplerini dile getirebilmesi mümkün olabilmekteydi.

Hizmet sunumunda yaşanan dönüşüm de özünde bu yapısal erozyonu ortaya koyar. Belediyeler artık doğrudan üretim yerine, tüm faaliyetlerini taşeronlara ihale ederek yürütmektedir. Bu eğilim, denetim süreçlerini zayıflatmış; hizmetlerin piyasa aktörlerine bağımlı hale gelmesine yol açmıştır. Bu bağlamda, halkın ihtiyaçlarından ziyade görünür, popülist ve içi boş söylemlerle süslenen faaliyetler ön plana çıkmıştır.

Muhalefet belediyeleri, 2019’dan itibaren bu yapısal tahribata uğramış ve yozlaşmış kurumsal gövdeleri stratejik bir dönüşüm gerçekleştirme fırsatı olmadan devraldılar. Bu sebeple de önlerinde buldukları yapının mevcut kurumsal kapasitesini verili durum olarak kabul ederek ilerlemek ve ancak kısıtlı sürede dönüştürebilecekleri alanlara müdahil olmak yaklaşımıyla ilerlediler. Bu bağlamda siyasi söylemde sıkça kullanılan “tuzak” metaforu anlam kazanıyor: Yapısal dönüşümler gerçekleşmeden devralınan sistem, muhalefet belediyelerini hem demokratik işlevsellikten uzaklaştırıyor hem de siyasi baskıya açık hâle getiriyor. Bu kritik dönemeci aşamadan geçmeden, yerel demokrasi ve kurumsallaşma yollarında ilerlemek imkânsız hâle geliyor.

KAOTİK YÖRÜNGEDEN ÇIKIŞ MÜMKÜN MÜ?

Üç Cisim Problemi’nin ayırt edici yanı, istikrarsızlığın yapısal oluşudur. Türkiye’de belediye başkanlarının güç zeminindeki kırılganlık da benzer biçimde, merkezileşme, piyasalaşma ve kurumsal kapasite zayıflığı gibi yapısal etkenlerden beslenmektedir. Demokratik temsilin zayıflaması (meclislerin etkisizleşmesi), örgütsel erozyon (liyakat ve teknik yeterlilikte aşınma) ve hizmet sunumunun taşeronlaşması (denetimin ve şeffaflığın gevşemesi) belediyelerin kalıcı bir yörüngeye oturmasına mani olmaktadır. Buna eşlik eden bir başka sorun, kamu hizmetlerinin kalitesinden çok iletişimin performansına odaklanan popülist pratiklerin yerleşmesidir: Kent yaşamındaki yapısal dönüşümler üretmek yerine, yapılanların baskın halkla ilişkiler mekanizmalarıyla “anlatılması” başlı başına bir işe dönüşmekte; bu da uzun vadeli kurumsal inşayı gölgelemektedir.

Ancak fizikten farklı olarak, siyasette tasarımla denge yaratmak mümkündür. Çıkış, kişisel karizma ya da iletişim mahareti değil; kurumsal güçlenme, katılımcı yönetişim ve yenilikçi/deneysel kapasite ile mümkündür. Kendi yazılarımda vurguladığım kitle bilgeliği yaklaşımı tam da burada devreye girer: Yurttaşları pasif seçmen ya da hizmet tüketicisi olarak değil, kolektif aklın etkin unsurları olarak konumlandıran, açık veri, şeffaflık ve birlikte üretim araçlarını merkeze alan bir yerel yönetişim tasarımı, “gölgenin kısaldığı” dönemlerde dahi meşruiyet ve kapasiteyi yeniden üretebilir.

Bu doğrultuda, üç cisim benzetmesinin yarattığı kaotik salınımı kurumsal tasarım ve ağ yönetişimi ile sönümleyebilecek bir yol haritası öne çıkmaktadır:

•DEMOKRATİK TEMSİLİN TAHKİMİ: Belediye meclislerinin yetki ve kapasitesini artırmak; gündem ve komisyon süreçlerini uzmanlık ve sivil toplumla sistematik biçimde entegre etmek; denetimi bağımsızlaştırmak.

• MALİ VE İDARİ ÖZERKLİK: Öngörülebilir gelir paylaşımı, koşullu/sonuç odaklı transferler, bağımsız iç-dış denetim; liyakat temelli atama ve kariyer sisteminin kurumsallaşması.

•İHALE-HİZMET EKOSİSTEMİNİN DÖNÜŞÜMÜ: Şeffaf, izlenebilir, bütünleşik bir tedarik yönetimi; yenilikçi alım (ön-ticari tedarik, meydan okumaya dayalı alım) ve performans sözleşmeleri; taşeron bağımlılığını azaltan karma üretim kapasitesi.

•KİTLE BİLGELİĞİNE DAYALI KATILIM: Açık veri portalları, dijital meclisler, katılımcı bütçe, yurttaş panelleri ve “problem çözme kuluçkaları”; iletişimi PR’dan çıkarıp birlikte karar ve birlikte uygulama zeminine taşımak.

•KENTTE HIZLI DENEY-ÖĞREN DÖNGÜSÜ: “Yaşayan laboratuvarlar”, düzenleyici kum havuzları ve kentsel test alanlarıyla küçük ölçekli pilotların hızla denenmesi; işe yarayanın ölçeklenmesi, yaramayanın düşük maliyetle sonlandırılması.

•BİLİM-TEKNOLOJİ-KENT SENTEZİ: Üniversiteler, araştırma merkezleri ve yerli start-uplarla ortaklık; şehir içi mobilite, enerji verimliliği, su yönetimi, atık döngüselliği ve kamusal alan kalitesi için kanıta dayalı politika setleri.

•AFET DİRENÇLİLİĞİ VE İKLİM EYLEMİ ODAKLI YENİDEN KURULUM: Risk haritalarının açıklığı, mikro-bölgeleme, erken uyarı ve mahalle dayanışma merkezleri; yeşil-mavi altyapı, ısı adası azaltımı, bina güçlendirme ve kademeli dönüşüm programlarının katılımcı uygulanması. Bu alanlarda yenilikçi teknolojilerin (uzaktan algılama, dijital ikizler, sensör ağları, mikro-şebekeler) hızla test edilip devreye alınması, yerel yönetimlere yapısal “avantaj kazandıran” bir denge sağlar.

•LİDERLİK MODELİNİN EVRİMİ: “Güçlü başkan” tipinden dayanışmacı lider–ağ kurucu tipine geçiş. Belediyeyi; komşu belediyeler, merkezi idare, üniversiteler, sivil toplum ve özel sektörle çok-merkezli bir işbirliği ağının koordinatörü olarak konumlandırmak.

Bu çerçeve, iletişimin kendisini amaç olmaktan çıkarıp katılımın altyapısı haline getirir; PR’ın parlak yüzeyini, birlikte üretimin kalıcı kapasitesine dönüştürür. Özellikle afet dirençliliği ve iklim krizi gibi yüksek öncelikli alanlarda, kent içi yenilikçilik ve bilimsel gelişmelerle desteklenen hızlı deneme–öğrenme süreçleri, yerel yönetimlerin yapısal “üç cisim” dengesizliğini aşabileceğini gösterir. Böyle bir dönüşüm, belediye başkanlarının gölgelerini tek başına uzatmaya çalışmak yerine, ağlar üzerinden paylaşılan ışık ile kalıcı bir denge kurmanın kapısını aralar.

Son tahlilde: Fizikte üç cisim probleminin kapalı form çözümü yoktur; siyasette ise tasarlanmış kurumlar, katılımcı mekanizmalar ve yenilikçi kapasite ile denge üretilebilir. Bu adımlar atıldığında, belediye başkanları iktidarın sert ışığı altında kısalan gölgeler olmaktan çıkıp, dayanışmacı liderlik ve ortak aklın kurduğu istikrarlı yörüngelerin taşıyıcıları haline gelebilir.

SAVAŞ ZAFER ŞAHİN KİMDİR?

Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi’nde tam zamanlı akademisyen olarak çalışmalarını sürdürmekte olan Savaş Zafer Şahin, 2019 yılından bu yana Ankara Kent Konseyi Başkan Yardımcılığı görevini de sürdürmektedir.

YORUMLAR (4)
4 Yorum
YORUM YAZ
İÇERİK VE ONAY KURALLARI: KARAR Gazetesi yorum sütunları ifade hürriyetinin kullanımı için vardır. Sayfalarımız, temel insan haklarına, hukuka, inanca ve farklı fikirlere saygı temelinde ve demokratik değerler çerçevesinde yazılan yorumlara açıktır. Yorumların içerik ve imla kalitesi gazete kadar okurların da sorumluluğundadır. Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır. Özensizce belirlenmiş kullanıcı adlarıyla gönderilen veya haber ve yazının bağlamının dışında yazılan yorumlar da içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır.
Bunlar da İlginizi Çekebilir