Görüşler

Bolayır’ın rüzgârından Mağusa’nın taşlarına: ‘Hür vatan’ şairinin bugünün Türkiye’sine vasiyeti

Bolayır’ın rüzgârından Mağusa’nın taşlarına: ‘Hür vatan’  şairinin bugünün  Türkiye’sine vasiyeti

Mustafa Yeneroğlu, 185.doğum gününde Namık Kemal’i yazdı. Yeneroğlu, ‘Hür vatan şairi’ dediği Kemal’i hamasetin sığ sularından uzak durarak kaleme aldığını belirtiyor.

Bugün 21 Aralık. Hürriyet fikrinin bu topraklardaki banisi, vatan kavramını hak ve adaletle özdeşleştiren Namık Kemal’in doğum günü.

Ancak bu satırları, resmi anma törenlerinin o ruhsuz, ezberci, “adet yerini bulsun” protokolünden ve hamasetin sığ sularından bilinçli olarak uzak durarak kaleme alıyorum. Çünkü Namık Kemal’i sadece bir “edebiyatçı”ya indirgemek; şiirlerini, o büyük ‘Hukuk, Adalet ve Meşveret’ kavgasından kopuk bir nostaljiye hapsetmek, onu anlamak değil, sansürlemek olur. Namık Kemal’i anmak, kuru bir tekrar değil; onun bedel ödediği hakikatleri bugünün vicdanında yeniden tartmaktır.
Bu metni kaleme alırken, gözümün önüne rüzgârı hiç eksik olmayan o tepe; Gelibolu’nun Bolayır’ı geliyor. Dedesi Abdüllatif Paşa ile yan yana yatan o kabri başında dua ederken zihnimde iki duygu iç içe geçiyor: Ülkemin bugün geldiği halin hüznü ve Namık Kemal’in satır aralarına sinmiş o derin sitemi.

Vasiyetindeki şu mısra, hala yakıcı:

“Ölürsem görmeden millette ümid ettiğim feyzi
Yazılsın seng-i kabrimde vatan mahzun, ben mahzun.”

Aradan geçen yüz seksen beş yıla rağmen, vatanın hala hukuksuzluklarla “mahzun”, vatandaşın adaletsizlikle “mahzun” olduğu bir Türkiye’de, o kabir başında insan ister istemez bir muhasebeye dalıyor.

Ve hafızam beni alıp, birkaç hafta evvelki ilk Kıbrıs ziyaretime, Gazi Mağusa’nın o kurşuni surları arasındaki taş zindana götürüyor... O zindanın kapısında durup, kalın duvarlara, rutubetli taşlara, o küçücük pencereden sızan cılız ışığa bakarken; Namık Kemal’in 38 ay boyunca o daracık mekanda volta atışını hayal ediyorum. Ciğerlerini çürüten o havayı solurken bile, zihni İstanbul’da, Kanun-ı Esasi’de, milletin hukukunda.

Zindanın duvarına sonradan asılan levhadaki o meşhur mısraları okurken, bir yandan onun o çelik iradesine hayran kalıyor; diğer yandan yola birlikte çıktıklarımızın hoyratça harcadığı o ulvi ideallere yanıyorum:

“Zalim olsa ne rütbe bi perva (Zalim ne kadar pervasız olursa olsun)
Yine bünyad-ı zulmü (Zulmün binasını) biz yıkarız Merkez-i... hâke
(Yerin, dünyanın merkezine) atsalar da bizi
Küre-i arzı (Yer küresini) patlatır çıkarız...”

Benim nazarımda o, resmi tarihin sığdırdığı “Vatan Şairi” kalıbından çok daha büyüktür. Başında “Hür” sıfatı gelmeden vatanın yetim, eksik ve manasız kalacağını bilen “Hür Vatan Şairi”dir. Çünkü onun yüreğinin en derininde, vatan tasavvuru hürriyetsiz olmaz. Hürriyet yoksa, vatan sadece üzerinde yaşanan bir toprak parçasıdır, bir mülktür. Oysa vatan, bir mülk değil; haklar manzumesiyle herkesi huzurlu kılan bir yurttur.

TOPRAKTAN VİCDANA: VATAN BİR MÜLK DEĞİL, BİR MİSAKTIR

Okullarda Namık Kemal’i, vatan toprağını kutsayan romantik bir milliyetçi olarak bellettiler. Oysa onunla ilgili yazılanları ve yazılarını incelediğimizde, karşımıza bir anayasa hukuku felsefesi çıkar.
Namık Kemal için iktidar, gökten inen ilahi bir lütuf veya bir hanedanın tapulu malı değildir. O, egemenliğin kaynağını özü itibariyle millette görür. Ona göre; millet ile yönetici (Padişah/İktidar) arasında zımni bir sözleşme vardır. Yönetici, adaleti sağladığı, hukuka uyduğu ve milletin işlerini meşveretle (danışarak) yürüttüğü sürece meşrudur. Hukuku çiğnediği, keyfi davrandığı ve “şahsi arzu”sunu kanunun yerine koyduğu anda, bu sözleşme bozulmuş sayılır.
İbret gazetesindeki şu tespiti, 150 yıl öncesinden bugünün “beka” söylemine verilmiş en net cevaptır:

“Bir milletin kuvveti, topunda tüfeğinde değil; efradının (bireylerinin) hürriyetindedir. Hürriyetin olmadığı yerde vatan, vatandaş için şefkatli bir ana kucağı değil, azap veren bir zindandır. İnsan hür doğar, hür yaşar. Vatanı sevmek, o toprağın üzerindeki ‘hakkını’ sevmektir.”

Onun “Hür Vatan” tasavvuru, günümüzde Türkiye’de olduğu gibi vatandaşın devletten korktuğu yer değil; devletin vatandaştan ve onun hukukundan çekindiği yerdir. Bugün “beka” söylemi arkasına sığınılarak hukuk askıya alınıyorsa, Namık Kemal’in 150 yıl önce verdiği cevap halen geçerlidir: Adaletin olmadığı yerde vatan, ana kucağı vasfını yitirir; orada sadece insanı ezen bir toprak parçası kalır.

Onun “hürriyetçi” vatan tasavvurunun en güçlü haykırışı, hayatını altüst eden Vatan Yahut Silistre eseridir. Bugün okuyanlar için hamasi bir kahramanlık destanı gibi görünen bu eser, aslında bir “zihniyet devrimi”dir. 1 Nisan 1873 gecesi Gedikpaşa Tiyatrosu’nda oyun bittiğinde, halk sokağa dökülüp ilk defa “Padişahım çok yaşa” yerine “Yaşasın Vatan!”, “Yaşasın Millet!” diye bağırmaya başlamıştır. Saray, bu sloganı sadakatin şahıstan (Sultan’dan) alınıp millete verilmesi olarak okumuş ve Namık Kemal tebaaya “vatandaş” olduğunu hatırlattığı için cezalandırılmıştır.

KEYFİLİĞE KARŞI İSYAN: HUKUKSUZLUĞA TESLİM OLMAYAN BİR DURUŞ

Namık Kemal’i gerçekten anlamak için, onun hayatını altüst eden hukuki kırılmaları, bugünün Türkiye’siyle mukayese ederek okumak gerekir. Onun mücadelesi şahıslarla değil, keyfilikle ve hukukun askıya alınmasıyladır.

Sadrazam Âli Paşa döneminde çıkarılan ve idareye, “devletin güvenliği için tehlikeli gördüğü şahısları mahkeme kararı olmaksızın sürgün etme” yetkisi veren Âli Kararnamesi, bugünün hukuksuzluklarının 19. yüzyıldaki prototipidir. Bu kararname, hukuki niteliği itibariyle, bugünün OHAL KHK’larının ve idari işlemlerle insanların sivil ölüme terk edilmesinin tarihsel öncülüdür.
Namık Kemal, Hürriyet gazetesinde bu “yargısız infaz” uygulamasına karşı hukuk tarihine geçecek şu savunmayı yapar:

“Bir insanı mahkeme kararı olmadan, savunması alınmadan cezalandırmak, eşkıyalık değil de nedir? Devlet, kendi koyduğu kanuna uymazsa, vatandaştan itaati hangi yüzle bekleyebilir? Ciyerparemiz olan vatandaşları, bir jurnalle, bir vehimle zindanlara atmak, devletin şanına yakışır mı?”

Bugün, Anayasa Mahkemesi kararlarının uygulanmadığı, AİHM kararlarının “yok hükmünde” sayıldığı bir ülkede yaşıyorsak, Namık Kemal’in bu feryadı hala günceldir.

O, kuvvetin şahısta değil, kanunda toplanmasını savunuyordu. Bu hukuk bilinci, kitaplardan ezberlenmiş bir teori değil, bizzat gözlemle elde edilmiş bir şuurdu. Avrupa sürgününde şahit olduğu şu hadise, onun hayalindeki devlet fikrini tek bir anekdotla özetler:

Bir gün Londra sokaklarında, Ziya Paşa ile yürürken, silahsız bir İngiliz polisinin sadece işaret parmağını kaldırarak koca bir trafiği ve insan selini zora başvurmadan nasıl durdurduğunu görür. Hayranlıkla Ziya Paşa’ya döner ve şöyle der:

“Görüyor musun Ziya? Adamın elinde silah yok, sopası yok. Sadece parmağını kaldırdı ve koca şehir durdu. Neden biliyor musun? Çünkü o parmağın arkasında Şahıs yok, Kanun var! Halk o polise değil, kendi yaptığı kanuna itaat ediyor. Bizim zaptiye ise sopasını vurmadıkça sözünü dinletemez. Çünkü bizde kuvvet Kanunda değil, Şahıstadır.”

İşte Namık Kemal’in valizinde getirmek istediği şey; Paris’in modası veya Londra’nın baloları değil; hukukun üstünlüğüne dayalı kurumsal devlet fikridir. O, devletin sopayla değil, hukukla yönetilmesini; itaatin korkuya değil, saygıya dayanmasını istemişti. Bu nedenle o; zindanlara, sürgünlere ve ötekileştirmelere rağmen hep meşruiyetçi bir çizgide, “sorumlu yurttaş” bilinciyle hareket etti.

Onun bu meşruiyetçi çizgisi, onu dönemin diğer muhaliflerinden, mesela Ali Suavi’den keskin bir şekilde ayırır. Ali Suavi tez canlıdır; Çırağan Sarayı’nı basıp darbe ile Sultan’ı devirerek hürriyeti getirmeyi hedefler. Yöntemi şiddet ve sokak gerilimidir. Namık Kemal ise bu maceracılığı reddeder. O, saray basmayı değil, Meclis-i Mebusan’ı açmayı hedefler. Değişimin bir gece yarısı darbesiyle değil, Kanun-ı Esasi (Anayasa) ve Usul-i Meşveret yoluyla, toplumsal mutabakatla olmasını savunur.

Namık Kemal biliyordu ki, keyfiliğe karşı çıkarken keyfiliği yeniden üretmek hürriyet değil, yeni bir istibdat (zorbalık) getirir. Hukuksuzlukla mücadele, ancak meşru zeminlerde kalarak kazanılabilir.

MAĞUSA’DAKİ İMTİHAN: EVLAT HASRETİNDEN HÜRRİYET DAVASINA

Namık Kemal’i anlamak için Mağusa’yı, o sürgün yıllarını iliklerinize kadar hissetmeniz gerekir. O taş duvarların arasında sadece bir kahraman değil, ciğeri yanan bir baba vardır.

Rutubetli bir zindan... Yatağı çürüyen, romatizmalar içinde kıvranan bir beden... İstanbul’dan, dostlarından ve çok sevdiği kızı Feride’den uzak kalmanın verdiği derin ızdırap. Kızı Feride’nin hastalığını haber aldığında, zindanda eline geçen bir kağıt parçasına şunları karalar: “Keder hayatımın içinde bir illet-i mühlike (öldürücü hastalık) suretine girdi.”

Bir baba olarak yüreği parçalanmaktadır. Padişah’a bir dilekçe yazsa, “Pişmanım” dese, o zindan kapıları açılacak ve kızına koşacaktır. Ama Namık Kemal, o zindanın kapısında, vicdanıyla en büyük sınavını verir. Ve o sınavı “Hürriyet” kazanır. “Millet yolunda bir azimetten dönersem kahpeyim” derken, aslında kendi babalık duygularını, vatanın istikbali için feda etmektedir.

Fakat o zindanda sadece kendi kızını değil, toplumun tüm “zavallı çocuklarını” da düşünür. Orada kaleme aldığı Zavallı Çocuk piyesiyle, “baba baskısı” altında ezilen, istemediği evliliklere zorlanan genç kızların dramını sahneye taşır. Aslında eleştirdiği şey, sadece aile babası değil, toplumun en küçük birimi olan ailedeki “istibdat”tır. Ailede özgür olmayan bireyin, toplumda da özgür olamayacağını haykırır. Kadını bir “meta” gibi gören zihniyete 1873’te savaş açan Namık Kemal, hürriyeti sadece erkekler için değil, toplumun tamamı için talep eden bir vizyonerdir.

Onun bu vizyonu, sadece toplumsal hayatta değil, medeniyet tasavvurunda da kendini gösterir. O; köklerine yabancılaşmış, içine doğduğu toplumun inancını küçümseyen sığ bir batılılaşma heveslisi değil; ilerlemenin toplumsal ve siyasal kökenlerini kavramış gerçek bir aydındır.

Fransız filozof Ernest Renan’ın “İslamiyet mani-i terakkidir” (İslam ilerlemeye, bilime ve felsefeye engeldir) tezine karşı Namık Kemal, Renan Müdafaanamesi’nde İslam dünyasının gerileme sebeplerini tahlil ederken, terakkinin (bilim ve sanayinin) ancak hukuk ve adalet zemininde yeşerebileceği fikrini savunur. Endülüs medeniyetinden, İbn-i Sina’dan, Farabi’den örnekler vererek; İslam dünyasının geri kalmışlığının sebebinin din değil, vahyi gölgeleyen “istibdat yönetimleri”, “kötü idare”, “cehalet” ve “hukuksuzluk” olduğunu vurgular.

Onun şu tespiti, bugün neden hala yerimizde saydığımızın cevabıdır: “Bir memlekette adalet yoksa, orada fen de olmaz, sanayi de olmaz, terakki de olmaz.”

Çünkü Namık Kemal biliyordu ki; fikrin hür olmadığı yerde bilim, hukukun güven vermediği yerde sanayi gelişemez. İstibdat, sadece insanı değil, aklı ve üretimi de çürütür.

NAMIK KEMAL BUGÜN YAŞASAYDI...

Gelin, tarihin o acı tekerrürüne bakarak şu soruyu soralım: Namık Kemal sonraki devirlerde yaşasaydı ne olurdu?

Muhtemelen kaderi hiç değişmezdi. II. Abdülhamid devrinde Yıldız Mahkemeleri’nde yargılanır, yine sürgün edilirdi. Cumhuriyet devrinde İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanır, belki de “rejim düşmanı” sayılarak idam edilirdi. Darbe dönemlerinde hep o sanık sandalyesinde olurdu. DGM’lerin kapısında ömrü çürütülürdü.

Peki bu hürriyet aşığı, bu tavizsiz adalet savunucusu 2025 Türkiye’sinde yaşasaydı?
Muhtemelen iktidar sahipleri tarafından yine “istenmeyen adam”, “kökü dışarıda”, “etki ajanı” ilan edilirdi. Ama o; Mağusa’da eğmediği başını, Silivri’de de Sincan’da da eğmezdi. Mahkeme salonlarında, yüzüne okunan o içi boş iddianamelere bakıp, gür sesiyle yine haykırırdı:

“Ne efsunkâr imişsin ah ey didar-ı hürriyet / Esir-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esaretten.”

Ve bugünün hakimlerine dönüp eklerdi: “Siz beni hapsedebilirsiniz ama hürriyet fikrini hapsedemezsiniz. Vatan, ancak hür insanların yaşadığı yerdir!”

Biz bugün, Namık Kemal’in yüz elli yıl önce sorduğu soruları hala soruyorsak ve onun verdiği cevaplar hala taptaze uygulanmayı bekliyorsa, bu bizim ayıbımızdır.

İyi ki doğdun ey hürriyetin şairi. Senin “Hür Vatan” rüyan, vatan mahzun olmasın diye verdiğimiz bu mücadelenin ta kendisidir.

Ruhun şad, mekanın cennet, davan davamız olsun.

YORUMLAR
YORUM YAZ
İÇERİK VE ONAY KURALLARI: KARAR Gazetesi yorum sütunları ifade hürriyetinin kullanımı için vardır. Sayfalarımız, temel insan haklarına, hukuka, inanca ve farklı fikirlere saygı temelinde ve demokratik değerler çerçevesinde yazılan yorumlara açıktır. Yorumların içerik ve imla kalitesi gazete kadar okurların da sorumluluğundadır. Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır. Özensizce belirlenmiş kullanıcı adlarıyla gönderilen veya haber ve yazının bağlamının dışında yazılan yorumlar da içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır.
Bunlar da İlginizi Çekebilir