Görüşler

Bostancı’dan mûsikî sesleri, Suâdiye’den Fikret Mualla’nın pardesüsü

Bostancı’dan mûsikî sesleri, Suâdiye’den Fikret Mualla’nın pardesüsü

Kültür Tarihi Araştırmacısı Taner Ay "34 yılında Rıza Şah Pehlevi’yi ağırlayan Suâdiye’deki plajın gazinosunun sanırım gelmiş geçmiş en çılgın müşterisi Fikret Mualla olmuştur" diyor.

Bostancıbaşı Derbend Köprüsü'nden sonra Küçükyalı'ya adım atıldığı söylenir. Aslında geçen asrın başında köprüden geçer geçmez Küçükyalı değil, Kavak Bayırı denen mahal başlıyordu. Bu mahal, eski haritalarda, batıda Bostancıbaşı Derbend Köprüsü'nün çıkışından başlayıp, kuzeyde Tepe Mahallesi'nin üstlerine kadar çıkan ve doğuda bugünkü İdealtepe'ye kadar uzanan geniş bir arazi olarak işâretlenmiştir.

Bostancıbaşı Derbend Köprüsü'nü geçtikten sonra, 1910 yılında, deniz kıyısında çok az sayıda ahşap köşk vardı. Ahşaplardan biri de ressam Halil Paşa'nın atölyesidir. Refik Halit, “Onun köşkü, karşısındaki çam tahtasından kurulmuş iki deniz hamamına bakardı. Halil Paşa, bu hamamların tablolarını yapmıştı” diyor.

Kadıköyü'nün meskûn kısmı bu köşklerle sona eriyor, onlardan sonraysa Maltepe'ye kadar tek tük yerleşimin bulunduğu uçsuz bucaksız topraklar başlıyordu. Yeni Karye henüz yoktur, Kavak Bayırı denen köprüden sonraki çayırlıksa Muhsine Zeynep Hanım'ın çiftliğine ve Çamlık arkasındaki Leyla Hanım'ın köşküne göre tarif ediliyordu.

Leyla Hanım'ın köşkü mütareke döneminde hırsızlar tarafından yakılmıştır. Hikmet Feridun, 13 Kasım 1945 günlü Akşam gazetesinde, köşkün soyulması ve yakılması olayını, “Köşkün boş olduğu bir zamanda, bir eşkıya çetesi, içeriye küçük bir çocuk sokuyor. Bu gidip adamlara kapıyı açıyor. Ne var ne yok her şeyi kaldırıyorlar. Köşkü adam akıllı soyduktan sonra etrafa baştan başa gaz döküyorlar. Sonra da ateşleyip kaçıyorlar,” şeklinde anlatıyor. Köşkle birlikte, Leyla Hanım’ın şiirleri, nota defterleri, sigara kutularından kestiği kartonlara tuttuğu anıları, Girit ve Prizen notları da yanınca, yaşlı kadıncağız, hiç istememesine karşın, damadının Kızıltoprak’taki köşküne taşınmak zorunda kalmıştır.

Bostancı’da sadece Leyla Hanım’ın köşkünde değil, Huguenin’in ve Sâdi Bey’in köşklerinde de hemen her gece saz âlemi vardı.

Edouard Huguenin, Bostancı'daki Vasilaki Sokağı'nın üzerindeki arazisini bir Ermeni'den satın almıştı. Vasilaki Sokağı’nın günümüzdeki ismi Yazmacı Tahir Sokağı’dır. Huguenin’in arazisinin içinde metruk ve harap durumda 350 yıllık bir manastır bile bulunuyordu. Huguenin, birkaç odasından başka sağlam tarafı kalmamış olan manastır binâsını da onartarak, 1903 yılında, deniz kıyısına doğru Alman mimarisi tarzında çok güzel kâgir bir köşk yaptırır. Bostancı'da elektrik ve su şebekesi olmadığı için, köşkün altına bir sarnıç yaptırmış ve bahçesineyse bir jeneratör koydurtmuştur. Huguenin'in dillere destan bir de çatanası vardır. Bostancı'nın yerlisi birinin Kargalı denen çay bahçesinde Şinasi Akbatu'ya söylediğine göre, Huguenin'in çatanasının kaptanı siyah ırktanmış. Sanırım Huguenin siyaha düşkünlüğü çatanasının kaptanıyla bitmiyordu. Köpeği bile simsiyahmış. Bunlara karşın köşkün kâhyasının beyaz tenli ve upuzun beyaz sakallı Kiryako Efendi olduğunu biliyoruz.

Bütün kaynaklarda Huguenin'in kadın ve sefâhat düşkünü biri olduğu yazıyor. Müfid Ekdal onun bir ara Basil Zaharof'un güzel karısıyla dedikodusunun çıktığına değinmişti. Şinasi Akbatu'nun bana verdiği bir belgedeyse, Huguenin'in her hafta sonu Paşa Köyü'nden güzel Rum kızlarını köşküne getirterek âlem yaptığının kaydı bulunuyor.

Bostancı ile Suâdiye arası, uygarlıktan uzak, ölü topraklardan sayılan geniş bir arazidir. Oradan çingenelerin ve tütün kaçakçılarının dışında geçen kimse yoktur. Bir de bahar mevsiminde avcılar dolaşırmış. Bostancı Camii, Bostancı Mekteb-i İbtidaisi, Bostancı İskelesi ve Huguenin'in köşkleri yokken, sadece Nafia Muhasebecisi Mehmed Sâdi Bey'in köşkü vardır.

Bazı kaynaklarda Bostancı'daki Mehmed Sâdi Bey ile Çengelköyü'ndeki Mehmed Sâdi Bey karıştırılmaktadırlar. Bostancı'daki Masarifat Muhasebecisi Hacı Hakkı İsmail Efendi'nin oğludur. Devlet arşivindeki bir kayda göre, Mehmed Sâdi Bey'in dillere destan olacak köşkünün inşâsı 1894 yılında tamamlanmıştır. Aynı kayıttan, Mehmed Sâdi Bey'in bu köşkü yaptırmak için Bostancı'daki jandarma süvari karakol binâsını yıktırdığı anlaşılıyor. Bir başka kayda nazaransa, köşk yapılırken, jandarma süvari karakolunun bahçe duvarları ile deniz yönüne doğru bir de rıhtım inşâ ettirmiştir. Rıhtımına Londra'dan getirttiği bir çatanayı bağlatmış, köşkündeyse hep hatırlı kişileri misafir etmiştir.

Mehmed Sâdi Bey besmelesiz kapı eşiği atlamaz, abdestiz adım atmaz, ağzına da içkinin damlasını koymazlardandır ama, çamların ve sakız ağaçlarının arasındaki köşkünün katmerli güllerle çevrili Selâmlık'ının kapıları ağızları rakı kokan misafirlerine ardına kadar hep açıktır. Şehrayinde ve Ramazan'da köşke gelen, yiyor, içiyor, yan gelip yatıyor; sazendeler ve hanendeler ise misafirlerin önünde bütün hünerlerini döktürüyordu. Ramazanlarda köşkün en önemlisi siması Yamalı Hafız Nuri olmalıdır. Devrin en meşhur hafızı. Sermet Muhtar’a göre, ölmüşlere Kur'ân okumak için, uygarlıktan uzak Bostancı'daki köşke öyle birkaç mecidiyeye geleceklerden değildir.

İstanbul’da 19 Ağustos gecelerinin en kıdemlisi donanmacısı da Mehmed Sâdi Bey'dir. Ama, bu yalakalığı bile yetmeyecek, bir zaman sonra Sultan II'nci Abdülhamid'in gözünden hızla düşecektir. Vefâtının ardındansa, sanırım 1914 yılında, köşkünü ve arazisini Nakşibendi şeyhi Seyid Abdülkadir satın almıştı. Bu şeyhin “Genç Hadisesi” nedeniyle 27 Mayıs 1925 günü idam edildiğini anımsayacaksınızdır.

Nafia Muhasebecisi Mehmed Sâdi Bey'in dillere destan köşkü 24 Ekim 1951 günü yanmıştır. Arazisinin mülkiyeti de, Seyid Abdülkadir'den sonra Mediha Öztoprak'a geçmişti. Bu sürmeli mavi gözlü hanım, Bâb-ı Âli Muhafızı Cemal Paşa ile Naciye Hanım'ın kızları, Şirket-i Hayriye kurucusu Hüseyin Haki Efendi'nin gelini ve Esbak Şirketi Hayriye Umûm Müdürü Ali Hüseyin Bey'in zevcesiydi. ‘60'lı yıllarda artık çok yaşlandığı için evinden hiç çıkamıyor, yakınları ve kiracılarıyla zaman geçiriyordu. Arazisi üzerinde, günümüzdeki Koru Parkı Sokağı'nın sağ tarafına, sıra odalar yaptırmıştı ve onları yazlıkçılara kiralıyordu. Bu odaları çok iyi anımsıyorum. Mediha Hanım'ın en ünlü kiracısıysa deniz subaylığından emekli olduktan sonra Kadıköyü'nde sahhaflığa başlayan Mahmut Ferda Anaoğul'dur. Salâh Birsel, sahhafımızın, annesi Fatma Nimet Hanım ile birlikte uzun yıllar boyunca her yaz Koru Parkı’na yazlığa geldiklerini yazmıştı.

Sâdi Bey'in arazisinin üst kısmı Bizans Mezarlığı olarak biliniyordu. Burayı ‘25 yılında Kıbrıslı Celal Hacı Sofu satın almıştı. Mülkiyeti ‘43 yılında ondan da Nejat Hasan Verdi’ye ve Ali Ferruh Verdi'ye geçmiştir. Ülkemizdeki ilk araba fabrikasını ‘54 yılında Verdi kardeşler Tuzla’da “Türk Willys Overland” ünvanıyla kurmuşlardı. ‘70 yılına kadar orada bazıları Amerika’dan gelen bazıları da Türkiye’de üretilen parçaların montajı suretiyle Willys Jeep ismiyle üretim yapıldı. Millî Savunma Bakanlığı fabrikayı ‘71 yılında Verdilerden satın aldı. Fabrika aynı yıl Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın emrine verildi. İsmiyse “1013'üncü Ordu Donatım Ana Tamir Fabrikası” olarak değiştirildi. Romancı Suzan Sözen ile de bir süre evli kalan Nejat Hasan Verdi, caz piyanisti Nilüfer Ruacan'nın babası, caz gitaristi Neşet Ruacan'ınsa kayınpederidir. Nilüfer, onun Lisolette ile evliliğinden olmadır.

Sâdi Bey'in köşkünün Bostancı tarafında ‘20 yılından ‘39 yılına kadar bir “Young Men's Christian Association” kampı bulunuyordu. Kampın binâlarından bir kısmının kalıntıları ‘70’li yılların başlarında bile duruyordu. Buranın kuzey doğu tarafıysa, yani bugünkü Akasyalı Sokak mevkii, çuval ve kanaviçe tâciri Mahmut Kurbanzâde'nin mülkiyetindeydi. Kurbanzâdeler sokağın başında yeşil taşlı muhteşem bir köşkte oturuyorlardı. Mehmed Sâdi Bey'in arazisinin batı tarafındaki taşlık olan ve üzerinde tek bir ağacın bulunmadığı yer ise Mediha Öztoprak tarafından Hacı Eminzâde Mustafa Bey'e satılmıştı. Bir zamanların Domuz Damı olan Suâdiye, işte bu Hacı Eminzâde Mustafa Bey sayesinde bir sayfiye olarak inkişaf edecektir.

Hacı Eminzâde Mustafa Bey ‘in torunu Deniz Güler güzelliğiyle ‘60’lı yıllarda erkeklerin nefeslerini keserdi. Onu, yazları hemen her gün, Suâdiye Plajı’nda, Kulüp Reşat’ta veya Veli Butik’te görmek mümkündü. Sonra Firuz Kurbanzâde ile evlenip Dragos’a yerleşti. Yıllar yılları kovaladı, bu defa da, “Geçmiş Suâdiye’de Aşktı” isimli bir kitapla romancı Deniz Kurbanzâde ortaya çıktı. Belki gelip geçici heves diyenler olmuştur. Ama, Deniz Kurbanzâde’nin yazmayı sevdiği muhakkaktır. “Geçmiş Suâdiye’de Aşktı”nın ardından, “Minu”, “Nergisin Düşü” ve “Leanora” romanları yayımlandı.

’31 yılında Gazi Mustafa Kemal’i ve ’34 yılında Rıza Şah Pehlevi’yi ağırlayan Suâdiye’deki plajın gazinosunun sanırım gelmiş geçmiş en çılgın müşterisi Fikret Mualla olmuştur. Bedri Rahmi’nin yazdığına göre, ’30 başlarının cehennem sıcağı bir yaz gününde, üstünde, Suâdiye’nin inkişafından beri hiç kimsenin görmediği kadar tuhaf kışlık bir pardesü, kafasında ensesine doğru yığılmış kışlık bir Wagner beresi, ama ayaklarında yazlık sandalet, ağzındaysa kocaman bir puro olduğu hâlde gazinoya gelmiş.

Garsonlarla Almanca ve Fransızca konuşarak siparişini vermiş. Suâdiye’nin garsonlarının acâyip giysili yabancılara âşinâ olmalarına karşın, Fikret Mualla’nın üstündekini görünce hepsinin küçük dillerini yutması, pardesüyü tahayyüllerimizin ötesinde farklılaştırıyor. Fikret Mualla’nın topuklarına kadar inen pardesüsü, bildiğimiz kadarıyla, yakasızdır. Önündeyse, baştan ayağa altın yaldızlı kocaman düğmeleri bulunuyormuş.

Bizimki havyardan ete ne varsa yemiş, viskiden şaraba ne varsa içmiş, sonunda kahveyle de hesabı istemiş. Öyle bir hesap gelmiş ki, gazinodaki müşterilerin ceplerindeki toplasan, yine de yetmezmiş. Hesaba bakıp bakıp kahkahalar atmaya başlayınca, gazinonun garsonları öfkeyle masaya gelmişler. Fikret Mualla, onlara, bu defa Türkçe, “Benim beş kuruşum bile yok!” demiş ve üstündeki tuhaf pardesüyü hesaba karşılık çıkarıp garsonlara verince, gazinodaki oturan ve plajda güneşlenen kadınlar çığlık çığlığa kaçışmaya başlamışlar. Meğerse Fikret Mualla’nın pardesüsünün altında don bile yokmuş…

YORUMLAR (5)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
5 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir