Görüşler

'Bu bir kılıç balığının öyküsü yazılmasa da olurdu'

'Bu bir kılıç balığının öyküsü yazılmasa da olurdu'

Kültür Tarihi Araştırmacısı Taner Ay, Sait Faik ile Celal Sılay'ın yaşam öyküsü üzerinden dikkat çeken anekdotlar aktarıyor.

Celâl Sılay’ı tanıyanlar, Sait Faik'in dışında kavga etmediği kimsenin kalmadığını söylerlerdi. Bizde "deli deliyi görünce değneğini saklar" derler ya, Celâl Sılay'ın Sait Faik ile hiç kavga etmemesini, ikisinin de deli olmalarına yoranlar hayli fazladır. Ancak, Aziz Nesin, ikisinin farklı türden deliler olduğu kanısındaydı. Haldun Taner ise Celâl'e ve Sait'e deli demez ama, onları küskünler sınıfına ayırır.

Celâl Sılay için her şey kavga ve küskünlük nedeni olabiliyormuş. Örneğin, yaptığı semizotu yemeğini çok beğendiği için Sabahattin Kudret’e küstüğünü Salâh Birsel’den okuduğumda, kahkahalar atmıştım. Celâl Sılay o semizotu yemeğini Sabahattin Kudret’e kiracı olarak oturduğu “Mektep Sokak, No.22” adresindeki Fehime Mülküs’ün köşkünde yedirmişti. Ünal Özüak, Sonsöz gazetesinin 22 Ağustos 2017 günlü nüshasındaki yazısında, "Anneannem Fehime Hanım orta katı devrin en büyük şâirlerinden Celâl Sılay'a kiralamıştı. Her akşam küfelik olarak eve getirilip bırakılan şâir, gündüzleri evde olmadığından kapısı bacası açık odasının çekmecesindeki cinsel içerikli resimler biz çocuklar için tam bir hazineydi," der. Fehime Hanım’ın torunu, aynı gazetenin 2 Nisan 2018 günlü nüshasındaki yazısındaysa, kendisine Haldun Taner kefil olunca, Fehime Hanım'ın orta katı Celâl Sılay'a kiraladığını belirtiyor. Tuhaf ama gerçek, Haldun Taner, deli olmamasına karşın, Celâl ile hiç küskünlük yaşamayan iki edebiyatçıdan biriydi.

Celâl Sılay sabahları Moda’dan İskele Caddesi’ne şen şakrak yürüyerek inerdi ama, geceleri Mektep Sokak’a küfeyle nasıl taşındığını anımsamazdı. O yıllarda Kadıköyü demek, biraz da Celâl Güner’in Gençlik Kitabevi demekti.

Celâl Güner kitapçılığa ‘44 yılında Üsküdar'da başlamasına karşın şöhreti Kadıköyü'nde yakalamıştı. Sanırım Gençlik Kitabevi'ni ‘60 yılında Reha Tuna ile birlikte açmışlardı, ilk yerleriyse İskele Caddesi’ndeydi. Ortaklıklarının ‘68 yılına kadar sürdüğünü biliyorum. O yıllarda Kadıköyü'ndeki en büyük kitapçı dükkânı “Muvakkıthâne Caddesi, No.35” adresindeki Frenç-Amerikan Kitabevi'ydi. Ama, sâhibi Bay Samuos bir kaçakçılık davası nedeniyle yurt dışına kaçmış ve dükkânını satışa çıkarmıştır. ‘65 yılında orayı satın alıp, 35 numaraya geçerler. Celâl Bey yabancı dergilerin Kadıköyü bayiliğini de yaptığından, Gençlik Kitabevi'nde ne ararsan bulunuyordu. Ayrıca, personelinden, Tasula ismindeki bir Rum kızı, çalışkanlığı ve güler yüzüyle müşterileri mıknatıs gibi dükkâna çekiyordu. Aklımda yanlış kalmadıysa, onun ardından da Lüsi ismindeki bir Ermeni kızı işe alınmıştı.

Yıllar sonra, Tasula’nın evlenip Yunanistan'a, Lüsi’nin de Kanada'ya göçtüklerini duydum. Aslında Celâl Güner’in dükkânındaki kızların hepsi de hoştular. Onlardan içine kapanık ve saz benizli birini çok iyi anımsıyorum. Maalesef semt-i dildarımızın şâirlerinden birine gönlünü kaptırmıştı. Şâirimizin asıl şöhretini şiirleriyle değil de, Kerime Nadir romanlarından düşme saftirik genç kızları çarpmakla yaptığı dergicilik âleminde biliniyordu. Kız onun için bir iki ay boyunca emniyet-i suiistimal suçunu işlemiş, fiil ortaya çıkınca da bizim oğlan sırra kadem basmıştı. Bildiğim kadarıyla, Celâl Bey, sadece kızı işten çıkarmakla yetinmiş, olayı savcılığa intikal ettirmemişti.

Celâl Bey ‘84 yılında Gençlik Kitabevi'ni “Müdürdar Caddesi, No.68” adresine taşımıştı. Yeni mekânının üst katını da yazarlarla okurların sohbet edebilecekleri ve resim sergilerinin yapılacağı bir galeri yapmıştı. Orayla Gültekin Elibal ilgileniyordu. Gültekin Bey'den sonraysa o işi kısa bir süre için Cemal Süreya üstlenmişti. Cahit Kayra da oradaki sohbetleri Güneş gazetesinde haber yapıyordu. Ancak Cemal Süreya'nın yaşam tarzı işin düzenini bozunca, Faruk Şüyun ile Enver Ercan onun yerine geçmişlerdi. Onlar edebiyatçılarla uğraşırken, Yüksel Yazıcı da resim galerisinin başında dururdu. Sohbetleri en son Tanju Cılızoğlu’nun yönetmişti.

Gençlik Kitabevi’nin yeni yerine bir türlü ısınamadığımdan, kitap almak için sahhafları dolaşmayı ve Moda burnunda tezgâh açan Halim Şefik’e uğramayı tercih ediyordum. Halim Şefik'in pederi şâir ve yazar Ali Şefik Bey'di. İttihat ve Terakki döneminde Saadet gazetesinde yazan Ali Şefik Bey, hapis yatmış ve uzun yıllar sürgünde yaşamıştı. Çocukluk yıllarını Beykoz'da geçiren Halim Şefik'in mahalleden arkadaşı Orhan Veli'ydi. Liseyi dışarıdan bitiren Halim Şefik, bir süre camcılık ve kunduracılık yapmıştır. İlk şiirleri ‘43 yılında yayımlanmış. ‘50 yılında ressam Saynur Hanım ile evlendi. Orhan Veli'nin kardeşi Adnan Veli'nin liseden sınıf arkadaşı olan Saynur Hanım, Orhan Veli'nin sıkı hayranlarındandı.

Halim Şefik'e de Orhan Veli'nin en yakın arkadaşı olduğu için evet demiştir. Halim Şefik, evlendikten sonra Gümrük ve Tekel Bakanlığı'nın Haydarpaşa'daki bürosunda on iki yıl boyunca kamyon plakası yazar. Onun memuriyete girmesinin en önemli nedeniyse parasızlığıdır. Bu yüzden de Saynur Hanım ile sık sık tartışmışlardır ve çantasını ilk kapan kısa bir süreliğine baba evine taşınmıştır. Benim kendisini tanıdığımda Feneryolu'nda oturuyorlardı. Anlattığına göre, evlerine gelen giden pek eksik olmazmış.

Saynur Hanım da evde kimsenin olmayacağı saatleri kollayıp, tuvalin başına öyle geçiyormuş. Ama, bir gün, kapı çalınır ve içeriye Halim'in arkadaşlarından yirmi kadar sarhoş dalar. Onlardan biri tuvale çarpınca, Saynur Hanım'ın epeydir üzerinde çalıştığı tablo yırtılıverir. Ne kadar doğrudur, bilemiyorum, buna sinirlenen Saynur Hanım’ın o günden sonra bir daha resim yapmadığı söylenirdi. Bana kalırsa, Halim Bey ve Saynur Hanım bedenen aramızda olan, ama ruhen dünyamızı çoktan terk etmiş şahsiyetlerdi.

Halim Şefik emekli olduktan sonra, elinde bavul benzeri tuhaf bir çantayla kendisine yeni bir iş kurmuştu. Kitap satmaya Bâb-ı Âli’de başlamış, ancak sonra oradan semt-i dildarımıza geçmiştir. Onların yakınlarından fırlama bir arkadaşımız, Halim Şefik’in işe Saynur Hanım’ın sanat kitaplarını satmakla başladığını söylemişti. Halim Bey, şiirlerini karısı ve yayıncı arkadaşları beğenmediğinden, ilk kitabını ’78 yılında kendi parasıyla yayımlamak zorunda kalmıştı. Harika bir kitaptı ama kimse hakkında iki satırcık olsun dahi yazmadı.

Oysa, anımsadığım kadarıyla da, kitabın, Fenerbahçe’deki, Kalamış’taki ve Moda’daki satışları fena değildi. ’84 öncesinde eski arkadaşlarımla ne zaman Todori’ye demlenmeye çıksak, Mehmet Ulukan, kadehinden iki yudum çekip, hemen Halim Şefik’ten “Kılıç Balığının Öyküsü”nü okumaya başlardı: “Sırtımda bir zıpkın yarası / Atın beni mor kuşaklı takaya götürün / İri gözlerimde keder kılıcımda hüzün / Satın beni / Satın beni / Rakı için”.
‘84 yılında Halim Bey’in kızı Ayşe "Multiple Skleroz" hastalığına yakalandı, ‘89 yılındaysa Saynur Hanım felç geçirdi. Halim Şefik de, eşinin yatağa düşmesinden dokuz ay kadar sonra yaşama vedâ etti. Kurbağalardan korkan Orhan Veli’nin Beykoz’dan çocukluk arkadaşının, düşüncelerine deniz kızları girdiğinden, Feneryolu’nda iflah olmaz bir flanör gibi yaşadığının tanığıyım.

Beykoz’daki Orhan Veli’nin kurbağa korkusunu bilmeyen yoktur. Kuzguncuk’taki Can Yücel’in kurbağaların sabahları aç karnına birer yosunlu çay içtiklerine dair sallamasınıysa, unutmuştum, geçenlerde Fatin Hazinedar’ın “Balkondan Düşen L” isimli kitabını okurken anımsadım. Boş bulunup buraya bir de Nâzım Hikmet’in kurbağalar için ne dediğini yazarsam, sanırım bütün kurbağaları küstürürüm. Bu yüzden kurbağaları Beykoz’da bırakıp, Paşabahçe’ye inmemiz gerekiyor. Bana sorarsanız, Paşabahçe’de doğmak, anason kokusuna doğmak demektir. Sadri Alışık da, dünyamıza merhaba dediğinde, hemen akşamcı babasından saçılan Fertek kokusuyla mışıl mışıl bir uykuya kaymış. Biliyorsunuz, Fertek aslında Niğde rakısıydı; Numan Balkan ve Cemal Okan onu İstanbul’a binlik ve damacana olarak satmaya başlayınca, birden “âlâ rakı” oluvermişti. Cingöz Sadri birazcık büyüdüğündeyse, artık Fertek kalmadığından, fabrikanın paydos düdüğünü beklemeye başlayacaktır.

Çünkü, Paşabahçe Müskirat Fabrikası’ndan çıkan işçiler, pantolonlarının paçalarından mis gibi anason kokusu saçarak onların sokağından geçerlermiş. Sadri Alışık, yirmi dört saatlik bir günü kırk sekiz saatlik bir başka güne dönüştürmeyi ve on parmağında on marifet bir rind olmayı rakı kokusundan öğrenir. Attilâ İlhan’ın kız kardeşinin kocası olarak kadehini kaldırdığında şeker şurup bir şâirdir, kadehini en sevdiği arkadaşı Ayhan Işık için çakarken de Fikret Mualla’nın renklerinden bir ressamdır. Ama, onlardan önce, ruhuna Haşmet İbriktaroğlu ve Turist Ömer kaçmış bir rind meşrebdir: “Amaneeeeey / Turist Ömer derler benim adıma, adıma / Pişman olur bakmayanlar tadıma / Amaneey / Sabahları bi kadeh, akşamları beş kadeh / Neşemi de bulunca dalgama da bakarım / Amaneey”.
Sadri Alışık yaşamı boyunca hemen her gün demlendi ama, hiç Yıldırım Önal olmadı.

Yıldırım Önal’ı ’78 veya ’79 yılında, eski Kadıköyü İskelesi’nin hemen yanındaki çay bahçesinde tanımıştım. Kırlangıçlar gibi uçuşan nefesinden anason mavisi alevler çıkan yalansız bir sarhoştu. Kadıköyü’nün rakıcısı hep fazla olduğundan, meyhânesi de hep fazla olmuştur. Ama, Galata’dakilerin ve Suriçi’ndekilerin aksine, Kadıköyü’ndeki meyhânelerin çoğu ayak takımından kimseyi almamakla şöhretliydiler. 19’uncu yüzyılın sonlarında ve 20’nci yüzyılın başlarında onlardan biri de Eftim’in Meyhânesi’ymiş. Ahmed Rasim, orayı, çarşı içinde, Rum kilisesinin arka tarafındaki köşe başında, bir bakkal dükkânının üstünde olarak tarif etmişti. Sanırım meyhâne de bakkalınmış.

Yazılanlardan anlaşıldığına göre, asıl müdâvimleriyse semt-i dildarımızın mûsikîşinaslarıymış. Bu yüzden Eftim’e takılmanın ismi icrâ-i ahenk olmuş. Kadıköyü’ndeki bu kural, Moda’da daha sıkıdır. ’55 öncesinde, Moda’da, cadde üzerinde ve çarşı içinde, orta sınıfın pek sevdiği üç de meyhânenin bulunduğu kayıtlara geçmiştir. Gramatikos Eksilya, Odesea Laçuno ve Perikli. Murat Belge, Gramatikos’a kibar beylerin meyhânecinin güzeller güzeli kızı Eleni’yi görmek için geldiğini anımsıyor. Ahmet Cemal, içki yaşına geldiğinde nezih Odesea’nın çoktan kapanmış olduğunu söylüyor. Mario Vanocore ise, 6-7 Eylül olaylarında Perikli’de kırılmadık bardak ve tabak dahi bırakmadıklarının notunu düşüyor.

‘80’li yıllarda Moda’ya çıktıysanız, ’53 model Dodge’undaki Antranik Demircioğlu’na ve burundan Koço’ya öğle rakısına pıt pıt giden Yavuz Görey’e mutlaka rastlamışsınızdır. Biri taksiciydi diğeri de heykeltıraştı ama, artık edebiyatımızda yaşamlarını sürdürüyorlar. Sorması benden: Peki, hangi romandalar?

YORUMLAR (3)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
3 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir