Esenyurt’un bazı mahalleleri, Emile Zola’nın Germinal adlı romanındaki karanlık, sıkışık, yoksulluk içindeki işçi yerleşimlerini hatırlatır. Fransa’daki madenciler nasıl yaşamla ölüm, umutla çaresizlik arasında sıkışmışlarsa; bugün de binlerce insan Esenyurt’un penceresiz bodrum katlarında, havasız apartman dairelerinde yaşam mücadelesi vermektedir.
"Doğru dürüst bir yaşamım olsaydı, bambaşka bir insan olurdum.”-Michael Ende, Momo
Gri takım elbiseleriyle sessizce dolaşan Duman Adamlar, insanların zamanlarını çalıyorlardı. Onlara göre dostluk, oyun, sohbet, sokakta oyalanmak birer israftı. Herkesin daha hızlı yaşaması, daha çok çalışması, daha az düşünmesi gerekiyordu. Michael Ende’nin Momo adlı romanında yer alan bu figürler, yalnızca birer hayal ürünü değil; bugünün kentlerinde giderek görünürleşen zihniyetin metaforudur. Bugün o Duman Adamlar inşaat lobilerinde, plansız yapı ruhsatlarında, birbirine benzeyen apartmanlarda yaşıyor. Ve zamanla şehirleri değil, şehirlerin içindeki insanları da birbirine benzetiyorlar.
Peki şehir nedir? Gerçek bir şehirden bahsediyorsak, neyi kastetmeliyiz? Türk Dil Kurumu’na göre şehir, “nüfusu, ekonomik etkinlikleri, altyapı donanımı ve sosyal yaşamıyla kırsal alanlardan farklılık gösteren yerleşim birimi”dir. Yani şehir, yalnızca binalardan ibaret bir alan değil; insanların ilişkilerini kurduğu, kültürlerin iç içe geçtiği, toplumsal hayatın yeşerdiği bir mekândır. Ve bu ilişkiler yumağı gelişigüzel kurulmaz. Tam da bu noktada şehir planı devreye girer.
TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası’na göre şehir planı, “bir kentin sosyal, ekonomik ve fiziksel gelişimini yönlendirmek amacıyla yapılan sistematik düzenleme çalışmasıdır.” Bu tanımın içinde yollar, meydanlar, yeşil alanlar, sosyal donatılar, altyapı, ulaşım arterleri gibi pek çok unsur vardır. Ama bu unsurlar, sadece harita üzerinde değil, insanın günlük hayatında karşılık bulursa anlamlıdır.
HERKESİN VE HİÇ KİMSENİN MEKÂNI
Şehirler; insanların, dillerin, dinlerin, kültürlerin, yemeklerin, düğünlerin ve cenazelerin iç içe geçtiği alanlardır. Çocukların oyun oynadığı, öğrencilerin yürüdüğü, işçilerin koşturduğu, yaşlıların soluklandığı yerlerdir. Aynı zamanda evsizlerin, bağımlıların, hırsızların da barınağıdır. Şehirler doktorlara, mimarlara, psikologlara, sanatçılara ev sahipliği yaparken; onların dışında kalanlara da bir şekilde yer açar. Şehir, hem sığınak hem labirenttir.
Peki bu kadar farklı aktörün bir arada yaşadığı şehirleri kim planlar? Parklar, yollar, okul arsaları, spor alanları, kültürel tesisler nasıl belirlenir? Kişi başına düşen yeşil alan neden önemlidir? Bu planları kim, neye göre yapar? Tüm bu sorular, birçok meslek alanını ilgilendirir. Ancak bugün birçok üniversitede yüksek puanla girilen şehir plancılığı bölümü, bu soruların temel muhatabıdır.
Ne var ki Türkiye’de uzun yıllar şehirler, herhangi bir planlamaya gerek duyulmaksızın sadece inşa edildi. Mimarlık estetiğinden, kentsel sosyolojiden, iklim verilerinden, insan ihtiyaçlarından yoksun biçimde yapılan bu yapılaşmaların sonucunda elimizde bir “şehir” değil, birbirine benzeyen yığmalar kaldı.
ŞEHİRLER AYNILAŞTIKÇA ZAMAN DA MEKÂN DA SİLİNİYOR
Bugün İstanbul’da bir kişiyi gözleri kapalı bir şekilde bir ilçeye bırakın ve tabelalara bakmadan nerede olduğunu anlamasını isteyin. Büyük olasılıkla nerede olduğunu anlayamaz. Bağcılar, Güngören, Esenler, Sultanbeyli, Sultangazi, Bayrampaşa, Arnavutköy, Gaziosmanpaşa, Bahçelievler… Bu ilçelerin sokakları, caddeleri, binaları, tabelaları o kadar benzerdir ki hangisinde olduğunuzu kestiremezsiniz. İlk defa geldiğiniz bir mahallede bile sürekli dejavu yaşarsınız. Bakkal, nalbur, boya markaları, reklam tabelaları… Her yerde aynı.
Bir süre sonra insan ne zamanın ilerlediğini ne de yer değiştirdiğini hisseder. Zaman ve mekân bir amortisör gibi yutulur. Çünkü hatırlayacak bir köşe, iz bırakacak bir yapı, bir ağacın altındaki çocukluk anısı kalmamıştır.
DUMAN ADAMLAR VE ESİR TUTULAN ŞEHİR PLANCILARI
Michael Ende’nin Momo adlı romanında karşımıza çıkan Duman Adamlar, insanların zamanlarını çalar. Gri takımlarıyla dolaşan bu varlıklar, insanları sürekli koşturmaya, acele etmeye, düşünmeden yaşamaya zorlar. Onlar geldikten sonra kimse dostlarıyla oturmaz, çocuklar oyun oynamaz. Zaman, artık insanların değil, sistemin mülküdür. Bugünün şehirlerinde ise bu Duman Adamlar; ranta dayalı imar kararlarını verenler, bilimi dışlayan yöneticiler, planlamayı bir lüks sanan siyasetçilerdir.
Ve belki de en çarpıcısı: bu düzene karşı çıkabilecek olan şehir plancıları, tıpkı Momo’nun arkadaşları gibi susturulmuş, dışlanmış ya da gerçekten hapsedilmiştir.
Planlamayı bilimsel ölçütlerle yapacak olanlar ya devre dışı bırakılmış, ya da hiç davet edilmemiştir. Bu yüzden artık Momo, yalnızca bir roman kahramanı değil; şehir plancılarının, mimarların, sosyologların ve kent hakkını savunan herkesin simgesidir.
ESENYURT: BİR KENT SUÇU
Tüm bu çarpık kentleşme ve kimliksizleşmenin Türkiye’deki en görünür örneği hiç şüphesiz Esenyurt’tur. 2023 yılı verilerine göre Esenyurt’un nüfusu 1 milyon 100 bini aşmış ve Türkiye’deki 57 ilden daha büyük hale gelmiştir. Avrupa’da ise Estonya, Lüksemburg, İzlanda gibi ülkelerin nüfusunu geçmiş durumdadır.
Ancak bu devasa nüfusa rağmen Esenyurt, yaşam kalitesi, sosyal hizmetler, ulaşım, güvenlik, kültürel çeşitliliği yönetme gibi alanların hiçbirinde planlı bir gelişim gösterememiştir. Çünkü bu şehir, son 25 yılda nitelikli bir kent vizyonu görmemiştir. İçinde barındırdığı çok dilli, çok kültürlü, çok katmanlı toplumsal yapıyı bir zenginlik olarak değil, bir yük olarak gören bir anlayış hâkim olmuştur.
Bugünlerde aynı cezaevini paylaştığım Esenyurt Belediye Başkanı Prof. Dr. Ahmet Özer, bu anlayışı değiştirmek isteyen nadir yöneticilerdendir. Ama bilimsel akılla bu kenti yönetmesine müsaade edilmemiştir. Çünkü bu kentte planlamaya değil, betona inanılmıştır.
ESENCILIS: BİR ŞEHİR DEĞİL, BİR UYARI
Esenyurt’a halk arasında takılan “Esencılıs” adı, bir alay değil; bir teşhis, bir hayal kırıklığıdır. “Hayallerin bile çalındığı şehir” diyenler, aslında burada çocukların, sokakların, yeşil alanların, ortak hafızanın ve gelecek umudunun nasıl yok edildiğini anlatır. Tek katlı gecekondu mahallesinin dibine dikilen 30 katlı kulelerin gölgesinde bir çocuk sağlıklı büyüyebilir mi?
Esenyurt’un çeyrek asırlık belediyeciliği İstanbul’a yalnızca göz alabildiğine uzanan bir beton tarlası bırakmıştır. Bugün suç oranlarında, plansız yapılaşmada, sosyal eşitsizlikte en üst sıralarda olan bu ilçe, artık bir kent suçu örneğidir.
MODERN ZAMANLARIN GERMİNAL’İ
Esenyurt’un bazı mahalleleri, Emile Zola’nın Germinal adlı romanındaki karanlık, sıkışık, yoksulluk içindeki işçi yerleşimlerini hatırlatır. Fransa’daki madenciler nasıl yaşamla ölüm, umutla çaresizlik arasında sıkışmışlarsa; bugün de binlerce insan Esenyurt’un penceresiz bodrum katlarında, havasız apartman dairelerinde yaşam mücadelesi vermektedir. Kirası en düşük ilçelerden biri olması, burayı ekonomik olarak darlık yaşayan insanlar için ilk durak haline getirmiştir. Ancak bu ilk durak çoğu zaman son durağa dönüşür. Çünkü bu ilçede yaşamak, yaşamaktan çok hayatta kalmak anlamına gelir.
Her yeni gelen, her işsiz kalan, her kayıtdışı işte çalışan için “geçici” bir yer arayışı genellikle Esenyurt’ta sonlanır. Ama bu geçicilik, hızla kalıcı bir yoksulluk döngüsüne evrilir. Bu nedenle Esenyurt sadece plansız değil; aynı zamanda planlı bir eşitsizliğin mekânsal yansımasıdır. Bir ilçeye değil, bir sosyal sınıfa ait kılınmış, görünmez sınırlarla çevrili bir kenttir artık burası.
BİR BAŞLANGIÇ ARANIYORSA, ŞEHİR PLANCILARINDAN BAŞLAYIN
Esenyurt, fiziksel, sosyolojik ve yönetsel boyutlarıyla üniversitelerde case study yani “örnek vaka” olarak okutulmalıdır. Yüksek lisans tezlerinden kentsel dönüşüm projelerine, yerel yönetim politikalarından kamusal etik derslerine kadar pek çok alan, Esenyurt’u incelemelidir. Ve eğer kent suçlarına son vermek, kimlikli şehirler inşa etmek isteniyorsa işe şehir plancıları dahil edilerek başlanmalıdır. Belki de şehirleri kurtaracak o son kişi, Momo’nun arkadaşı, şehir plancılarıdır.
YAVUZ SALTIK KİMDİR?
Yavuz Saltık, İBB Muhtarlık İşleri Daire Başkanı.
