Görüşler

İki söz ve iki büyük yanlış

İki söz ve iki  büyük yanlış

Eski Yargıtay Birinci Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk, Türkiye’de ‘demokratik bilincin’ yetersiz olduğu görüşünü dile getirerek yerel seçim üzerinden değerlendirmede bulunuyor.

Atatürk’ün partisi CHP, 31 Mart seçimlerinde birinci parti oldu. Hemen ardından partinin güler yüzlü, “beka” yerine “bekâ” gibi kimi sözcüklerde, vurgularda yanlışlar yapsa da, akıcı konuşan Sayın Genel Başkanı, seçim sonuçlarını “yerel seçim diye girdikleri seçimi genel seçime dönüştürmeyeceklerini” söyleyerek ilk yanlışını yaptı.

Bu görüşü, işlerine geldiği için yalnızca iktidar odakları değil, halkın istencini (irade) nesnel yorumlamakta yetersiz kalan kimi yandaşları da destekledi.

İlk bakışta aslında olması gereken hukuk açısından doğruydu, bu. Ancak bizim gibi Doğu ülkelerinde değil, Batı ülkelerinde.

Dikkatleri çekmek isterim: Çünkü bu sütunlarda yazdığım “Türk halkı’nın siyasetçilere çağrısı” başlıkla yazımda (29 Nisan 2024) belirttiğim üzere, “gün ışığında demokrasi”yi (démocratie à ciel ouvert) yakalamış ülkelerde adayların dışındaki kişiler, özellikle de cumhurbaşkanı, başbakan, parti başkanları vb. gibi bütün ülkeyi yönetenler ya da bu iddiada bulunanlar, eylemli olarak yerel seçim propagandalarına asla katıl(a)mazlar, seçim alanlarına in(e)mezler. Çünkü katılırlar, o alanlara inerler ve azınlıkta kalırlarsa, seçim, genel seçime; oylama da, güven olmasına dönüşür; “demokratik bilinç” gereğince, “ulusal istencin (irade) mutlak üstünlüğü”ne (Anayasa, Başlangıç, paragraf, n. 3) boyun eğmek ve çekilmek zorunda kalırlar.” Zira demokrasiler, ulusal istence kesinkes uymaya, itaate dayanır; asla kişilerin kişisel değerlendirmelerine, masallarına değil.

Ne yazık ki, ülkemizde “demokratik bilinç” yetersiz, siyasetçiler de bu ilkelerden yoksundurlar. Nitekim bu bilinç eksikliği yüzünden 2017 oylamasında mühürsüz oylara ilişkin maddeyi, yasama organının ya da Anayasa Mahkemesinin yerine geçip üstü örtülü iptal ederek yetki gaspında bulunan YSK’nın “yokluk” (keenlemyekün) yaptırımıyla sakat işlemi yüzünden seçilen devletin başkanı, inceleme konusu yerel seçimlerde devletin uçaklarıyla gittiği bütün illerin ve pek çok ilçenin alanlarında, yerel sorunları değil, ülkenin temel sorunlarını gündeme getirerek söylevler çekmiş, yerel seçimlerde partisinin adaylarına oy istemiştir. Bununla da yetinmemiş, adalet, iç ve dış işleri dâhil, on yedi bakanını da seçim alanlarına yollamış; dahası, “İstanbul seçimlerini kaybeden, Türkiye’de seçimleri kaybetmiş sayılır” diyerek taahhütlerde bulunmuş; kısaca kendi davranışlarıyla ve bağlayıcı sözleriyle bu seçiminin bir “GENEL SEÇİM” düzeyinde, dolayısıyla iktidarı için bir “GÜVEN OYALAMASI” olduğunu sağır sultanlara bile duyurmuştur.

Özetle 31 Mart 2024 oylamasının NESNEL, ÇARPICI ve ÇÜRÜTÜLEMEZ SONUCU açıktır ve şudur: İktidar partisi ve destekçisi parti, azınlıkta kalmıştır. 31 Mart 2024 tarihinden bu yana TÜRKİYE, AZINLIK TARAFINDAN ve de, ne yazık ki, ANTİDEMOKRATİK OLARAK YÖNETİLMEKTEDİR.

Öyleyse, iktidar da, muhalefet de, gerçeklere dönmeli, seçimin nesnel sonuçlarını çarpıtmamalı, KESİN (MUTLAK) İSTENCİNİ SERGİLEYEN BÜYÜK TÜRK HALKINI asla aldatmaya kalkışmamalı; hukukta ve Kur’an’da buyrulan “AHDE VEFA” (pacta sunt servanda, Bakara, 177; Mâide, 1; Enfâl, 56; Tevbe, 4, 7; Nahl, 91, 95; Ra’d, 25; İsrâ, 34; Ahzâb, 15; Fetih, 10) ve ahde vefayı çiğnemenin cezası çok ağırdır ( Âli İmrân, 134, 159; A’râf, 199;Şûrâ, 37, 40, 43; İsrâ, 34; Mü’minûn, 8; Meâric, 32; Bakara, 24, 258, Nisa8; En’âm, 21, 135; Ar’âf, 199; Tevbe, 109; Hûd, 18, 101; Yusuf, 23; İbrahim, 7, 45; Ahkaf, 10; Zümer, 10) buyruğuna uymalıdır.

Bu bir.

CHP Genel Başkanının ikinci büyük yanılgısı, “Kur’an dili Arapça’yı kutsallaştırması”dır.

Hemen belirteyim ki, kutsal olan, ne alfabedir, ne de harflerdir. Dininin iletileridir. Nitekim bunu bilen Arap, Kur’an’ı bir torbaya koyarak evinin duvarına asmıyor; onu ana dili Arapçayla okuyor.

Belli ki, sayın başkan, alfabe devriminin önemini ve iletisini (mesaj) kavramamıştır.

Şunu hiç kimse unutmasın. Atatürk’ün gerçekleştirdiği devrimler arasında özellikle üçü çok önemli ve yaşamsaldır.

Birincisi, Batı toplumunun değerlerini toplumumuza mal eden “İsviçre Yurttaşlar Yasası”nın (Türk Medeni Kanunu) alınması; ikincisi, kolay öğrenilen “Latin harflerinin benimsenmesi”; üçüncüsü de, Türk’ün beynini ezberden uzaklaştırıp, sürgit düşündüren “ana dilinin özleştirilmesi”dir.

Bu yazıda yalnızca harf devriminin ve özleştirmenin önemi ve mucizesi üzerinde durulacaktır.
Gerçekten Arapça çevirinin ve Arap alfabesinin, Arapça sevdasının hukukta yarattığı düş kırıklıklarını, çarpıklıklarını mesleğim boyunca sürekli yaşamışımdır.

Çeviriyle ilgili ilk örnek şudur: Yargıtay Ceza Genel Kurulu (YCGK) 19.3.1949 tarih ve 4/8482 sayılı kararında, bir hukuk kavramı olmadığı halde, İtalyancadan çevrilen Yasa’da geçen “birkaç” sözcüğünü üç, “birçok” sözcüğünü ise, üçten çok olarak tanımlanmış; bunlar yerleşiklik, süreklilik kazanmıştı.

Bununla da kalınmamış, Yargıtayın ulaştığı ve hukuk terimi kavramıyla bağdaşmayan bu yadırganası görüş, 1953 / 6123 sayılı Yasa değişikliğinde eski TCY’nin yoklukta hakaret ve sövme suçlarını tanımlayan 480 ve 482’nci maddelerinde bu görüşe dayanılarak “birkaç kimseyle ihtilat eder” sözleri, “ikiden ziyade kimseyle ihtilat eder” biçiminde değiştirilerek yasalaştırılmıştı.

Bunlara hiç şaşırmamışımdır. Çünkü az düşünen toplumlarda doğaldır bu. Üstelik mantıksal düşünmenin değil, öykünmenin (taklit) öne çıktığı toplumlarda yanlışlıklar bulaşıcıdır. Nitekim bu yanlışlık, sıradan bir çevirinin çok ötesine geçmiş, 2004/5237 sayılı yeni TCY’nin 125’inci maddesine de, yine “en az üç kişiyle ihtilat” biçiminde yasalaşmıştır.

Sonucu etkileyen bu gülünç duruma elbette sıradan bir yanlışlık diyerek göz yumulamaz. Çünkü bu sözcük, ne bir hukuk terimidir, ne de bir kavram. Bunlara dönüşmesi ise, kaba saba bir yanlışlığın, güldürünün çok ötesinde bağışlanamaz bir dram, bir ağlatıdır.

İkinci örnek ise, doğrudan alfabeyle ilgilidir.

1926 / 765 sayılı Eski TCY’de kamu görevlisinin önünde ve görevinden dolayı (m. 266) ya da görevi sırasında (m. 267) hakaret eylemleri iki ayrı suç olarak düzenlenmişti. Her iki suçun ortak ağırlaştırılmış biçimi olan 269’uncu maddeye ve bu doğrultuda gelişen Yargıtayın görüşlerine göre, hakaret, “cebir ve şiddet (yaralama) ve tehdit ile” işlenmişse verilecek ceza artırılacak, ancak cezayı artırıcı nitelikteki bu maddede “VE” bağlacı kullanıldığı için, üç eylemin, yani sövme, şiddet ve tehdit eylemlerinin bir arada gerçekleşmesi aranacak; kısaca, sözle sövecek, tehdit edecek, bir de şiddet kullanarak mağdur kamu görevlisini yaralayacaktı. Bu eylemlerden birini yapmadığı takdirde, sözgelimi, fail sövme ve tehditle yetinirse, ortak artırıcı nedeni düzenleyen Yasa’nın 269’uncu maddesinde “ve” bağlacı kullanıldığı için, bu madde uygulanamayacak, ancak kamu görevlisine karşı sövme ve tehdit olmak üzere iki ayrı suç işlenmiş olacaktı.

Kısaca üç eylem birlikte işlenirse, ancak o zaman 266 ya da 267’nci maddelere göre verilen ceza, 269’uncu maddeye göre artırılacaktı.

Bu anlayışın ulaştığı çarpık sonuç ise şuydu: Eğer sanık, hakaret ve tehdit gibi iki ayrı suç işlemişse, kendisine verilen cezaların toplamı, üç ayrı suç, yani hakaret, tehdit ve yaralama suçları için verilen ağırlaştırılmış tek cezadan daha ağır olmaktaydı.

Bu akıl almaz, gülünç ve çarpık çelişkiye yol açan olay ise, Yasa’nın 269’uncu maddesinde kullanılan “ve” bağlacıydı.

Oysa Kaynak Yasa’da 269’uncu maddenin karşılığı olan maddede “ve” değil, “ya da” (veya) bağlacına yer verilmişti. Dolayısıyla suç işlemeyi kışkırtan bu çarpık duruma son vermenin yolu, aslında çok kolaydı: “Düzeltici yorum”a başvurmak “ve” bağlacının yerine “ya da” bağlacını geçirmek.
Nitekim Başkanlığını yaptığım Dördüncü Ceza Dairesi, bu yolda birkaç karar verdi.

Ancak Yargıtay Ceza Genel Kurulu (CGK), bilinen “yerleşik (müstakar) kararlara göre” gerekçesiyle eski görüşünde uzun süre direndi.

CGK’nın bu akla ve mantığa aykırı yaklaşımı ve ulaştığı sonuç üzerine Yargıtayın kitaplığında var olan 1926 / 765 sayılı Eski TCY’nin harf devrimi öncesi 1926 yılında Resmi Gazetede Arap alfabesiyle yayımlanan ilk metin bulunmuş, Türk dilinin arınmasını ve zenginleşmesini sağlamak için Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumunun eski genel yazmanı ünlü dilcimiz Ömer Asım Aksoy’a (1898-1903) sunulmuş; Merhum Aksoy, Arapça alfabede üç tür “vav” (v harfi) bulunduğunu; Eski TCY’nin Arapça alfabeyle kaleme alınan 269’uncu maddesinde geçen “vav”ın “ve” değil, “ya da” (veya) olarak anlaşılıp yazıya dökülmesi gerekirken, Yasa metninin Arap alfabesinden Latin alfabesine dönüştürülmesi sırasında bunun yanlış olarak “ve” biçiminde yazılmış olduğunu belirlemiş; aynı görüşü edebiyat araştırmalarıyla tanınan “Gülistan” çevirmeni Merhum Hikmet İlaydın (1914-1991) da paylaşmıştı.

İşte bu bilgilerin ışığında Arap harfleriyle yazılan metne göre Yargıtay CGK, görüşünü değiştirmiş, ancak böylelikle doğru uygulamaya başlanabilmiştir.

Arap harfleriyle yürürlüğe giren bu metni Latin harflerine dönüştürerek kaleme alanlar, elbette Arap alfabesini çok iyi bilen uzman insanlardı. Buna karşın onlar bile metni Arap alfabesinden Latin alfabesine dönüştürürlerken yanılmaktan kurtulamamışlardır.

Osmanlı döneminde ortaokulu (mektebi rüşdî) bitiren merhum babam, Arap alfabesinin Arapçaya yatkın olduğunu, ancak Türkçede bulunmayan, bu yüzden pek çok ayrıntıyı barındırdığını, dolayısıyla öğrenmenin ve yazmanın çok güç olduğunu sık sık söyler, bu nedenle yıllarca süren öğretime karşın bu yazıya egemen olamadıklarından yakınır, yeni alfabenin Türk insanını bu tür yüklerden kurtardığını belirtir dururdu.

Yaşanan bu olay, Arap alfabesinin yalnızca yazmada değil, doğru okumada bile çok güçlüklere yol açtığını ortaya koymamakta, çok kolay öğrenilen, bu türden açmazlara yol açmayan harf devriminin ne denli yerinde olduğunu da ortaya koymaktadır.

Gerçekten Batı kültürü ile Türk kültürünün buluşmasını engelleyen önemli etkenlerden biri bu yasayla aşılmış, harf devrimiyle halkımız uygar dünya ile buluşmuştur. Bu yüzden de harf devrimi, çok anlamlı olup, çoğu insanı, bu arada çağımızın dev düşünürlerinden Jacques Derrida’yı (1930-2004) bile şaşırtmış; ona “yazılı külliyatın ötesi / aşılması” (translitération) dedirtmiştir.

Gerçekten Göktürk, Uygur, şimdi ise Arap harflerinden Latin harflerine geçiş, bir halk için sıradan bir harfler değişimi, aktarımı değildir. O halkın ürettiği yazılı metinlerin, külliyatın da ötesine geçmedir, bunları aşmadır. Dolayısıyla köklü bir değişimdir. Bu yüzden de kültürel etkisi çok büyük ve kalıcı olmuştur. Zira bilindiği üzere, Latince kökenli “trans” ön eki çoğu kez ötede, ötesinde, aşma, arasında anlamlarına göre sözcüklere yeni bir anlam katmaktadır (Grevisse, Maurice, Le bon usage, grammaire française, Paris, 1969, s. 103; Robert, Dictionnaire alphabétique / analogique de la langue française, Paris, 1973, s. 1816; Dauzat / Dubois / Mitterand, Nouveau dictionnaire étymologique et historique, Paris, 1971, 759; Bailly, René, Dictionnaire des synonymes de la langue française, Paris, 1971, 590592).
Derrida’nın bu ön ekle birlikte harf devrimi için bir terim olarak kullandığı “translitération” sözcüğünü, devrimin yol açacağı köklü kültür değişikliğini vurgulamak için özellikle seçtiği anlaşılmaktadır. Doğaldır bu. Ancak Fransız Devrimini, Aydınlanmayı, sanayileşme yüzyılını en acı ve derinden yaşamış bir ülkenin çocuğu, postmodern felsefenin büyük düşünürlerinden biri olan Derrida, iki önemli noktayı kuşkusuz bilmemekte ya da unutmuş görünmektedir. Birincisi, harf devrimiyle Osmanlı dâhil, bütün Türk dünyasındaki birikim yakılıp yok edilmek şöyle dursun, tam tersine bütün bunları yaşatmak için Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu gibi kültür kurumlarıyla birlikte bilim insanlarının incelemelerine sunulmuş; Atatürk, bu amacını ve kaygısını 1928’de Ruşen Eşref’e açıklamıştır.

İkincisi de, büyük bir imparatorluk kurmuş olan Osmanlı’da on sekizinci yüzyıl da bile üçgenin açılarını bilmeyen müderrisler (profesör) vardı. Bu olayın yaşandığı yıl, 1773’tür, İstanbul’da bulunan François Baron de Tott’un tavsiyesiyle Padişah Üçüncü Mustafa, matematik okulu (riyaziye mektebi) açılmasını buyurur. Okulun başına da Baron de Tott geçecektir. Kimi hendeseciler, geometriyi ve matematiği iyi bildikleri iddiasıyla bu öneriye karşı çıkarlar. Bunun üzerine bütün mühendishane müderrislerinin de katıldıkları bir toplantı yapılır. Baron de Tott, üçgenin açılarının toplamını sorar, onlara. Müderrisler, bahriye subayları, ilkin kendi aralarında tartışmak için, neyi tartışacaklarsa, izin isterler ve daha sonra da şu yanıtı verirler: “Üçgenine göre değişir.” Oturumda padişah yoktur, ancak o anda iki hükümet yetkilisi de orada bulunmaktadır. (Baron de Tott, Mémoires sur les turcs et les tartares, Paris, 1784, cilt III, s. 212-215).

Avrupa’nın Aydınlanmayı yaşadığı yüzyılda geçen bu olay, gerçekten dehşet verici, bir o kadar da düşündürücü ve çok üzücüdür. Çünkü olay, Thales’ten ve Pisagor’dan yaklaşık 2.250, üçgenin açılarının toplamını Pascal’dan önce bulan Eukleídēs’ten 2.060 yıl, ilk üç Viyana kuşatmasından neredeyse 250, son kuşatmadan 119 yıl, 1770’te Rusların Osmanlı donanmasını yakmasından üç yıl sonra;1789 Fransız Devriminden 16 yıl önce yaşanmıştır.

Bu olayın bizler açısından asıl önemli ve acı anlamı şudur: Matematik ve akla dayandığını göstermek için Akademisinin kapısına “Geometri bilmeyen buraya giremez!” (Ageometretos medeis eisito!) diye yazdıran ve M.Ö. 347’de ölen Platon’dan 2220 yıl sonra bile Osmanlı müderrislerinin hâlâ o kapıdan içeri girmelerinin yasak olması!?

Bu olaydaki gibi yaşanan bilimsel düzeyi ve ülkemizde Yunus Emre’nin “terzi biçip” sözlerini Arap alfabesini “terzi Necip” diye okuyan dil hocalarının bulunduğunu bilseydi, ünlü düşünür, kim bilir neler derdi?

Tıpkı bu gibi “ya da” anlamına gelen bağlacın İtalyan Ceza Yasası’ndan “ve” olarak çevrilmesi de; bir hukuk terimi olmayan “birkaç” ve “birçok” sözcüklerinin başına gelenler de, bilimsel yapıtlarda, özellikle de alıntı yasalarda çeviri etkinliğinin ne denli önemli olduğunu göstermekte ve uygulamacıya şu uyarıyı yapmaktadır: “Ana diline yapılmış bir çeviri söz konusu olduğunda kesinlikle bu çeviriden kuşkulan ve kaynak yasaya başvur. Özellikle de bir insanın alınyazısıyla ilgili ise!”

Zira yaşadıklarımdan bilirim. Benim ülkemin insanları, çoğu kez alınyazılarından Tanrı’yı sorumlu tutar, bir bakıma kendilerini de aklarlar. Sözgelimi, bindiğiniz otobüsün sürücüsü, tekerleklerden birinin patladığını görünce, arabayı harekete geçirmeden önce besmele çekmediği için Tanrı’nın kendisini cezalandırdığını söyleyecektir, size. Çünkü o, düşünce adamı değil, inanç adamıdır, Aydınlanma çağını yaşamamıştır.

Unutmayalım ki, Rönesans’tan bilimsel araştırma merakını, doğayı ve kendisini apaçık tanıma düşüncesini ve yöntemini, inanç alanı ile bilim alanını ayırt etme bilincini, akılcılığı alan Aydınlanma çağının ürünü olan hukuk, bilimsel ve yargılamaya ilişkin konularda yansız (nötr), boş inançlardan (hurafe) arınmış ve nesnel, yerine göre gerçekçi, somut ya da soyut olmayı, alın yazısını hukuku iyi bilen, Auschwitz’lere karşı çıkan, nefretlerinin kurbanı olmayan iyi insanın gözüyle hukukun boşluklarından yararlanmaya kalkışmayan, asla fırsatçı olmayan, İncil’i ya da Kur’an’ı kötü insanların ve ikiyüzlülerin gözüyle okumayan, güç odaklarından uzak duran, hukuk ile ahlakı bütünleştirerek adaleti, toplumsal kurumların ilk erdemi ve haktanırlığın (hakşinaslık) ölçütü olarak gören, önceleyen ve bıkıp usanmadan sürekli düşünen bilinçli yargıçlara, daha sonra da Tanrı’ya teslim etmiştir.

YORUMLAR (5)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
5 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir