“İmamoğlu’nun diplomasını teknik ve hukuki açıdan tartışmak rejimin tuzağına düşmektir. 31 yıl önce alınmış diplomanın, yani ‘kazanılmış bir hakkın’, muhalefetin cumhurbaşkanı adayı olarak göstereceği kişiye ait olması, tartışmanın hukuki bir usulsüzlükle değil, gelecek seçimlerde güçlü bir rakibi hukuku kullanarak devre dışı bırakmakla ilgili olduğunu apaçık ortaya koymaktadır.”
Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının iptali, Türkiye’deki siyasal yapının dönüşümünü, hukukun hukuksuzluk üreten yeni formunu bir kez daha gözler önüne seren çarpıcı bir örnek olarak kayıtlara geçti. İmamoğlu’nun yıllar önce yaptığı yatay geçiş işlemi, usulsüzlük iddialarıyla gündeme getirilerek, hukukun iktidarın siyasi hedefleri doğrultusunda nasıl araçsallaştırılabileceğinin açık bir göstergesi haline geldi.
Esasen İmamoğlu’nun diplomasını teknik ve hukuki açıdan tartışmak iktidar cephesinin oyununu oynamak anlamına gelmektedir. 31 yıl önce alınmış diplomanın, yani “kazanılmış bir hakkın”, muhalefetin cumhurbaşkanı adayı olarak göstereceği kişiye ait olması, tartışmanın hukuki bir usulsüzlükle değil, gelecek seçimlerde güçlü bir rakibi hukuku kullanarak devre dışı bırakmakla ilgili olduğu apaçık ortaya koymaktadır.
Bu hamle, “hukukun hukuksuzluk için kullanılması” pratiğinin bir yansımasıdır. İktidar, hukuki süreçleri görünürde meşru gerekçelerle işletirken, aslında siyasi muhalefetin önünü kesmeyi ve kamuoyunda bir meşruiyet krizi yaratmayı hedeflemektedir. İmamoğlu’nun diploması meselesi, hukukun nasıl bir silaha dönüştürüldüğünü anlamak açısından önemli bir örnek teşkil etmektedir.
Modern siyaset tarihi, devleti ele geçirmek için harekete geçip ‘devlet tarafından ele geçirilenlerin’ sayısız örnekleriyle doludur. Muhalifken yapılan sivillik vurgusunun, iktidarken ‘hikmet-i hükümet’e dönüşmesinin, koltuğun şehveti ve makamın ebedilik zehabıyla yakından ilgisi bulunsa da mevcut siyasal vasat bize bundan daha fazla şey söylemektedir…
Yıllarca Kemalist oligarşiye ve bu zümrenin yarattığı vesayetçi yapılanmaya karşı demokrasi, adalet, çoğulculuk, insan hakları gibi sivil vurgularla mücadele eden ve nihayet başarılı olan AK Parti’nin, ‘oligarşiyi yok ettikten sonra kendisini oligarşik bir yapılanmaya dönüştüren’ bir siyasete savrulması, onlarca yıldır ensemizde hissettiğimiz devletin demir yumruğunun bugün ‘yeşil’ renge boyandığını anlamamıza neden olmaktadır…
Esasen mevcut siyasi iktidarın, konvansiyonel kalıplarla tanımlanması da kâfi gelmemektedir. Bugün Türkiye’deki siyasallığın nev’i şahsına münhasır abukluğu, sadece Türkiye siyasetinin iki kutbu olan devletçi modernleşmecilikle kalkınmacı muhafazakârlığın, askeri ve sivil bürokrasinin milliyetçi bir tandansla birbiriyle uzlaştırılabilmiş olması ve bununla birlikte yürütmenin yasamaya karşı bariz bir üstünlüğe kavuşarak monolitikleşmesinden kaynaklanmamaktadır.
Özellikle 2015 sonrası AK Parti iktidarının özgünlüğünü temin eden esas şey, bütün hukuksuzlukların üstünü ‘hukukun üstünlüğü’ kılıfıyla örtme maharetidir. Hukukun mahir bir şekilde kullanılması, hikmet-i hükümet, devlet bekası gibi argümanlara dayanarak alenen hukuksuzluk yapan benzer rejimlerden ayrılarak mevcut siyasallığı yeni bir siyaset yapma karakteri olarak tanımlamamıza neden olmaktadır. İşbu yeni karakter “otokratik hukukçuluktur”.
İlk olarak Kim Lane Scheppele’in The University of Chicago Law Review’da aynı başlıkla yayımladığı makalede geçen “otokratik hukukçuluk (autocratic legalism)” terimi bugün İmamoğlu’nun diplomasında da görünen siyaset yapma biçiminin yeni karakterini gayet yerinde tespit etmektedir.
Türkiye özelinde ‘otoriter hukukçu’ iktidar; Mussolini, Hitler, Atatürk veya Peron rejimleri gibi muhaliflerini tasfiye için açık hukuk ihlalleri yapmak yerine, hukuku faal ve efektif bir biçimde kullanır. Bunu yaparken de hiçbir zaman sabit bir ideolojik pozisyon belirlemez. Devletçi modernleşmecilikle (ilerlemeci, modernleşmeci, Batıcı, milliyetçi, Atatürkçü), kalkınmacı muhafazakârlık (İslamcı, gelenekçi, cemaatçi), askeri bürokrasiyle sivil bürokrasi birbirine geçtiği (implosion) için oldukça esnek davranabilme yetisine sahiptir.
Atatürkçü bir muhalife karşı muhafazakâr, muhafazakâr bir muhalife karşı Atatürkçü; demokrat bir muhalife karşı hikmet-i hükümetçi, hikmet-i hükümetçi bir muhalife karşı ise demokrat tavır takınabilmektedir. İşbu kıvraklık (katı ideolojik pozisyonlar arasında hızlı hareket kabiliyeti), muhalif avında hukukun verimli ve otokrat kullanımıyla birleştiğinde, bu yeni siyasallığı ‘rekabetçi otoriter/seçimli modern otokrasi’ yapan ana mekanizma ortaya çıkmaktadır…
Rekabetçi otoriter siyasal ortamla birlikte görünen ‘otokratik hukukçu’ durum öyle bir manzara ortaya koyar ki, muhalefetin muhalefet yapmasının önünde yasal olarak hiçbir engel yoktur ancak; aynı yasal düzenek muhalefetin önünü kapatacak gömülü (embedded) veya gizlenmiş (hidden) açıklarla doludur…
Hukukun hukuksuzluk, demokrasinin anti-demokrasi, ifade özgürlüğünün sansür için kullanıldığı bir vasatta, adil ve hukuki olmayan durumu iliklerinize kadar hissetseniz de yasal durum her vakada rekabetçi otoriter rejimi haklı çıkarır.
OTOKRATİK HUKUKÇULUĞUN ÖRNEKLERİ
Yeni durumda, hukukun hukuksuzluk için mahir kullanımına birçok örnek gösterilebilir. Rejime ‘otokratik hukukçu’ karakterini veren uygulamalar için milat 15 Temmuz darbesi ise, bizzat 15 Temmuz’un kendisi bu maharetin sergilendiği (veya ortaya çıktığı) bir süreçtir. Teknik olarak ortada olmayan bir siyasal muhalefeti (FETÖ), hem görünür hale getirip hem de radikal bir biçimde ortadan kaldırmak tamamen ‘yasal’ çerçevede cereyan etmiştir.
Siyasal durumun, otokratik hukukçu halini almasının son halkası olan Cumhurbaşkanlığı Sistemi ve bunun mümkün olmasını sağlayan anayasal değişikliklerde kuvvetler ayrılığının daha net bir biçimde gerçekleşeceğine yönelik ‘yoğun hukuki vurgular’ bir diğer önemli örnektir.
Yürütmeyi özerkleştirerek yasamadan bariz bir şekilde üstün hale getiren değişiklikleri hemen yapan ancak; yeni sistemin demokratik konsolidasyonu için gerekli olan ‘seçim barajının kalkması, dar bölge seçim modeli, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi gibi’ uyum yasalarını referandum sonrasına bırakıp hiçbirini gerçekleştirmeyen rejim, hukuku vadedilmiş hukukla alt etmiştir. Cumhurbaşkanlığı sistemi, ideolojik esneklik ve hukuk manipülasyonu üçlemesi, bu yeni yönetim sistemini ‘rekabetçi otoriter (veya seçimli otokrasi)’ haline getiren sac ayaklarıdır…
Sistemin kendini test ettiği önemli duraklardan biri de 31 Mart 2019 yerel seçimleridir. 11 bin oy farkıyla İstanbul belediyesi seçimlerini kazanan Ekrem İmamoğlu’nun mazbatasının gasp edilmesinde; keza bugüne kadar onlarca DEM’li (HDP) belediyeye kayyum atanmasında hukuki gerekçelerle (sandık kurulu başkanlarının ve üyelerinin memur olmaması; terörle iltisak) kamuoyunda hissedilen ‘hukuksuzluk algısı’ manipüle edilmiştir.
Tehdit olarak görülen muhalifin, hazırda tutulan yasal açıklarla sindirilmesine yönelik bir diğer operasyon da ‘Şehir Üniversitesi’ meselesinde görülmektedir…
Erdoğan’ın başbakanlık zamanında yapılan arazi tahsisini 2014 yılında Danıştay’ın iptal etmesinden sonra, yine Erdoğan’ın başbakanlık zamanında (2010) yapılan yasal değişiklikten yararlanılarak Şehir Üniversitesi’ne ‘şartlı’ olarak devredilme kararına (2015), geçerli süre 30 gün olmasına rağmen iki sene sonra yapılan itiraz kabul edilerek Danıştay tarafından devir kararı iptal edilmiş; daha sonra da Halkbank tarafından üniversitenin kredi limitlerine tedbir koyulmuş ve yine aynı banka tarafından mahkemeye başvurularak üniversitenin diğer bankalardaki tüm hesaplarına da ihtiyati haciz kararı çıkarılmıştır.
Muhalefetten bazı kimselerin, iktidar cephesi için sözüm ona ‘tamamen hukuki gerekçelerden’ oluşan son derece komplike bir operasyon olan bu gelişmeyi, Erdoğan veya AK Parti’nin hamlelerinden uzak, apolitik, tamamen hukuki bir vak’a olarak değerlendirmeleri, yeni yönetim mantığının hukuksuzluk üreten hukuk kullanımının farkında olmamaları dolayısıyladır.
Formel açıdan hukukun mu yoksa hukuksuzluğun mu var olduğunun kolay kolay fark edilememesine neden olan yeni siyasallığın mahiyetidir.
Rekabetçi otoriter sistem, hukuku nalıncı keseri gibi kullanmakta oldukça maharetli görünmektedir. Bununla birlikte Ekrem İmamoğlu’nun mazbata gaspı sonrasında hissedilen ‘hukuksuzluğun’, 11 bin oyluk farkı tekrar eden seçimde 9 puanlık farka dönüştüren ‘sivil adalet anlayışını’ ortaya çıkarması, -adil ve özgür seçimlerin büyük yaralar alsa da bir şekilde var olduğu sürece- ‘keserin de, sapın da, hesabın da’ bir gün ‘döneceğini’ göstermektedir…
ABDULLAH YARGI KİMDİR?
2014 yılında Anadolu Üniversitesi, Sosyoloji bölümü lisans programından mezun olan Yargı 2019 yılında Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, Din Sosyolojisi bölümünde ‘Simülasyon ve birbirine geçme olgusunun Türkiye’deki dini gruplar üzerindeki etkisi‘ başlıklı tezle yüksek lisans derecesi aldı.