Dünyamızda işlenen kirli işlerin yoğunluğu ve taşıdığı iğrençlik öylesine artmıştır ki, artık bunların kokusu burunlarımıza ulaşmıştır. Bugün Gazze’de yaşananlar, bu “kirli iş” kavramına verilebilecek en açık örnektir ve dünyada bu pisliğin lekesinin bulaşmadığı neredeyse hiçbir sorumlu merci kalmamıştır.
1942 ile 1943 yılları arasında, soykırıma uğrayan Yahudi mahkûm ve esirler, önceki kurbanların kafataslarını yakmak ve toplu mezarların izlerini ortadan kaldırmakla görevlendirildiler. Alman kültür havzasında tarihçiler bu işlemleri “kirli iş” (Almanca: Drecksarbeit) olarak tanımlar. Bu görevler; cesetlerin mezardan çıkarılmasını, yakılmasını ve kemiklerin çekiçler ve öğütücülerle parçalanmasını içeriyordu. Aynı ifade, mahkûmların ağır koşullar altında kanalizasyon ve tuvaletleri temizlemeye zorlandıkları durumlar için de kullanılmıştır. “Kirli işleri yapmak” (die Drecksarbeit machen) ifadesi zamanla organize suçlarla ilişkilendirilmiş; çoğunlukla tetikçilik ya da yargısız infaz gibi yasa dışı, baskıcı veya ahlaka aykırı eylemleri tanımlamak için kullanılmaya başlanmıştır.
Bu terim, Nazi dönemi tarih yazımı bağlamında ve o döneme dair anlatılarda kullanılmaya devam etti. Ancak "kirli işler" sona ermedi; aksine, savaşları ve soykırımları meşrulaştırmak üzere üretilmiş cazip isimlerle yeniden ambalajlandı. Terimin kendisi artık yaygın olarak kullanılmıyordu. Ta ki, 15 Haziran 2025 tarihinde İsrail’in Birleşmiş Milletler Temsilcisi Danny Danon’un Fox News kanalına verdiği televizyon röportajında bunu gündeme getirip röportaj başlığına şu ifadeyi yerleştirmesine kadar: “Biz, dünya demokrasileri adına ‘kirli işi’ yapıyoruz.” Bu açıklamadan sadece birkaç gün sonra, Almanya Başbakanı Friedrich Merz de aynı ifadeyi kullanarak şöyle dedi: " İsrail hepimiz adına ‘kirli işi’ yapıyor." Merz söz konusu açıklamayı, o günlerde İsrail'in İran’a yönelik gerçekleştirdiği geniş çaplı hava saldırılarına atıfla yapmıştı. Ardından şu ifadeleri ekledi: “Bu görevi yerine getirme cesaretlerinden dolayı İsrail ordusuna ve liderliğine en derin saygımı sunuyorum.” Ancak, bu açıklama o günlerde ciddi eleştirilerle karşılandı. Eleştirilerin temelinde, “kirli iş” teriminin tarihsel olarak Nazi yetkilileri tarafından kendi baskıcı eylemlerini meşrulaştırmak için kullanılmış olması yatıyordu. Ayrıca, böyle bir ifadenin Almanya’nın diplomatik konumuna zarar verebileceği endişesi de dile getirildi. Tartışma çoğunlukla yapılan eylemden ziyade, ona verilen isim üzerinden yürüdü.
Öyleyse ortada gerçekten yürütülen bir “kirli iş” var. Ve bu, bizzat Batılı “demokrasiler” adına, onların himayesinde yapılıyor – zira Danon’un açıklaması G7 Zirvesi çerçevesinde Kanada’da yapılmıştı. Bu kirli işin esas yükünü ise – temsilcisinin ifadesiyle – İsrail taşıyor ve bunu Batı’ya bir tür “lütuf” gibi sunuyor. Bahsi geçen iki yetkilinin dilinden kaçan bu itiraf, aslında dünyada savaşların ve çatışmaların ortasında ezilen halkların yaşadığı gerçeğinin tam bir ifadesidir. Çünkü bu savaşlar ve krizler aynı aktörlerin doğrudan müdahalesiyle ya da onların finansmanı, himayesi ve gözetimi altında yürütülmekte – ya da en hafifinden, bütün bunları engelleme gücü varken hiçbir şey yapılmamaktadır.
Bu açıklamalarda yeni olan bir şey yok aslında; İslam dünyası halklarının ve Batı işgaline veya saldırılarına maruz kalmış ülkelerin halklarının uzun zamandır bildiği bir gerçeğin teyidinden ibaret. Zira bu kirli işler, işgalcilerin belgelerinde, müzelerinde ve tarihçilerinin kitaplarında belgelenmiş durumdadır – üstelik hâlâ sürmekte; bazen resmî temsilciler, bazen gizli aktörler, devletler, örgütler veya bireyler tarafından yürütülmektedir. Hepsinin sloganı ise aynıdır: “Amaç, aracı meşru kılar.” Dahası, bazıları bu kirli işleri farkında olmadan ya da çıkar uğruna başkaları adına yerine getirmektedir. Ancak, daha da çirkin olan, bu görevi üstlenenlerin, yaptıkları kirli işi erdem kisvesine büründürmeleri ve bunu bir değer ya da ilke gibi bayraklaştırmalarıdır. Oysa bu işler, özünde, savunduklarını iddia ettikleri ilkelere, ahlaka, dine ve yasalara tümüyle aykırıdır.
Dünyamızda işlenen kirli işlerin yoğunluğu ve taşıdığı iğrençlik öylesine artmıştır ki, artık bunların kokusu burunlarımıza ulaşmıştır. Bugün Gazze’de yaşananlar, bu “kirli iş” kavramına verilebilecek en açık örnektir ve dünyada bu pisliğin lekesinin bulaşmadığı neredeyse hiçbir sorumlu merci kalmamıştır. Masum insanların sistematik biçimde aç bırakılması, temel yaşam koşullarından yoksun tutulması ve yardımlara erişimlerin engellenmesi, bir insanın başka bir canlıya yapabileceği en alçakça eylemdir. Gazze’de yaşananlar, bu cürümleri işleyenlerin savunduğu Batılı demokrasilerin ürettiği kirli işlerin tarihsel devamıdır. Eğer bir görev gerçekten kirliyse ve onu, kendi amacına ulaşmak için meşru gören bir fail üstleniyorsa, bu anlaşılabilir ve beklenir bir durumdur. Zira bir suçlunun küstahlığı, çoğu zaman işlediği suçtan daha az tehlikelidir. Ancak ahlaki ve hukuki açıdan asıl anlaşılmaz olan, dünyanın aç insanlara yiyecek ulaştırmakta ve bir kuşatmayı kaldırmakta içine düştüğü acziyettir – üstelik bunu yapabilecek durumdayken.
Çok da uzak olmayan bir geçmişte, Suriyeliler de onlarca yıl boyunca kirli işleri meslek edinmiş bir rejim altında yaşadı. Bu rejim, ulaşmak istediği hedefler doğrultusunda bu tür işlerin önünü açtı, yollarını kolaylaştırdı; hatta isteklerini kendi başına gerçekleştiremediğinde, aynı alçaklıkta kirli iş uzmanları ithal ederek bu işleri onlarla birlikte ya da onların eliyle yaptı. Bu rejimin en alçak uygulamalarından biri, mezhepçiliği mezhepçiliği kullanarak halkı bölmek ve birbirine düşürmekti. Ülkedeki dini ve etnik farklılıkları kendi iktidarını pekiştirecek şekilde araçsallaştırdı; topluluklar arasında korku tohumları ekti. Dini ve etnik farklılıkları öyle kurguladı ki, herkes bir diğerinden korkar hâle geldi. Sonra da kendisini herkes için güvence gibi sundu. Rejim bir anda düşünce, Suriye halkı kısa sürede anladı ki, aralarındaki korku yapaymış. Özgürleşmenin ilk aylarında korkulan felaketlerin neredeyse hiçbiri yaşanmadı; olanlar da son derece istisnaiydi ve korkulacak boyutta değildi. Şimdi anlaşılıyor ki, bu korku, ihtiyaç duyulacağı ana kadar ertelenmişti ve aynı amaçları güden başka aktörler tarafından, zamanı geldiğinde yeniden devreye sokuldu. Önce sahil bölgelerinde, en son ise Süveyda’da bu provokasyonlar yeniden başlatıldı. Bu kez doğrudan ya da yerel vekiller aracılığıyla “demokrasileri savunan” kirli iş müteahhitleri iş başındaydı. Ancak, en büyük tehlike, bu kirli işlerin aynı yöntemlerle karşılık bulmasıdır. Yani, kirli işi yapanlara karşı hak ve adaletle değil, intikamla hareket edilmesi, adaletin yerine öç, hukukun yerine linçin geçmesi, çoğu zaman suçlu ile suçsuzu ayırt edemeyen tecrübesiz genç savaşçıların toplumu bir kör şiddet sarmalına itmesi.
Süveyda’da ve öncesinde sahil bölgelerinde yaşananlar, yıkılmış rejimin onlarca yıl boyunca biriktirdiği kirli işlerin ertelenmiş hesabıdır. Üstelik bu, bu mirasın son halkası da olmayabilir; zira bu alana yatırım yapanlar görevlerine daha büyük bir kurnazlıkla devam etmektedirler. Bu nedenle, bu pis mirastan kurtulmanın en önemli adımı, herkesin ortaklaşa inandığı ahlak ve değerlere dayalı bir toplumsal bilinç inşa etmektir. Bunun temelinde ise bireyin başkalarına karşı sorumluluğunun, haklarının ve onurunun gözetilmesi yatar. Bu noktada en büyük sorumluluk devlete düşmektedir. Devlette görev alan herkes bu asgari ahlaki sorumluluklara bizzat sahip olmalıdır. Bu yükümlülükteki her ihlal ve ihmalkârlık sorgulanmalı, insanların onuruna ve haklarına yönelik her türlü ihlâl – kimden gelirse gelsin – devletin denetimine ve hesap sormasına tabi tutulmalıdır.
İnsan onuruna ve insan haklarına saygı, hiçbir şekilde suç işleyenlere müsamaha göstermek anlamına gelmez. Bilakis, bu saygı, suçluyla mazlumu ayıran temel farktır. Suçluya karşı suç işlerseniz, onunla aynı safta yer almış olursunuz; ne saygı görürsünüz ne de empati. Ama eğer adaletle davranır, düşmanınıza bile hakkını verirseniz, o zaman gerçekten farklı ve onurlu bir konumda olursunuz. Nitekim Kur’an’da şöyle buyrulur:
“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevk etmesin. Adaletli olun; bu, takvaya daha yakındır. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Maide, 8)
Kaynak: El-Arabi el-Cedid, 27 Temmuz 2025
KİMDİR?
Abdulrahman Helli Katar Üniversitesi’nde Profesör olarak görevine devam etmektedir.
