Bizim büyük çaresizliğimiz ‘devletten bağımsız’ güçlü ve köklü bir orta sınıfın bir türlü ama bir türlü var ol(a)mayışı. Türkiye’nin vergi yükünü çeken eğitimli, donanımlı, dil bilen, dünyaya açık ‘elitlerinin’ kendileriyle de hesaplaşabilecek düzeyde/yeteri kadar demokrat ve liberal olamaması.
Türkiye’de siyaset her zaman ‘iki ana aks etrafında’ şekillenmiştir. Merkez Sağ’da Adnan Menderes/Demokrat Parti, Süleyman Demirel/Adalet Partisi, Turgut Özal/Anavatan Partisi ve daha az yetenekli Çiller/Yılmaz… Buna karşılık kendisini “Orta’nın Solunda” konumlandıran ‘ebedi muhalefet’ Cumhuriyet Halk Partisi ve yokluğundaki türevleri DSP/SHP…
Diğer siyasi partiler, ‘merkezin iki yanını’ tutan partilerin de ‘sağında/solunda’ mevzilenmiştir daima. Aybar’lı Behice Boran’lı Türkiye İşçi Partisi İsmet Paşa’nın/Ecevit’in Cumhuriyet Halk Partisi’nin ‘birkaç parmak solunda’ sayılırken, Türkeş’in Milliyetçi Hareket Partisi ile Erbakan’ın Millî Görüş Partileri sağın da sağında…
Merkez Sağ partiler ekonomide ‘liberal ve kalkınmacı’ politikaları benimserken, siyasal açıdan, ‘Sol/Komünizm karşıtlığı’ yedeğe çekilmek şartıyla, ‘Batılılaşma yanlısı’ ceberut DEVLET aygıtına karşı HALK yığınlarının yanında oldular daima: taşranın geleneklerine ve dine saygılı, görece özgürlükçü. Batı’dan bakıldığında, Menderes’te de Demirel’de de Özal’da da ‘klasik liberal demokrasi’ adına eleştirilebilecek pek çok ‘kusur’ bulunabilir elbette. Ama Avrupa’daki gibi köklü bir burjuvazinin, örgütlü ve bilinçli bir proletaryanın yani ‘devletten bağımsız’ güçlü bir ‘sivil toplumun’ teşekkül etmediği bir ülkede siyaset konuştuğumuzu her zaman aklımızda tutmalıyız. Tamamlanmamış bir ülkenin sağ’ı da sol’u da ‘eksik’ haliyle.
AK Parti 2001’de kurulurken Merkez Sağ’ın bu topraklarda mümkün olabilecek en ‘liberal demokrat’ söylemlerini sahiplenmişti. İlk on yılında kimi sürçmelere/tökezlemelere rağmen Merkez Sağ’dan konuşan/yapıp eden bir partiydi. Millî Görüş hareketinden ayrılan yenilikçilerin “gömlek değiştik” propagandasının ardında, “bizler de merkeze taşındık” iması vardı.
Gezi eylemleri, Fethullahçıların devlet mekanizmasından sökülme mücadelesi, Suriye’de patlayan iç savaş, Mısır’daki askeri darbe, PKK’nın çözüm sürecinde ayak diretmesi ve 15 Temmuz 2016… İç ve dış gelişmeler, MHP ile kurulan ittifak AK Parti’yi ‘merkezden’ uzaklaştırdı; giderek daha ‘milliyetçi/devletçi’ bir parti hâline getirdi. Yaşananlar Merkez Sağ’ın çöküşü, sağın da sağındaki iki anlayışın [MHP/Millî Görüş] koalisyon kurmasıydı basitçe. Boşluğu görüp AK Parti’den kopan kadrolar [Deva/Gelecek] merkezi doldurma imkânlarını kaybetti ya da çeşitli nedenlerden dolayı bu potansiyeli kullanamadı. [Başka bir yazının konusu!]
Türkiye’deki ‘siyasi krizin’ adını koymalı artık: on yıldır ‘Merkez Sağ’sızlıkla’ malulüz. 2016 model AK Parti’nin 2002 model AK Parti ile uzaktan yakından ilgisi yok. Bu AK Parti daha çok v2 Millî Görüş. Ankara’da ‘yeni bir rejim’ inşa ediliyor: Neo-İttihatçı/Neo-Osmanlıcı/milliyetçi/devletçi... Devletle Sünni halkın/dindarların arasındaki ‘yüz yıllık mesafe’ kapatıldı. Kemalizm’in ‘köpüğü’ alındı. Yumuşatıldı. Burada lâik ve batılılaşmacı Kemal Atatürk’e yer yok. Atatürk ancak 1920’deki “Gazi Mustafa Kemal” hâliyle kabullenilebilir. Ya da kabul ettirilebilir. Dindar çevrelerden yükselen homurdanmaya rağmen, Atatürk imajı tazeleniyor, mitolojideki aşırılıklar atılıyor, tekrar yazılıyor, Atatürk kalpağı ve Gazi namıyla yeniden diriltiliyor, sözüm ona sivilleştiriliyor.
Elbette bu yapılırken maksat Türkiye’deki kadim kutuplaşmayı sona erdirmek değil. “Gazi Mustafa Kemal” imajı otoriterleşmenin bir aparatı hâline getiriliyor. Türkiye, rejimi Rusya’ya, ekonomisi Arjantin’e, sokakları Kolombiya’ya, bürokrasisi aile şirketi gibi yönetilen Katar’a, etnik açıdan Lübnan’a benzeyen/benzetilen bir ülkeye dönüştürülürken [harıl harıl gaz/petrol arayışını ‘otoriter rejimi’ sürdürülebilir kılmakla bir ilgisi olmalı], buna rıza göstermeyecek bütün toplumsal gruplar, aydınlar, gazeteciler, kurumlar [sivil toplum?] sertçe bastırılmak, susturulmak isteniyor.
İşin kötüsü, muhalif çoğunluğun da ‘gerçekten demokrat’ olmayışı. Onlar ellerinden kayıp giden Kemalist devleti ‘restore’ etmek istiyor, olan biteni anlamakta güçlük çekiyorlar. [Ölüsünün ikonasıyla yenisine karşı savaşılamaz oysa!]
GERÇEK BİR ORTA SINIF VAR MI?
“Demokrasi dünyanın en narin çiçeğidir. Onu yaşatan hoşgörüdür, uzlaşıdır, diyalogdur...” Böyle başlıyordu rahmetli Mehmet Ali Birand, bilmiyorum kaç kez seyrettiğim/ezberlediğim, o ünlü Demirkırat belgeselinin her bölümüne. Evet, demokrasi dünyanın en narin çiçeği ama onu yaşatan ‘yalnızca’ hoşgörü, uzlaşı ve diyalog değil. Demokrasi güçlü, köklü ve ‘devletten bağımsız’ bir ‘orta sınıfla/burjuvaziyle’ var olur, yeşerir ancak.
Türkiye’de güçlü, köklü ve devletten bağımsız bir orta sınıfın/burjuvazinin varlığından söz edebilir miyiz? Pek sanmıyorum. İktidar el değiştirince ‘kurucu ayarlara’ dönme hayalleri kuran, kötüsü gelirse yurtdışına ‘kaçmaya’ çalışan, sabah akşam ‘Atatürk sayıklayan’ beyaz yakalıların, höt denildiğinde ‘hizaya geçen’ iş adamlarının var olduğu bir ülkede demokrasi nasıl kök tutup yeşerebilir? Ne kadar yaşatılabilir? Türkiye’nin talihsizliği ya da makus talihi Anadolu’nun/taşralıların ‘politik kabalığı’ ve ‘açgözlülüğü’ değil sadece. [Bu da başka bir fasıl elbette. Başka bir yazı...]
Bizim büyük çaresizliğimiz ‘devletten bağımsız’ güçlü ve köklü bir orta sınıfın bir türlü ama bir türlü var ol(a)mayışı. Türkiye’nin vergi yükünü çeken eğitimli, donanımlı, dil bilen, dünyaya açık ‘elitlerinin’ kendileriyle de hesaplaşabilecek düzeyde/yeteri kadar demokrat ve liberal olamaması. Herkesin ve hepimizin kafasının ta ilkokuldan itibaren devlete tapıcı ‘totaliter bir ideolojiyle’ zehirlenmesi, koşullandırılması. Devletin gücünü frenleyecek, onu dengeleyip denetleyecek, temel hak ve özgürlükleri bürokrasiye karşı savunacak kadar güçlü, modern Batı kültürünü ve geleneksel yerli kültürü benimsemiş, ‘aşağıya-halka’ yayacak kadar köklü ve kültürlü Burjuva orta sınıfının/aydınların/elitlerin eksikliğinin vahim sonuçlarını yaşıyoruz. Olsa idi böyle bir sınıf; var görünenler “eğreti” kalmasaydı eğer ne dün ne de bugün, ‘bir tek adamın’ keyfi ve muhalefetsiz yönetme hırsına teslim olmazdık sanıyorum. Ama zenginler servetlerini ‘ihalelere/hazineye’ borçluyken, aydınlar ve üniversite her dönemde kapıkulu, resmi görüşün havarisi.
Profesör Metin Heper’e göre Türk modernleşmesinin ‘hatalı/kusuru’ yanı, modernleşmenin aşağıdan değil ‘yukarıdan’ gelmesidir: “Ekonomik tabanlı orta sınıfların gelişip siyasal hayata ağırlığını koyamaması ve bu olguya paralel olarak Osmanlı-Türk modernleşme sürecinin temel çelişkisinin dinsel-seküler bir diyalog şeklinde ortaya çıkması sonucu, siyasal-normatif eğilimi ağır basan bir bürokratik elit geleneği devam etmiştir.” Osmanlı/Türk modernleşmesini Batı Avrupa’daki gibi, öncelikleri ‘ekonomik’ gerekçeler olan kentli-girişimci ‘orta sınıf’ (yani burjuvazi) değil, öncelikleri ‘askeri-idari’ problemleri çözmek olan ‘merkezi bürokrasi’ (yani devlet) sırtlanmış, başlatıp sürdürmüştür. Bu da “aşağıya tahakküm/yukarıya itaat” kültürünü güçlendirmiş, modernleşmeyi daha çok ‘askeri-idari-kültürel bir reform projesi’ haline getirmiştir.
Bugün ‘AK Parti istibdadına’ muhalefet edenler ikiye ayrılıyor: 1) Atatürk dönemini ve Kemalist değerleri referans alanlar... 2) Temel hak ve özgürlükleri, kuvvetler ayrılığını, hukuk devletini samimiyetle benimseyenler... Birinci gruba mensup olanlar yani ‘eski rejimin’ artık elitleri ‘otoriter yönetimlere’ değil Erdoğan’ın yönetmesine karşı ve muhalifler içinde çoğunluktalar. (İttihatçılar da ‘Padişahlığa’ değil Abdülhamid’e karşıydılar...) Bu çok açık. Ceberut devlet otoritesiyle pek de sorunları yok. Cumhuriyet tarihi boyunca yaşananlardan dolayı hiçbir zaman sorumluluk duymuyor, hiçbir tartışmada özeleştiri getirmiyorlar. Varsa yoksa AK Parti’yi desteklemiş olan ‘bir avuç liberal demokratla’ kavgaları... Tek günahkâr var onlara göre: AK Parti’ye inanıp/kanıp “yetmez ama evet” diyenler! Bu nedenle yüz senede ‘sivilleştiğimiz’ kadar ‘demokratikleşemedik.’
Türkiye’nin gerçekten demokratikleşebilmesi için merkezi tahkim etmesi beklenen ‘orta sınıfın/küçük burjuvazinin’ değişip dönüşmesi gerek ilkin. Çıtayı daha yükseğe koymalı. Taşra/kasaba cehaletiyle kentli kibir dışında bir ‘üçüncü yol’ olmalı. Mümkündür.
