Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün “Bugünün dünyasında kapitalizmin varlığını sağlayan da bu ‘fayda’dır. Din şu ya da bu şekilde sosyal bir kapitaldir/sermayedir; ve sağladığı faydaya göre değerlendirilmektedir” diyor.
MODERNLİK DURUM
İnsanlık son dört yüz yıldır Aydınlanma, modernlik, sekülerlik gibi üst-anlatıların yönettiği bir süreçten geçmektedir. İnsanlık adına elde edilen kazanımların yanı sıra bu dönemde sömürgeleştirmeler, iç savaşlar, dünya savaşları kısaca insanı hayal edilebilecek bütün trajedilerin kucağına iten olaylar hiç eksik olmadı. Kant, Ebedi Barış Üstüne Felsefi Bir Deneme kitabını tam da bu katliamların yaşandığı bir dönemin ortasında yazdı. Rivayet odur ki Kant, bir han duvarına asılı mezarlık tablosundan esinlenerek eserini yazmış ve ebedi barışın ancak mezarda gerçekleşebileceği gibi ironik bir duyguya kapılmıştı. Aynı dönemleri Thomas Hobbes “Herkesin herkese karşı savaşı” (bellum omnium contra omnes) olarak tanımlamakta; Hegel bu dönemleri ‘tarihin mezbahası’ olarak anmaktadır. Avrupa topraklarının mezbahaya döndüğü bu dönemler şimdi başka coğrafyalara taşındı. Trajedinin sahne düzeni aynı; sadece sahnelendiği mekânlar değişti. Modernizmin ve sekülerizmin vadettikleri ile gerçekleşenler arasındaki büyük mesafe bugün postmodernizm, postsekülerizm, postkolonyalizm adları altında bu dönemin yarattığı hayal kırıklıklarına dikkatimizi çekmekte; bu tür ideolojik büyük-anlatı ve üst-temsillerin, hegemonya kurma arzusunu tetiklediği ve şiddeti var ettiği eleştirisini yapmaktadır.
MODERNİTENİN DİN ÖNGÖRÜSÜ
Modernizmin ve sekülerizmin öngörülerinden biri, dinin hem kişinin yaşamından hem de kamusal alandan elini eteğini çekeceği yönündeydi. Ama moderniteyle birlikte uzunca bir süre toplumun (kamusal alanın) çeperlerine itildiği düşünülen din, bugün siyasetin küresel çapta kendini gittikçe ırk, ulus, din gibi üst-yapılara dayandırmasıyla kurulan denklemlerde yeniden yerini aldı ve kurum ve kurallarıyla daha görünür hale geldi. Bu görünürlükle birlikte son derece modern ve seküler küreselleşme hareketinin ortasında insanlığın geleceğine dair projeksiyonlarda dinin tutacağı yer tartışılmaya, anlamı ve yaşama uygunluğu sorgulanmaya başlandı.
Dinin doğasına ve toplumsal-tarihsel işlevine dair bu dönemde birbiriyle çatışan farklı tezler söz konusu. Dini sosyal-ekonomik geri kalmışlık ve aydınlanamamanın önündeki engel, dindarlığı da bizzat ekonomik geri kalmışlığın yarattığı bir sığınma mahzeni olarak gören ve gelişmeyle birlikte bunların ortadan kaybolacağını savunan Holbach, Helvetius, Diderot gibi düşünürlerin tezlerine karşı, sosyo-ekonomik geri kalmışlıkla din arasında doğrudan bir ilişki kurmanın yanlışlığını savunan Alexis de Tocquevelli’yi hatırlamak gerekir. Bernard Lewis, What Went Wrong? The Clash between Islam and Modernity in the Middle East (Yanlış Giden Neydi? Orta Doğuda İslam ve Modernite Arasındaki Çatışma) adlı eserinde bir zamanlar özgürlük, ekonomik gelişme ve bilime öncülük eden İslam’ın neden geriye düştüğünü tartışırken, haklı olarak, aslında ilerleme ya da gerilemenin dinin yapısıyla doğrudan ilişkisi olmadığı, tarihsel-toplumsal koşulların daha belirleyici olduğu tezine dayanır. Bu farklı tezleri de dikkate alarak, bugünün siyasal ve sosyo-politik şartları içinde dinin nasıl konumlanacağını, aşağıdaki sorulara verilecek cevaplar belirleyecektir.
Irka dayalı siyasetin aşırı sağı, ırkçılığı, yabancı düşmanlığını körüklediği ülkelerde din nasıl bir işlev görmektedir? Siyasetin yapıp-ettiğini meşrulaştıran ve halkı buna ikna eden kullanışlı bir araç olarak mı iş görmektedir yoksa temel hak ve özgürlükleri insan onurunun ayrılmaz parçası dokunulmaz haklar olarak görüp, ırkçılığı ve yabancı düşmanlığını mahkûm eden çoğulcu bir dünya çağrısında mı bulunmaktadır?
İnsanların anlam, aşkınlık, kolektif dayanışma, mutluluk ve kişisel özerklik ve özgürlük özleminin bir ifadesi olarak dünya dinleri özelde de İslam, daha uzlaşmacı bir küresel toplum için teorik ve/veya pratik bir güç olabilir mi? Yoksa dine, modern toplumun mevcut dehşetini meşrulaştırmanın gerici, karşı-devrimci rolü mü yüklenmektedir?
Din, insana verdiği umut, hoşgörü ve çoğulculuk mesajıyla, toplumu tehdit eden “medeniyetler çatışması” tezini boşa düşürecek şekilde, hem kişisel özerkliğin hem de evrensel dayanışmanın hüküm sürdüğü daha uzlaşmacı, adil, insancıl, eşitlikçi ve barışçıl bir toplum vadini gerçekleştirebilecek kabiliyete sahip midir?
İnsan özerkliğinin altının kalın harflerle çizildiği, insan onurunun her platformda yüksek sesle dile getirildiği, toplumsal dayanışmanın yüceltildiği aydınlanmış toplumda insanlığın büyük bir kısmı neden, ‘savaş’, ‘hastalık’, ‘açlık’ gibi sürekli ‘acil durum’ veya ‘olağanüstü hal’ zamanlarının esareti altında yaşamaktadır? İnsanların büyük bir kısmının içinde yaşadığı bu trajediyi önümüze getire sürece etkisi bağlamında din nerede durmaktadır?
Yaşanan bu tarihsel-toplumsal gerçeklikler karşısında din ne önerebilir? Önerilerinin hayat bulabilmesi için siyaseti hangi idealler etrafında organize edebilir? Yoksulların, ezilenlerin, sömürülenlerin, haklarından mahrum bırakılanların, sesi duyulmayanların, acı çekenlerin inişine kaynaklık ettikleri vahiy, bugünün dünyasına hangi insani gerekçelere bağlı olarak yeniden inebilir/hitap edebilir?
Değişen tarihsel-toplumsal koşullarda dinin insanlara nasıl bir ufuk vadettiği, dinin ve dindarların tarihsel tecrübesinin, geleceğe ilişkin kurgularını olumlu ya da olumsuz yönde nasıl etkilediği, her yeniyi ihtiyatla karşılamayı alışkanlık haline getiren ve geleneğe bekçiliği yeniliğe öncülüğe tercih eden dini yapıların ve liderliklerin yeni olanla hesaplaşma konusunda nasıl bir strateji geliştirmesi gerektiği sorularını da buraya eklemek gerekir.
Bu sorular, demokratik kültürü var eden ilkelerle, dinin tarihe ve topluma tutunmasını mümkün kılan ilkelerin birbirleriyle ne kadar örtüştüklerinin ya da çeliştiklerinin muhasebesini açık yüreklilikle yapmayı gerektirmektedir. Hiç şüphesiz yaşadığımız dünyayı bireysellik, özgürlük, çoğulculuk, tolerans, farklı yaşam biçimlerine saygı ve rıza gibi değerlerin beslediği tartışmasızdır. Bu değerleri koruyarak insanın hak ve özgürlük alanını daha da genişleten, bireyi baskılayan otoritelere karşı onu koruyan mekanizmaları geliştiren bir yapıya her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var.
DİN VE KAMUSAL ALAN
Göç hareketliliğinin Batı’da yarattığı demografik tedirginliğin, yine Batı’da Hıristiyan Sağın sosyo-politik yükselişinde sık sık referansta bulunduğu çatışmacı evanjelik neo-con tezin Doğu ve Batı arasındaki mücadeleyi yeni bir evreye taşıdığı ortadadır. 1993’te Samuel Huntington, tüm toplumların demokratik kurumlar geliştirebileceğini varsaymakta yanıldığımızı, çünkü demokrasinin ilkelerinin pek çok kültürle bağdaşmadığını; bireycilik, liberalizm, anayasacılık, insan hakları, eşitlik, özgürlük, hukukun üstünlüğü, demokrasi, serbest piyasalar ve kilise ile devletin ayrılması gibi Batılı fikirlerin İslami, Konfüçyüsçü, Japon, Hindu, Budist veya Ortodoks kültürde karşılığının bulunmadığını iddia etmişti. Bu tezin, Batı’da çok sayıda alıcısı olduğunu kabul etmek gerekir. Bu tezi destekleyecek şekilde, bugün ulus-ötesi (trans-national) selefi hareketlerin esir aldığı bir İslam algısının da hâkim bir kanaate dönüştüğü de ortadadır.
Böyle bir ortamda dünyada dinin, hele İslam Dini’nin kamusal görünürlüğünden bahsetmek ne kadar mümkündür?
Dinin kamusallığı meselesinin ciddi bir muhasebesini yapan Jürgen Habermas’ı anmak gerekir. Kamusal alanda dinin konumlanmasıyla ilgili ilk eserlerinde dine hiç yer vermeyen, kayıtsız duran hatta din karşıtı varsayımlara sahip olan Habermas son yıllarında din meselesini ele almak durumunda kalmıştır.
Dinin modernleşmenin baskıları altında sönüp gitmediğinin bilincinde olan Habermas, “postseküler” bir tutum geliştirmenin önemine dikkatimizi çekmektedir. Postseküler tutumdan kastı da hem dinin küresel olarak gittikçe artan önemini görmek hem de dinin ahlaki kavramlarının postmetafiziksel denen dönemde felsefî perspektife dâhil edilmelerini sağlamaktır.
Habermas’a göre, kamusal alan her sese kulak verilen ama sadece tüm katılımcıların rızasını alan makul taleplerin kabul göreceği bir alandır. Devletin gücünden farklı olarak kamusal alanda herkesin kabulünü alan ilkenin ‘zorlayıcı olmayan bir gücü’ vardır. Rawls buna ‘birbiriyle örtüşen uzlaşı’ adını vermektedir.
Habermas Avrupa’nın Hıristiyan köklerine vurgu yapan söylemlere karşı Müslüman azınlıklarla karşılıklı etik-politik taahhütler için prosedürel temel sağlayacak yeni bir anayasa çağrısında bulunmakta ve sayıları gittikçe artan Müslümanların Avrupa’ya entegrasyonunun yollarını aramaktadır. Habermas, yeniden canlanan etnik kimlik projelerini Avrupa’nın kolektif öğrenme sürecine tehdit olarak görmekte ve Avrupalıları birlikte yaşama ve farklılıklara rağmen ortak kararlara varma için prosedürel normlara bağlılık temelinde birleştirecek “anayasal vatanseverliği” savunmaktadır.
SONUÇ
İnsan kararlarında her şart altında ‘maksimum fayda’dan hareket eder. Maddi-manevi, insan kendisi için daha iyi şartlar vadedeni seçer. Bugünün dünyasında kapitalizmin varlığını sağlayan da bu ‘fayda’dır. Din şu ya da bu şekilde sosyal bir kapitaldir/sermayedir; ve sağladığı faydaya göre değerlendirilmektedir. Daha iyiye, daha doğruya ve daha estet olana doğru akan ilerlemeci bir tarih vardır. İnsan onuru bu akışın belirleyenidir; akışın nihai hedefi ise insanın yetkinliği ve özgürlüğüdür. Din bu yetkinliğe ve özgürlüğe hizmet ettiği sürece kendi varlığının devamını da garanti altına alır. Aksi takdirde tarihin dışına itilmesi mukadder hâle gelir. Bu etkinliğin sağlanabilmesi için, “iyi”, “kötü” gibi metafizik kavramlar içkin metafizikle yeryüzüne indirilmeli ve ‘adalet’, ‘zulüm’ gibi failleri belli gerçek kavramlara dönüştürülmelidir. Böylece hak, hukuk, sorumluluk, hesap verebilirlik gibi kavramlara yaşam alanı açılmalı; zaman ötesi olan (spiritüel) ile zamanlıyı (seküler) mutlak kopukluktan kurtarıp irtibatlandıran yeni bir ruh hayat bulmalıdır.