Görüşler

Modernleşmenin gecikmiş ikmali

Modernleşmenin gecikmiş ikmali

Ondokuz Mayıs Üniversitesi eski rektörü Prof. Dr. Hüseyin Akan "Bir beşerin adil, hak gözetir, merhametli, paylaşımcı, yalancı olup olmamasında en etkili belirleyici içinde doğup geliştiği kültürdür" ifadesini kullanıyor.

Bugün bizim en büyük sıkıntımız, maalesef dünün mağdurlarının, bugün mağrur olmasıdır. Dünün fakirlerinin bugün zenginlikten gözlerinin kamaşmasıdır. Dünün mücahitlerinin daha sonra müteahhit daha sonra müşahit olduğu bir noktadayız.” (7 Şubat 2021-Gazeteler). Arapça kelimelerin sağladığı imkanlar kullanılarak vecize halinde ifade edilmiş ve revaç bulmuş bu cümleler hayatını ‘davaya’ adamış önemli bir siyasetçiye aittir. “Müslümanlar piyasayla içli dışlı oldukları ölçüde dinlerine olan inançlarını yitirdi.” (1) Bu yargı ise, ‘solcu’ olarak sıfatlanabilecek bir gazete yazarının köşe yazısında yer almaktadır. 2021 yılında serbestiyet.com’da yapılan bir mülakattaki soru zihinlerdekini özetlemektedir: “28 Şubat öncesi ve sonrasında İslamcıların, güç, makam, mevki gibi iktidar alanlarıyla -dualarında yer alacak kadar- sınanma korkusu vardı: Zalimleşmektense mağdur olmayı tercih ediyorlardı. Fakat sınandılar, peki İslamcı camia sınavı geçti mi?” (2)

Son yıllarda çok kolay bulaşan ve hemen her kesimden neredeyse herkesin sorgusuz sahiplendiği, benimsediği ya da açıkça karşı çıkmadığı kanaatler, dahası yargılar bu şekildedir. Bu meyandaki yargı ve kanaat beyanlarının çoğu kesinlik ve genelleme üslubundadır.

Müslümanın müslümana tân etmesi örfümüze ve geleneğimize uygundur da, diğerlerinin hassasiyeti nereden kaynaklanıyor? Onlar kendilerine, yapıp ettiklerine ve gelecek planlarına zerre miktarı eleştirel gözle bir baksalar, olan biteni hemen anlayacaklar ama…

Müslümanların da dünya nimetlerine düşmesine diğerlerinin eleştirisi bir sevinç eşliğindedir. “Bakın Müslümanlar da dünya zevklerine aldanırmış, onlar da kirlenirmiş” şeklinde özetlenebilir söyledikleri. “Biraz meşakkatli olacak olsa da din siyasallaştıkça uhreviyetini, gizemini, cazibesini yitirecektir. ... Öteki dünya için bu dünyanın zevklerinden vazgeçmeyi göze alıp kendini Tanrı’nın ahlaki testine hazırlayan mütedeyyin müslüman görmek imkansız gibi bir şey artık.” (1) Önceden etrafta hologramları, kendileri başka evrende olan Müslümanların bazılarının sahnede ete kemiğe bürünmesini, dünya nimetlerine ortak olmasını, akademide, ekonomide, medyada, yönetimde yer almasını genelleştirerek ve bunu dine mugayir göstererek tekrar sahne dışına dönmelerini telmih etmektedirler. Diğer yandan, mezkur Müslümanlara dinin mümessilliğini atfederek onlar dolayımıyla dinin gözden düştüğü hükmünü vermektedirler. Dine, dolayısıyla o dine mensupluğu bilinenlere iyi gözle bakmayanların – samimiyseler- bu durumda, müslümanlar dünyevileştikleri ve çağdaşlaştıkları için sevinmeleri daha doğru değil mi?

Safdilce, bu dünyevileşme ve ortak olma nedeniyle, geçen yüzyılda iyi bir toplum, iyi bir dünya tasarımı vaat eden düşünce ve inanç sistemlerinden geriye hala umutları canlı tutan islamın da kaybedilmesinin üzüntülerinde pay sahibi olduğu (!) düşünülebilir. Benim kanaatim, bunların çoğunun üzüntülerinin nedeni eldeki güç, imkan ve nimetlere ortakların çıkmış olmasıdır. Çünkü beşer paylaşmayı sevmez ve istemez.
İçerden ve dışardan beyan edilen bu minvaldeki yargı ve kanaatlerde irdelenmesi gereken bazı kabuller, müphem noktalar ve yargılar var. Kabullerden birisi, İslamcıların ‘topyekün’ yoldan çıktıkları, dinlerinin buyruk ve tavsiyelerinin dışına uzandıklarıdır. Diğeri, artık İslamcıların, dolayısıyla dinleri islâmın topluma adil, güzel, ahlaklı bir dünya vaatlerinin etkisizleşmiş; inandırıcılığının kalmamış olduğudur. Yorum ve yargılarda peşinen, Müslümanların ahlak timsali olmaları gerektiği, onlara yakıştırılmayan davranış ve tavırların diğerlerinde doğal ve mazur görüldüğü aşikârdır.

Müphem taraflardan birisi yoldan çıkmış İslamcılarla kimlerin kast edildiğidir. Geçen yüzyılda bir asr-ı saadet’ hayalini düşüncelerinde, tasavvurlarında yaşatmış ve mümkün olduğuna iman etmiş (şuurlu müslüman, islamî toplum ve dünya tasarımına inanmış, davası olan müslüman, İslamcı, ideolojik müslüman, ümmetçi) müslümanlar mı kast ediliyor? Yoksa, dine kayıtsız olmayan bütün Müslümanlar mı kazanın içine atılıyor.

Bu pervasız toptancı yaklaşıma yönetsel ve/veya ekonomik güce kavuşmuş bazı kişiler ve olgularla ilgili daha çok işitilenler yol açmakta ve kanıt olarak örnek verilmektedir. Beyanlarda örnek olgularla alâkalı kişilerin tamamen kirlendiği yargısı bazen gizli, bazen aşikârdır. Bu yargı, ifade edilirken bütün müslümanlara teşmil edilmektedir. Bu tespitlere karşı, ifadeler ağyarını men etmediği halde, en azından mecliste bulunanların ve yakın tanıdıkların istisna edildiği/edileceği muhakkaktır.

İslama veya Müslümanlara dışardan bakanların şahit oldukları veya işittikleri olgular üzerinden dinin ve dinin dünyaya ait teklif ve vaatlerinin de mahkum edilmesi bilimsel de değildir, haklı da değildir.

DÜNYEVİLEŞMEK YA DA PAYINI İSTEMEK

Bu yargılara kolayca varılmasını sağlayan etmenler, müslümanların dünya nimetlerinden pay almaları, bu nimetlenmekten rahatsız olmamaları, hatta hoşlanmaları ve bu yolda işledikleri, dinî ilke ve söylemlerle bağdaşmayan eylemlerini makul bulmalarıdır. Sosyal ve fiziksel çevreye adaptasyonları, uyum sağlamalarıdır. Bir çeşit modernleşme sürecidir. Eksik bir modernleşmenin geç kalmış kendine özgü ikmalidir. Yıllarca akademiden, ekonomiden, sivil ve askerî bürokrasiden önceleri sakınan, sakınmasalar da uzak tutulan ve bir de uzak tutanlarca yüzsüzce modernleşmedikleri için eleştirilen Müslümanların geç de olsa oyuna katılmasıdır.

İsmail Kara da bu tespiti yapıyor: “Siyasi merkezin İslamcıları yahut muhalif olanları sistemin içine çekme ve kendine tabi kılma istikametindeki kuvvetli arayışları kadar mütedeyyin zümrelerin, İslamcıların, sağdan, soldan diğer muhaliflerin de sisteme katılma arzuları ve talepleri var.” (2)

Sistemdeki rüçhan hakkına sahip çıkan, dünyevileşmeye isteyerek istemeyerek değişen derecelerde direnç göstermeyen, doğal bir modernleşme seyrine kendini bırakanlar; bunlardan birine, ikisine veya üçüne birden yakıştıracağımız insanlar yanında, bir ihtimal hepsine ayak direyenlerin olduğunu değerlendiriyorum. (Bu değişimlerin doğru ve iyi olup olmadığı, nasıl bir hale evrileceği ayrı bir bahis. İnsanların inandığı veya inandığını sandığı dinin ilkelerini, kurallarını edindiği bilgiler ışığında felsefî, teolojik, nizam ve günlük hayat yönlerinden irdelemeleri de ayrı bir bahis).

ORTAK KÜLTÜR BENZER DAVRANIŞLAR ÜRETİR

Aslında, -kolay anlaşılması için- kabaca devrimci, ülkücü/sağcı, İslamcı ve diğerleri hepimiz bu coğrafyada hemen hemen aynı kültürde yetişmiş beşerleriz. Dolayısıyla beşerî hususiyetlerimiz ve zaaflarımız aynı veya benzerdir. Asabiyetimiz, tutkularımız, hırslarımız, kırılganlıklarımız, yöneldikleri değişse de öfkelerimiz de benzer olacaktır. Genel olarak Müslümanlar da diğerleri gibi beşerdir ve çağının çağdaşıdır.

İnsan davranışları günün çoğunda beşerîdir, yani doğaldır, fıtrîdir. Tüketmek, kazanmak, biriktirmek, öne çıkmak, malik olmak gibi üreme, beslenme, güvenlik kaynaklı güdüler her canlının hayatta kalması ve türün devamına yönelik olarak genetiğinde kodlanmıştır. Davranışlar evrensel, türe ve soya özgü genetik kodlar ve çevre şartlarının inşa ettiği tepki ve alışkanlıklar olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla, davranışların ahlakî niteliğini ve düzeyini genetik ve kültürel kalıtımla birlikte içinde yaşadığımız ve geliştiğimiz küçükten büyüğe (aile, okul, mahalle, şehir, ülke, küre) sosyal çevreler tayin eder.

Yirminci yüzyılın idealist Müslümanlarını (İslamcı?) karamsarlığa gark eden samimi olarak yaşamayı az çok başardıkları ve yaygınlaşacağına inandıkları temiz, dürüst, kanaatkâr, paylaşımcı hayatın kısa sürede ve kolayca parçalanabilmesidir.

Yirminci yüzyılın gençleri ve genç yetişkinleri ülkesinin ve giderek dünyanın benimsediği düşüncelerle ve bu düşünceler zemininde büyütülen umutlarla güzelleşeceğine, adil, hakça, insanî bir düzen oluşacağına samimi olarak inanıyorlardı. Ender de olsa onlara “önce okulunuzu bitirin, mesleğinizi en iyi şekilde yapacak bilgi ve beceriyle donanın. Sonra dünyayı kurtarırsınız” diye nasihat eden yetişkinler de olmadı değil.

Sovyetler Birliğinin ve diğer demir perde ülkelerindeki sosyalist yönetimlerin yıkılması bu ülkelerin, yönetim anlayış ve biçimlerinin daha soğukkanlı değerlendirilmesini sağladı. Bu tarihî değişimler bu yolda oluşmuş toplulukların üyelerinin dünya hayatının kısalığı, nimetlerinin kıymeti ve doğal seleksiyonun gerektirdiği hayat mücadelesinin doğal kaçınılmazlığını fark etmelerini sağladı. En erken onlar fark etti. Ancak bu fark ediş ve bireyleşme elbette yoksuldan yana, eşitlikçi, özgürlükçü söylemlerini değiştirmelerini gerektirmedi.

Masum Anadolu’nun saf çocuğunun ise, heyecanı, inancı, umutları dünyadaki gelişmeler ve ülkemizdeki baskılar nedeniyle canlı kaldı. Bir gün adalet, eşitlik, özgürlük, huzur ve refah gelecekti. İnsanlar adaleti, huzuru, refahı yaşayınca bu yolun hayırlı, iyi bir yol olduğunu kabulleneceklerdi. İnancı, ideali, davası için gerçekten çok fedakârlık yaptı her biri. Her işleri, her katkıları meccaniydi. Evlerini paylaşırlardı, elbiselerini, yemeklerini ceplerindekini paralarını paylaşırlardı. Kitaplarını, düşüncelerini, hayallerini, yazdıklarını … Kendi istikballeri planlarında çok silik ve müphemdi. Kişisel dünyevî hedefleri, keyifleri, hobileri ve refahlarına düşüncelerinde, hayallerinde yer yoktu. Kutsal bir görevi yüklenmişlerdi.

Bazen gönüllü, çoğu zaman zorunlu mahrumiyetler Müslümanların yirmi birinci yüzyıla kadar masum kalmalarını kolaylaştırdı, hatta zorunlu kıldı. Dünyevîliğin en cazibeli renklerle sunumu olan küresel kültürün her mahale nüfuz ettiği bu yüzyılda ülkemizde fırsatların ortaya çıkması mecburî mahrumiyetlerin ortadan kalkmasını kolaylaştırdı. Bu yeni durum dava iddiasındaki Müslümanların direncinin derecesinin ifşasına yol açtı. (Dava iddiasındaki Müslüman tabirini herkes kendince islamcı, ideolojik Müslüman, şuurlu Müslüman, siyasî Müslüman şeklinde değiştirebilir). Jung modern hayatın içinde bu direnci diri tutmanın güç olduğuna işaret etmektedir: “Günümüz insanı ilkel veya antik çağ insanından daha fazla kötülük yapma kapasitesine sahip değildir. Sadece, kötülüğe eğilimini harekete geçirmek için eskisiyle kıyaslanamayacak kadar güçlü araçlara sahiptir.”‘ (3)

Elbette, müslümanlar da beşer, dolayısıyla şaşma kabiliyetine sahiptirler. Merak ettiğim bir Müslümanın Müslümanları dünyevileştiği babında eleştirmesi onların kayıpta oldukları nedeniyle onlar için üzüldüklerinden mi, kendileri benzer nimetlerden mahrum olduğundan bilinçaltı bir hasetle mi, yoksa şimdi bir ütopya haline gelen, geçen yüzyıla ait soylu bir masal gibi anılan, anlatılan içinde yaşadığımız masum Anadolu’nun saf topluluğunun çözülmesinden mi kaynaklanmaktadır? Gerçekte, bu toplumun üyeleri arasında güzel ve doğru şeyler söyleyip aksine davranılması sıradışı değildir. Önlerine kolaylaştırıcı maddî ve manevî koşulların çıkması bazı Müslümanların da söylemleriyle eylemlerinin paralel olmamasına yol açmıştır.

İnsanın tabiatı gereği, bugün sözleriyle uygulamalarının uyumsuz olmasıyla suçladığımız her bir kişi de büyük olasılıkla kendinden başkalarını aynı noksanlıkla itham etmektedirler. Bir diğerini ayıplarken diğerlerince yanlış olarak nitelenen kendi davranışını ise, sinik bir mahcubiyet duysa da, haklılaştırma, olmazsa makulleştirme ile temize çıkardığı büyük ihtimaldir. Nasiplenen birisi de liyakatın gözetilmediğini söyleyebilir ama kendisi istisnadır.

Eğer, derdimiz kişiler, olgular değil de, herkesin yakındığı eylem ve tavırları ortaya çıkaran ve çoğaltan toplumun ahlakî düzeyi ve niteliğiyle ilgili ciddi bir kaygıysa… Olguların sıklığı ve büyüklüğündeki dikkat çekici artışsa meselemiz... O zaman, -mutlaka meclisin dışında- birilerini günah keçisi tayin etmeyi bir süreliğine bir kenara bırakıp bu coğrafyada yüzyıllardır biçimlenegelen kültürün düşüncelerde ve söylemlerde var olan ahlaklı toplumu niye inşa edemediğini sorgulayalım. Bir beşerin adil, hak gözetir, merhametli, kanaatkâr, paylaşımcı, dürüst veya haset, kaynak yapan, hak yiyen, saldırgan, yalancı olup olmamasında en etkili belirleyici içinde doğup geliştiği kültürdür. O zaman her şeyden önce kültürün ve kültürü biçimlendiren önemli unsurlardan birisi olan yaşayan dinin bireyin ve toplumun ahlak düzeyi ve niteliği üzerindeki olumlu etkisinin zayıflığını, yetersizliğini veya varsa olumsuz etkisini irdelemek gerekmez mi? Kişileri, olguları veya olguların sıklığıyla büyüklüğünü değil.

  1. https://www.birgun.net/makale/islamcilar-kazandi-muslumanlar-kaybetti-221239

  2. https://serbestiyet.com/haberler/ismail-kara-hepimizin-kaybettigi-bir-yerde-islamcilar-sinandi-ve-kaybetti-demek-zugurt-tesellisi-52978/

  3. Jung C. G. (Çev. Sılay C. E.). Keşfedilmemiş benlik. İlhan Yayınevi, 1999, İstanbul.

YORUMLAR (3)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
3 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir