Görüşler

Muhatap varlık kümesinde düşünen insan ya da robotik varlık mı öne alınmıştır?

Muhatap varlık kümesinde düşünen insan ya da robotik varlık mı öne alınmıştır?

OSGÜ İlahiyat Fakültesi Kelam Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Namık Kemal Okumuş “Amaç değerlerin yaşanan hayata hâkim kılınması iradesinin bir diğer adı dindir” diyor.

Düşünen insanın en değerli vasfı, yaratılışının baz değeri olan ahlâk ve ahlâkî kazanımları önceleyebilmesi seçeneğinin güçlü bir şekilde önünde durmasıdır. Bu duruşun en değerli vasfı, ilk olarak ahlâk ve erdem ilişkisinin görünür ve dahi tecrübe edilir olmasıdır diyebiliriz. Belki de sırf bu yüzden, Yüce Allah insan denilen muhataba akledebilmenin bütün seçeneklerini önüne koyarak hakikat dolayımında etkin ve dahi tek seçenek tarzı olan bireysel iradesini etkin hale getirebileceğine güvenmesidir. Belki de ahlâk, erdem ve eylem ilişkisinin en değerli kazanımı, insanı hem üstün ve de hem de en etkin varlık konumuna getirecek olan bu yeteneğin her daim aktif hale getirilmesinden dolayı hayata tutunması olduğu açıktır. Üstelik bu kazanımın en değerli muhatap konumunda olan insanı her daim korunaklı bir seçenek üzerinden daim ettirdiğine açıkça şahit olunmaktadır.

Varoluş gayesi itibariyle insanın en değerli kazanımlarından olan ahlâk-erdem-eylem ilişkisinin yanında, onu adeta en faydalı konuma taşıyacak olan diğer adımları da açıkça gündemine alınmaktadır. Yapılan araştırmaların bu vasıf ve kazanımları daha ziyade ahlâk ve dindarlık ilişkisini bireysel ve dahi toplumsal hayatın hemen her aşamasına taşıyabildiğini haber vermesi, bu kazanımın daha sağlıklı bir tercih olduğunu göstermektedir. Tabiidir ki, bu kazanım ve sürecin hemen ardından; “dindarlık ahlâkı kapsar mı? sorusunun gündeme gelmesine de katkı sunduğu unutulmamalıdır.

Hatta bu sorunun devamında; “ahlâk sadece dindarlıktan mı oluşur?” sorusunun da merkeze alınarak cevaplanması gereklidir. Ve dahi ahlâk ve birey hatta toplumun ilişkisinde başka ahlâk kümelerinin olup olmadığı sorusu, zaman içinde ahlâk ve dindarlık ilişkisinin yegâne değer olup olmadığının da tartışılmasını ortaya koymaktadır. Buna göre ateizm denilen kabulün bireysel ve toplumsal ahlâkî kazanımlarda uyumlu olabileceğine rağmen, birey ve Tanrı ilişkisinde pozitif bir kazanıma yakın durmadığı açıkça gündeme getirilmelidir. Bu yaklaşımın insan hayatındaki ilâhî dokunuş ve önerileri zaman zaman devre dışı bıraktığı konusunda daha bilinçli olmak gereklidir diyebiliriz.

Birey ve din ilişkisinde en merkezî yerde durmakla kalmayıp etik kazanımların hemen hepsine daha yakın duran din olgusunu ilkesel açıdan devre dışı bırakmak zor olsa gerektir. Bu açıdan bakılınca insanlığın gelişim sürecine katkı sunan hak dinin zaman içinde değişime uğrayıp adeta beşerî ve toplumsal dine dönüştüğü açıktır. Bu dönüşüme itiraz eden bazı kesimlerin itirazını güçlendirirsek, iyi insanların adeta indirilene değil de kuruluş dinlerine yakın durmadığı ortadadır. Görebildiğimiz kadarıyla, hak din denilen tek uyarı ve tavsiye kümesinin ahlâk ve etik ilişkisine oldukça yakın durduğu hatta bu kazanımı merkeze aldığı söylenmelidir.1 Bu kazanımın ahlâk ve sâlih amel ilişkisi üzerinden hayata taşındığı unutulmazsa, kazanıma yön veren ibadetlerin ahlâk mı sevap mı kazanacağı dahi tartışma konusudur.

Gelinen bu aşamada açıkça sormak gereklidir ki, Hz. Âdem’den başlayıp Hz. Muhammet’te son bulan İslâm’ın tebliğinde muhatap olan dindarların ve dahi Müslümanların doğal olarak ahlâklı olup olmadığının açıkça konuşulması lazımdır. Yoksa “dindarlık eşittir ahlâkî kazanım” denilecekse yaşayan dindarların ahlâk kazanımında olumlu süreçlere katkı sunup sunmadığı daha yakından görülmelidir. Belki de bunun akabinde ateizm, deizm ve transhümanizmin tercih nedenlerini daha yakından ifşa edebiliriz.

İnsan ve din yahut din ve insan ilişkisinde en merkezî yerde duran kazanımın “tevhit” ya da diğer bir isimle “takva” olduğu şüphesizdir.2 Bu kazanımın Kur’anî versiyonu, ilgili âyetlerin birisi dâhil olmak üzere, konuyu merkeze alan bütün hitapların ve dahi bunun yanında tebliği sürecinin de bütününü kapsadığı kabul edilmelidir diyebiliriz. Bahsedilen bütünlükte en değerli kazanım ahlâk-fıtrat ilişkisinde mündemiç olan ahlâk-eğitim aşaması olduğu ortadadır. Konunun daha yakından anlaşılması adına, ahlâkî değerlerin doğuştan mı geldiği, yoksa öğrenilebilir ve dahi öğretilebilir bir sürece tekabül ettiğinin mi önde durduğunu bilmek lazımdır. Hatta “insanın kirlenmesinin fıtrattan mı yoksa çevresel olduğuna mı karar vermek elverişlidir?” sorusunu tatmin edici bir cevap bulunmak gereklidir.

Din denilen uyarı ve öneri hatta koruma sisteminin insanın fıtratına aykırı bir tutuma evrilmeyeceğini asla unutmamak lazımdır. Bu aşamaya savrulan her sürecin de robotik varlık yerine düşünen ve dahi hakikati keşfedebilen insanın yanında durması elzemdir. Yine bu oluşumun en varlıklı aşamasının “muhatap varlık olarak halk edilen insan” olgusunu devre dışı bırakmanın imkânsız bir seçenek olması her dem öne alınmalıdır.

Hak ve hakikat konusunda akıl ve zekâsının yanında sadece insana ait bir değer olan iradenin kullanımına bakacak olursak, sorumlu olan insanın sorumluluk getiren kazanımının aslî yeteneklerle örüldüğü unutulmamalıdır. Buna göre, insanın somut bir varlığı olan aklın değil, onu iradeyle hayata tutunduran “akledebilme” seçeneklerinin devrede olması, tıpkı insanın zekâsını da hakikat üzere değerlendiren iradenin bireysel seçimlerin kazanımı olduğunu unutmamak lazımdır. İşbu yetenektir ki, sorumlu varlık olan insanı gerek bütün varlıkların üstüne (eşref-i mahlûkat) ve gerekse de hepsinin altına (esfel-i sâfilin) düşüren bir sistematiğe işaret ettiği açıktır. Mamafih akleden insanı ahlâk, şükür ve tefekkür hatta teşekkür bilincine ulaştıran yeteneğin bu hazır bulunuşluk olduğu unutulmamalıdır.

Hatta insanı daha eğitimli hale getiren amaç değil araç olan ibadetlerin de böylesi durumlarda her daim bir “teşekkür bilinci” sağladığı görülecektir. Üstelik beşerin bu kazanımları, aynı zamanda “beşeriyet değerleri” denilen kazanımları da hayata taşımaktadır. Yine bu kazanımların akleden insanlığın malı olan güçlü hatta etkin bir kazanıma işaret ettiği asla unutulmamalıdır. Yaşanan hayatın sorumlu varlık olan insanın bu yetenekleri üzerinden hayata tutunduğunu bilirsek, dünya üzerinde insandan daha değerli, onun tercihlerinden daha sağlıklı bir kazanım olmayacağı açıkça ortadadır.

Muhatap varlık olan insanın iman ve ahlâk ilişkisinde merkezde duran ana yeteneklerin insanın özgür seçimi, hemen ardından gelen adımın özgürce yol almasının imkânı ve dahi son adımın da girdiği yoldan yine özgürce çıkabilme seçeneğinin devrede olduğunu bilmek lazımdır. Bu üç adımın da insanın sorumluluğunu devre dışı bırakan kadercilik olan ezelî takdirle değil, hayata yön veren insan iradesiyle gerçekleştiği asla unutulmamalıdır. Beşerî dindarlığın zaman içinde kaybettiği şeyin, Yüce Allah’ın önceden ve dahi ezelden bilmesinin ezelden takdire mutlak kapı araladığını söylemek olduğu bilinmelidir. Aksine olarak, yaşamsal hakikatin ve dahi bireysel tercihlerin etkin bir evresi olan bu bildirgenin, Yüce Allah’ın önceden bildiğine işaret ettiği kadar, kaydedilen şeylerin insanın eylemsel süreçlerinin peşi sıra geldiğini ortaya koyduğu gerçeği de açıkça bilinmelidir. Buna göre insanın yaptıklarını bilen Yüce Allah’a karşılık olarak,3 yapılan şeylerin bilindiği gibi,4 yapıldığı anda kayda geçirilmesi,5 ilâhî yasanın en geçerli ve dahi ikna edici yüzüdür.

İnsana sorumluluğun kapısını açan ilâhî yasanın en sistematik ve en belirgin vasfına göre, her davranışın bir kaydı ve bir faturası bulunmaktadır. Belki de bu tür yaşamsal alanlara giriş serbest, bir süre sonra çıkış da serbest olarak bireyleri öne alıp muhatap kılmaktadır.
Amaç değerlerin yaşanan hayata hâkim kılınması iradesinin bir diğer adı dindir. Buna göre, dinin merkeze aldığı amaç değerlerin tevhit, hakkaniyet, adalet, paylaşım, düzen ve sâlih amelden geçtiği akıldan çıkarılmamalıdır. Buna karşılık olarak, insanın hayatına amaç değerlerin kalıcı olmasını tavsiye eden dinin “araç değerler” kümesine ise; ibadetler, hukukî işlemler, aile hayatı, mal-mülk ve diğer kazanımların oluşumu vb. gibi kalıcı hakikatleri yerleştirdiği de açıkça görülmelidir. Yine böylesi hak dinin, hakikatin değil de menfaatin yanında duran insan tarafından pazarlanan değerlerden uzak durduğu açıktır. Hatta inancı, ibadeti ve eylemi pazara çıkaranların, toplum ve millet ayırt edilmeden tarihsel kazanımlar açık edildiğinde “dini satışa çıkarıp ticaret yapanlar” olduğu açıkça bilinmelidir.

Garip bir şekilde, insanlığın dindarlık dediği şeyler ile Yüce Allah’ın dindarlık yani takva dediği şeylerin farklı olması, bu tür dindar kişi ve grupların zaman içinde Allah’ın dinini grup, bölge hatta kümesel kazanıma gark ettikleri unutulmamalıdır. Kanaatimize göre Yüce Allah’ın din dediği şey ile kendilerini dindar olarak tanımlayanların din dediği şeylerin farklılaşmasının asıl nedeni, dinin asıl metinlerinin okunup anlaşılmasının zorunluluktan çıkarılıp, onu anladığını iddia edenlerin hakikat merkezine yerleştirilmesidir. Oysaki bu eğilimin tevhidin değil şirkin kapısını araladığını bilmek,6 insanı temel açıdan eğiten eser olan Kur’an’ın ana öğretimidir diyebiliriz.

YORUMLAR (4)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
4 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir