MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin ‘Türkiye, Çin ve Rusya ile ittifak kurmalı’ çıkışı tartışılıp tepki çekmeye devam ederken İYİ Parti Grup Başkanvekili Buğra Kavuncu konuyu KARAR için yazdı. “Türkiye’nin yüzünü Rusya’ya ve Çin’e dönmesini, bu ülkelerle bir ittifak içerisinde yer almasını savunmak, Türkiye’nin tam otoriter bir rejim altında varlığını devam ettirmesi arzusunu içinde barındırıyor” dedi.
Devletler için uluslararası bir ittifaka dahil olmak ya da bir birlikten ayrılmak basit ve bir anda gerçekleşebilecek kadar kolay bir konu değildir. Bir ittifak, aynı zamanda ruhunu ve omurgasını da üye ülkeye yansıtır, böylece topyekûn bir birliktelik ortaya çıkar. Bugünlerde gündeme gelen Türkiye’nin Rusya ve Çin İttifakı içerisinde yer alması konusu da tartışmaya muhtaç bir konu. Bunun birkaç farklı yönü olsa da en başta göz önünde bulundurulması gereken nokta, farklı sebeplerden ötürü Türkiye’nin tarihsel süreç içindeki tercihleridir.
Türkiye, bugüne kadar yüzünü hep Batı’ya döndü ve bu çerçevede Batılı siyasi ve sosyal değerleri de bünyesinde özümsedi. Bu açıdan dahil olacağı alternatif bir ittifakın hangi değerleri temsil ettiğini dikkatli bir şekilde göz önünde bulundurmak gerekiyor. Türkiye zaten gün geçtikçe demokrasiden, hukuktan, basın özgürlüğünden ve insan haklarından uzaklaşırken, bu değerlerin en iyi uygulandığı ülkeler arasında da elbette Çin ve Rusya bulunmuyor. Hatta bu ülkelerin demokrasiye dair değerleri yaşatma noktasında ne kadar istekli olduklarını görmek için de dünya genelindeki ilgili indekslere bakmak yeterli olacaktır. Bu sebeple, en başta tartışmanın ana ekseni olarak sunulan Gazze meselesine ve bunun etkisine değinmek gerekiyor.
İsrail’in Filistin’deki ve spesifik olarak Gazze’de uyguladığı zulüm ve soykırım bütün evrensel değerleri aşmış ve uluslararası yapıların acziyetini de gerçekten ortaya koymuş durumda. Geçmişte Bosna’da, bütün dünyanın gözü önünde insanlık katledilirken seyirci kalan uluslararası kurumların bugün Gazze’deki tavrı da elbette bu kurumların varlığını ve meşruiyetini tartışmaya açıyor.
Öte yandan ABD de bu soykırım politikasına kuşkusuz çanak tutuyor ve ABD-İsrail birlikteliğinin, İsrail’e benzer bir yapıyı Suriye’deki PYD/SDG üzerinden ve bu gruplarla beraber Orta Doğu’da oluşturmak istediği de aşikâr. Ancak TRÇ önerisini bu bağlamda değerlendirmek yetersiz kalacaktır. Zira devletler, ittifak gibi ciddi bir meseleyi tek bir faktörle değerlendirerek karar veremez.
CUMHURBAŞKANLIĞI HÜKÜMET SİSTEMİ’NİN ETKİSİ
Burada da özellikle Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçiş sonrası sürecin etkili olduğunu söylemek mümkün. Türkiye’nin Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile başladığı bir süreçte yüzünü Rusya’ya ve Çin’e dönmesini, bu ülkelerle bir ittifak içerisinde yer almasını savunmak, Türkiye’nin tam otoriter bir rejim altında varlığını devam ettirmesi arzusunu da içinde barındırıyor. Ukrayna’yı bütün dünyanın gözü önünde işgal eden bir Rusya ve otoriter yönetim anlayışından en başta Uygur Türklerinin etkilendiği bir Çin’le kurulacak bağın kazançlarının kapsamlı ve nitelikli bir şekilde değerlendirilmediği de anlaşılıyor. Bu noktada dikkat çeken bir diğer gelişme de Türkiye’de birtakım medya kuruluşlarında yer alan Çin övgülerinin giderek bir reklam politikasına dönüşmesi oldu. Özellikle son haftalarda bazı basın mensuplarının Doğu Türkistan’ı da kapsayan bir ziyarette bulunması ve oradaki Uygur Türklerinin çok rahat, demokratik ve huzur içinde yaşadığına dair ifadeleri, pazar yerinin ortasında halkın saatlerce dans ediyor olduğu iddialarını halkın ne kadar özgür olduğunun göstergesi olarak lanse etmeleri de bu bağlamda değerlendirilmesi gereken konular. Bu sürecin özellikle dikkatle takip edilmesi de Türkiye’nin güvenliği açısından bir zaruret.
ÇOK-KUTUPLULUK VE TÜRKİYE’NİN MECBURİYETLERİ
Dünya, Berlin duvarının yıkılması ve Sovyetler Birliği’nin çökmesi ile beraber yeni bir döneme kapı araladı. ABD’nin öncülüğündeki muhtemel tek kutuplu yapıya karşı 2000’li yılların başından itibaren Çin ciddi bir alternatif olarak yükseldi. Öte yandan ABD’de ve Avrupa’da yaşanan içsel gelişmeler de kutupluluğu tek ya da iki aktörlü bir yapıdan çıkararak uluslararası kurumların hakimiyetini yitirdiği çok kutuplu bir denklem ortaya çıkardı. Öte yandan Rusya’nın Ukrayna’yla gerilimi ve sonrasında başlayan işgal sürecinin ardından Rusya’nın topyekûn dünyadan izole edilmesiyle Rus-Çin yakınlaşması da güçlendi. Öte yandan COVID-19 süreci ve Çin’in buradaki rolü de uluslararası düzeyde şüpheleri ve güvenlik endişelerini arttırdı. Özgürlük-Güvenlik ikilemi bu açıdan bütün dünyanın karşı karşıya kaldığı bir ikilem olarak Avrupa Birliği ve ABD gibi ülkelerde içsel krizleri derinleştirdi. Sığınmacı meselesi başta olmak üzere yeni krizler de bahsi geçen alanlarda yeni eğilimleri arttırdı.
Bütün bu süreçte Asya-Pasifik bölgesi ciddi bir rekabet alanına dönüştü. Trump yönetiminin odağını Orta Doğu’dan buraya kaydıracağına dair öngörüler ve ABD-Çin rekabeti muhtemel kutupluluğu çok daha farklı bir noktaya taşıyacaktır ki Türkiye’nin asıl bu süreci dikkatle takip etmesi gerekiyor. Bunu takip etmek yerine Gazze’deki zulümden hareketle TRÇ gibi bir ittifakı gündeme taşımak en başta dış politikada zaruri olan kapsamlı değerlendirme ve analiz sürecini yok etmek demek. İkincisi, başta Doğu Türkistan ve Kırım olmak üzere Türkiye’nin bütün tarihi Türkistan coğrafyasıyla ilgili duyarlı hareket etmek mecburiyeti vardır. Üçüncüsü, Türkiye bu zamana kadar stratejik bağlamda Batı ile hareket etti ve 1945 sonrası bütün kurumsal yapısını da buna göre oluşturdu. ABD-AB ilişkileri ve Rusya’nın AB ülkelerindeki birçok aşırı-sağ/popülist hareketlerle ilişkisi değerlendirildiğinde çok kutupluluğun kaçınılmaz bir hale geldiği ve küreselleşme olgusunun etkisini kaybettiği değerlendirilebilir.
Bu noktada Türkiye, kendi özelliklerini ve yapısını muhafaza ederek kutup başı olabilecek potansiyele sahip bir ülke. Jeostratejik konumu ve tarihsel birikimiyle tarihi Türkistan coğrafyasından Avrupa’ya uzanacak bir hat, dengeleri etkileme konusunda belirleyici olabilir. Avrupa, Türkiye’nin ticari ilişkileri başta olmak üzere birçok alanda baş aktör olarak öne çıkmaya devam ediyor.
Türkiye, büyük birikimi ve stratejik konumuyla zaman zaman sözü geçen, zaman zaman da göz önünde bulundurulması gereken bir aktör oldu. Aynı zamanda büyük bir medeniyeti de temsil etti ve bunu farklı coğrafyalara taşıdı. Bu nitelikleriyle yeni gelişmeleri göz önünde bulundurarak ortaya koyabileceği yeni bir anlayış; ABD, Rusya ve Çin eksenindeki gerilimlerde aparat olmaktansa ciddi bir ideali Türkiye içinde de aşılayabilir ve yeni bir paradigma yaratabilir.
SONUÇ
Geçmişin meşhur sloganı, “Ne Rusya ne Amerika ne Çin, her şey Türklük için” olmuştu. Gerçekçi bulunmasa da bir ideali temsil etmesi bakımından aslında Türkiye’nin sahip olduğu ve yüzyıllar öncesine uzanan bir hayali de yansıtıyordu. Oysa ki değişen bir ortamda ne mutlak Batı taraftarlığı ne de TRÇ gibi öneriler mutlak egemenlik iddiasını yansıtmıyor. Öte yandan Batılı yaşam tarzına alışan, örneğin çocuklarını okumak için Batı ülkelerine gönderirken eş zamanlı olarak TRÇ önerisini ciddi bir ihtimal olarak değerlendirmesi de gerçekçi gözükmüyor. Neticede ittifaklar kurup ittifaklar dağıtmak kolay görünen bir şey olsa da yüzlerce dengeyi eş zamanlı gözeten Türkiye açısından gerçekçi durmuyor.
Nitekim Türkiye hiçbir büyük gücün aparatı olacak bir ülke değil. Türkiye yenilip yutulabilir bir ülke de değil. Türkiye, Atatürk’ün öncülüğünde kurulan bağımsız cumhuriyeti ilelebet yaşatacak, kendi karakterli yapısını muhafaza edecek ve muassır medeniyetler seviyesini aramaya da devam edecektir. Bu ülkü ve ideal de Türkiye’yi asla bir TRÇ ittifakında yer almaya itmez. İkili ilişkiler farklıdır ve elbette olmalıdır; burada belki daha fazla mesafe de alınabilir.
Ancak bunu kalıcı bir ittifak haline çevirme çabası yarın arzu edilse de kopulamayacak bir sürecin içerisine Türkiye’yi sokabilir. Bunun sonucu, zaten gittikçe otoriterleşen Türkiye’nin topyekûn ve kapsamlı bir otoriterleşme sürecine dahil olmasıdır.
*Buğra Kavuncu, İstanbul Milletvekili ve İYİ Parti Grup Başkanvekili.
