Görüşler

Tek kullanımlık seçmen

Tek kullanımlık seçmen

‘İtibar ve İktidar’ kitabının yazarı Muhsin Altun “Mevcut ekonomik koşullar, nüfusun bir kısmının sistem dışına itilmesini gerektiriyor” diyor.

Nasrettin Hoca, eşeği üzerinde giriştiği riskli deneyin sonucunu şöyle yorumlar: “Tam açlığa alışıyordu; ömrü bitti.”

Neyse ki insanları açlık ve sefalete alıştırmaya yönelik deneyler bu kadar riskli değildir. Brezilya, Güney Afrika, Hindistan ve Nepal gibi ülkelerde yoksulluğun sosyal ekolojisi üzerine yapılan çalışmalar, yoksulların mevcut koşulları değiştirmek için çabalamak yerine onu idealize eden hatta eğlenceli kılan bir kültür geliştirdiklerini göstermektedir. Dahası, bu toplumlar uzun süreli açlıkla baş etme konusunda özel “yetenekler” geliştirmişlerdir. Bu yetenekler, Neoliberal esinli yayınlarda “resilience” kavramıyla açıklanır. Esneklik ve direncin bir bileşimini ifade eden resilience, bir başka Neoliberal iltisaklı kavram olan “travma” ile halef-selef ilişkisi içinde gelişmiştir.

TRAVMA EFSANESİ

Travma, esasen anormal koşullara verilen normal bir tepkidir. Ondan türetilen “Travma Sonrası Stres Bozukluğu” (TSSB) ise birinci ve ikinci dünya savaşlarından dönen askerlerin mermi şoku, savaş stresi ve savaş nevrozu olarak adlandırılan deneyimlerinden hareketle geliştirilmiştir. Dramatik olayların insan adaptasyonunun sınırları üzerindeki klinik etkilerini tanımlayan TSSB, 1980’de Amerikan Psikiyatri Birliği tarafından resmi hastalık sınıflandırmasının bir parçası olarak kabul edilmekle; önce sağlık bilimlerini, ardından sosyal bilimleri etkisi altına aldı. İnsan doğasının temelde kırılgan ve savunma mekanizmaları açısından yetersiz olduğu varsayımına dayanan TSSB modeli, antidepresan kullanımından psikiyatrik müdahaleye uzanan geniş bir klinik çözümler piyasasının gelişimini desteklemiştir.

Bununla birlikte, “travmatik” vakaların ekonomi-politik arka planını açığa çıkaran yayınlar, TSSB’nin zamanla itibar kaybetmesine yol açtı. Örneğin TSSB mağdurları üzerindeki klinik çalışmalar, idrar örneklerindeki düşük kortizol salgısını önemli bir “semptom” olarak kabul etmektedir. Buna karşın biyolojik antropolog Catherine Panter-Brick, Nepal’deki evsiz sokak çocukları için kortizol seviyelerini karşılaştırmış ve aynı kentteki orta sınıf çocuk örneklemiyle aynı olduğunu bulmuştur. İkinci bir çalışmada, Etiyopya’daki sokak çocuklarının kortizol seviyelerinin, aynı sosyoekonomik sınıftan ev tabanlı çocuklarınkiyle eş düzeyde olduğunu saptadı. Bulgular, sokaklarda yaşamanın evde yaşayan yoksul bir çocuk olmaktan daha büyük bir TSSB riski oluşturmadığını gösteriyordu.

TSSB’nin geçerliğini kültürlerarası bağlamda sorgulayan antropolog Nancy Scheper-Hughes ise siper savaşı koşullarından türetilen bu modelin barış zamanı travmalarını açıklamakta başarısız olduğunu gösterdi. Hughes’in bulgularına göre, kronik yoksulluk koşullarında yaşayan bireyler, savaş, doğal afet, terörist saldırı, aile içi şiddet ve tecavüzün yol açtığı strese, TSSB gibi biyo-evrimsel senaryolar çerçevesinde yanıt vermek yerine, onu adeta güler yüzle karşılıyorlardı.

Örneğin Brezilya’nın teneke evlerden (favela) oluşan mahallelerinde, her yoksul “gülen insanlar” (Bakhtin) korosunun bir üyesidir. O kadar ki zengin biri onların kendisinden daha mutlu olduğuna inanabilir. Oysa kalıcı yoksullar için mizah, bir tür ruhsatsız silah ya da gizli bir direniş senaryosu işlevi görmektedir. Antropolog Donna M. Goldstein’in tespitiyle, mizah sadece bu kişilerin yaşamasına izin vermekle kalmaz, aynı zamanda ıstırabı reddetmelerini de içerir. Goldstein’in favela kültürü üzerine çalışması, tecavüz, çocuk çalma ve terk etme ve çete cinayetlerine dair şakaların bile cesaret, öfke, meydan okuma, derin üzüntü ve güç katmanları içerdiğini göstermiştir.

Çok sayıda saha çalışmasının sonuçlarına bakılırsa, insanları acıya, kedere, umutsuzluk ve çaresizliğe karşı savunmasız kılan tüm duygu ve eğilimler, travmayı değil esneklik ve direnci geliştirmektedir. Hikâye anlatıcılığı, kara mizah ve karnaval tarzı kitlesel eğlenceler bunun başlıca örnekleridir. Dünyanın çoğu yerinde, yoksullar “kapıdaki kurda rağmen” neşelenebildikleri bir popüler kültür yaratmışlardır: “Hayatım zaten yeterince zor. İçinde bulunduğum durum için Tanrı ile tartışabilir miyim? Hayır! Bu yüzden dans edip zıplayacağım! Ama eğer kendimi biraz eğlendiremiyorsam o zaman ölmeyi tercih ederim.”

Yoksulların mizahı, kuşkusuz doğrudan isyanlara ya da siyasi devrimlere yol açmaz. Buna karşılık, aksi takdirde doğallaştırılacak, sorgulanmayacak veya suskunlukla geçiştirilecek konular hakkında konuşmanın mümkün olduğu söylemsel bir alan açar. Goldstein’in favela’da gözlediği kara mizah, yoksullar tarafından yaratılan ve zengin sınıflara karşı kullanılan bir söylemdir. Yoksulların kara mizahlı yorumları, kendi koşulları hakkında hissettikleri adaletsizlik duygusuna açılan pencerelerdir. Eş deyişle, kara mizah onların maddi ve ideolojik koşulları içinde gelişmektedir: İktidar sahipleri, bir ihtişam, zenginlik ve tahakküm tiyatrosu oynarlarken alt sınıflar itiraz, meydan okuma ve saçmalıktan oluşan bir “karşı-tiyatro” oynarlar. Kara mizah, silahlardan arındırılmış ve sınırlı seçeneklere sahip “sistem dışı” bir nüfusun elindeki tek silahtır.

Çünkü insanlar için olumsuz koşullardan daha dayanılmaz olan, yaşamın tamamen rastgele, anlamsız ve saçma olabileceği fikridir. Bu anlamda tüm insanlar hikâye anlatıcısı ve anlam yapıcısıdır. İnsanlar, olumsuz olayları anlamlı, amaçlı ve “en iyisi” yapmak için esnek anlatılar üzerinden yeniden çerçevelendirirler. En dayanılmaz olaylar bile “sonuçta o kadar da kötü değil” (Allah beterinden korusun) ya da nihayet olumlu bir değişime yol açacak bir şey (her şerde bir hayır vardır) olarak tanımlanabilir. Yine de yoksulun kahkahası, içinde yaşadığı dünyanın saçmalığına dair belli belirsiz bir duygu içerir.

Kuşkusuz aç, dışlanmış, ezilen ve sömürülen insanların esneklik ve mukavemetinin sınırları vardır. Bununla birlikte, TSSB etrafında örgütlenen yaklaşımlar, insanın sadece hayatta kalma kapasitesini değil aynı zamanda çeşitli zorluklar (maddi sıkıntılar, fiziksel acılar, günlük ve olağanüstü şiddet vb.) karşısındaki gelişme kapasitesini de küçümseme eğilimindedir.

ESNEKLİK GERÇEĞİ

Travma kavramının itibardan düşmesi, Neoliberal bilginleri bu kez “travmatik” koşulların olumlu algılanmasının erdemlerini araştırmaya yöneltti: İnsan yeterince esnek ve dirençli olabilirse bu koşullar aslında o kadar da kötü sayılmazdı. TSSB egemenliği altında normalden sapma ya da bozukluk olarak tanımlanan durumlar, artık “o kadar da kötü değil” teziyle tanıtılacaktır.

Esneklik kavramı, “zorluklarla baş etme” yeteneği anlamında ilk kez psikiyatrist Michael Rutter’ın 1985’te yayınlanan araştırmasıyla literatüre girdi. Rutter, en şiddetli travmaların ardından, maruz kalan tüm çocukların yarısından daha azının TSSB semptomları yaşadığını saptadı. Keza, psikiyatrist George E. Valliant da kişisel mukavemet ve esnekliğin, büyük ölçüde olasılıkların üstesinden gelmek zorunda kalmaktan kaynaklandığını gösterdi: “Şartlar zorlaştığında” mukavemet de daha belirgin hale gelmekteydi. Bugün esneklik temelli çalışmalar, insan türünün nerdeyse sınırsız bir adaptasyon kabiliyetinin bulunduğunu ima eder biçimde ilerlemektedir.

Kuşkusuz bu dönüşümü salt kuramsal zayıflıkla açıklayamayız. Ekonomik pastanın büyütülmesindeki zorluklar, nüfusun belirli bir kısmının “sistem dışına” itilmesini, özellikle yükselen kapitalist ekonomiler açısından nesnel bir zorunluluk haline getirmiş görünmektedir. Yakın zamandaki çoğu yoksulluk araştırmasının “esneklik” üzerinde yoğunlaşması rastlantı değildir. Esnekliğe yapılan vurgu, yoksulları yoksulluklarından dolayı aşağılamak değil hayatta kalma becerilerinden dolayı kutlamak gerektiğini ima eder. Antropolog Oscar Lewis’in “yoksulluk kültürü” tezinden esinlenen Marksist yaklaşım, esnekliği bir direniş biçimi olarak tanımlarken Neoliberal yaklaşım, takdir edilmesi gereken bir insan başarısı olarak görme eğilimindedir. Keza, insan esnekliğinin sınırlarına dair araştırmalar, yoksulluğun “sürdürülebilir” olduğu inancını pekiştirmektedir.

İnsan esnekliği konusunda, özellikle Neoliberal yayınlarda -bazen açık, bazen örtülü biçimde- ima edilen şey şudur: Toplumun belirli bir kesimini ulusal refahtan pay alamayacak şekilde sistem dışına iter ve sürekli yoksulluğun onlar için “normal” olduğu algısını yerleştirebilirsek kendilerini bu duruma adapte edeceklerdir. Böylece kıt kaynakların yoksullukla mücadele programları yerine görece az sayıda nüfusun refahına ayrılması mümkün olabilecektir. Sisteme dâhil olanların azalması, iktidarın refah taleplerine hızlı yanıt verme yeteneğini artırırken sosyal bedenlerine kazınan “tek kullanımlık” damgası, sistem dışındakileri siyasal katılımdan uzak tutacaktır.

Öte yandan, siyaset bilimciler Christopher J. Anderson ve Pablo Beramendi’nin 17 gelişmiş OECD ülkesindeki 1980-2002 yılları arası seçim verilerine dayanan çalışması, sol partilerin varlığının, yoksul seçmenleri harekete geçirmek için sistematik olarak farklı teşvikler sağladığını göstermiştir. Özellikle yüksek gelir eşitsizliği seviyelerine sahip ülkelerde, sınıfsal arka planı güçlü bir sol parti rekabeti, sözünü ettiğimiz “dışlamacı büyüme” modelinin başarısını tehdit edebilir.

SONUÇ

Dünyanın, yoksulların ve dışlanmışların yaşamları üzerinde yarattığı stresi kabul eden “travma” temelli açıklamaların yerini, son yıllarda siyasal olarak inşa edilmiş ve kültürel olarak detaylandırılmış “insan esnekliği” kavramı almıştır. Sistematik biçimde ezilen ve dışlanan topluluklar, günübirlik deneyimledikleri sefalet koşullarına örgütlü eylemler üzerinden yanıt vermek yerine esneklik kabiliyetlerini geliştirmektedir. Olayları olumlu biçimde yorumlama eğilimi yanında, yoksulluğu yücelten geleneksel ve dini telkinler de bir yandan insan esnekliğini desteklerken diğer yandan radikal siyasi seçeneklere olan inancı zayıflatmaktadır.

Türkiye açısından, TÜİK ölçümlerine göre (2022) “sürekli yoksulluk” oranının %14 olması, ulusal esnekliğimizin test edilmesi adına önemli bir demografik perspektif sunmaktadır: Yoksullukla mücadele odaklı bir siyasal ekonominin yokluğunda, nüfusumuzun belirli bir kısmı için yoksulluk kalıcı ve normal hale gelmiştir. Dolayısıyla, yeni hükümetin, refah beklentilerini körüklemekten ziyade mevcut koşullarda yaşamaya teşvik eden bir iletişim stratejisi geliştirmesi; hiciv, kara mizah ve karnaval tarzı ucuz eğlencelere izin vermesi önem arz etmektedir.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir