Görüşler

Toprağımızın kokusu: Filistin ve İsrail’in sesleri...

Toprağımızın kokusu: Filistin ve İsrail’in sesleri...

Kırklareli Üniversitesi Medya ve İletişim Programı Öğretim Görevlisi Kadir Metin Akbaş, dünyanın gözleri ününde Gazze'de bir soykırım yaşandığını vurguluyor.

Gözlerimizin önünde, acımasız bir soykırım yaşanıyor. Savunmasız bir halk, en gelişmiş füzelerle, bombalarla, silahlarla, savaş makineleriyle katlediliyor. Tüm dünyadan tecrit edilmiş bir avuç insan; açlıkla, susuzlukla, ilaçsızlıkla, abluka altında yaşam mücadelesi veriyor. Altı aydır kanlı, vahşi, kara bir katliam, yanı başımızda sürüp gidiyor. Sadece seyrediyoruz! Duadan ve boykottan başka bir şey gelmiyor elimizden…

Çok değil, daha yüz yıl önce, anavatana bağlı olan bir yerde yaşanıyor tüm bunlar. Coğrafi, tarihi, dini ve insani yakınlığımızın olduğu ufacık bir kara parçasını gece gündüz bombalarla dövüyorlar. 7 Ekim’den bu güne, 15 binden fazlası çocuk, 10 bini kadın olmak üzere 35 bin insan yaşamını yitirdi. Binlerce kayıp var. Bombalanmış binaların enkazında sıkışıp kalmış, cenazesine dahi ulaşılamayanların sayısı ise bilinmiyor. Tüm fertleriyle katledilmiş yüzlerce aile var. Soy isimleri kütükten silinmiş sülaleler var. Yaralı sayısı 80 bine dayandı. Sakat, engelli, hasta binlerce insan, en zor koşullarda hayatta kalmaya çalışıyor.

Mahalleler haritadan silindi. Caddeler, sokaklar, meydanlar enkaz yığınlarıyla dolu. Evler bombalandı, hastaneler, okullar, camiler füzelerle yerle bir edildi. İlaç yok, serum yok, ağrı kesici yok, sağlık hizmetleri verilemiyor. İnsanlar bir kuru ekmeğe, bir bardak suya, temiz bir yatağa hasret yaşıyor. Kıyamet koparken Gazze’de, bizler sadece seyrediyoruz. Dilim varmıyor söylemeye ancak sanırım bu vahşeti kanıksadık, sıradanlaştırdık…

Bir kez daha tekrarlamakta fayda var; bu savaş 7 Ekim’de başlamadı. Bu işgal, bu katliam, bu zulüm yüz yıldır aralıksız devam ediyor. Planlı programlı, destekli, teşvikli bir şekilde Filistin topraklarına yerleşen Siyonistler; coğrafyayı, tarihi, mimariyi, kültürü, şehirleri, köyleri, kasabaları yaşanmaz bir hale getirdiler. Kudüs’ü, El Halil’i, Ramallah’ı, Nablus’u, Hayfa’yı, Yafa’yı, Eriha’yı, Celile’yi ve daha nicelerini katranlara bulayıp öz benliklerine yabancılaştırdılar. İçlerinde bir tek Gazze özgürdü. Onu da altı aydır perişan ediyorlar.

Savunmasız bir halkı altı aydır, aç susuz bırakıp öldüren, evlerini başlarına yıkan, topraklarını işgal eden eli kanlı İsrail’e kimse dur diyemiyor. Onu katliam yapmaktan men edemiyor. Tamam, herkesi öldürdün bu kadarı da yeter diyemiyor. Dün Bosna’da yaşanan katliama ses çıkarmayan Batılı devletler, bugün de Gazze’de yaşanan katliamı görmezden geliyor, hatta katile destek vermekten çekinmiyorlar. Haklıyla haksızın bu kadar ayrıştığı, zalimle mazlumun bu kadar alenileştiği, zulmün gök kubbeyi bu kadar sarstığı, çaresizliğin, kimsesizliğin, görmezden gelinmişliğin bu kadar iç acıttığı bir savaş daha önce yaşanmış mıdır bilemiyorum. Bu çağın insanları olarak, nasıl bir günah işledik de böyle bir zulme seyirci kalmakla cezalandırılıyoruz!

Osmanlı’nın geri çekilişi sonrasında kendi kaderiyle baş başa kalan, önce İngilizlerin işgaline, ardından da Siyonistlerin tasallutuna uğrayan Filistin, o tarihten bugüne barışa, huzura ve esenliğe hasret. Zaman zaman sessizleşen, içine kapanan; zaman zaman sesini çıkaran, isyan eden Filistin, uğradığı işgalin, maruz kaldığı zulmün, reva görülen acımasızlığın pençesinde kan kaybede kaybede bugüne kadar geldi.

Dünya siyasetinde, ekonomisinde, medyasında, kültüründe güçlü bir lobisi olan İsrail, Filistin’i ve Filistinlileri adeta sessiz bir ölüme, yok oluşa mahkûm etmişti ki 7 Ekim geldi çattı. O günden itibaren Filistin, yeniden ilgi alanımıza giriverdi. Bir anda bu konunun evveliyatı, gelişimi ve aktörleriyle ilgili bilgimizin azlığını fark ediverdik. Aşinası olduğumuz bir mesele olmasına karşın, kulaktan dolma bilgilerle yorum yaptığımız ortaya çıktı. Bunu telafi edecek okumalar sırasında Kenize Murad’ın “Toprağımızın Kokusu” başlıklı kitabı, beni resmen çarptı. Padişah V. Murad’ın torunu olan annesi Selma Sultan’ın hayat hikâyesini anlattığı “Saraydan Sürgün”e kitabıyla tanınan Kenize Murad’ın gazeteci olduğunu, birçok Fransız dergisi adına 15 yıl boyunca Ortadoğu’da muhabirlik yaptığını bilmiyordum. Kenize Murad, bu coğrafyada çalışırken, sadece haber peşinde koşmamış, Filistin- İsrail meselesi üzerine harika bir kitaba da imza atmış. Siyasi analizlerden, diplomatik söz sanatlarından, klişe bilgilerden çok uzakta; sıradan insanların gündelik yaşamına odaklanan, Filistinlilerin zor şartlarda akıp giden hayatını aktaran bu kitabı okuyup bitirdiğimde, mideme yumruk yemiş gibi hissettim. Kitap, hiç tahmin etmeyeceğim şekilde afallatmıştı beni. Filistin’i, Filistinlilerin yaşamını, o topraklarda her gün sabahtan akşama kadar neler olup bittiğini, akmayan zamanı, geçmeyen saatleri, bitmeyen öfkeyi, sabrı, neşeyi, hayalleri, kadınları, öğrencileri, öğretmenleri, velhasıl yüz yıldır sıkboğaz edilen bir halkın gündelik yaşamına yakından dâhil olmuştum. Kudüs'ten Gazze'ye, Ramallah'tan Tel-Aviv'e kadar tüm Filistin şehirlerini sokak sokak adımlayan, hem Filistinlilerle hem de İsraillilerle birebir görüşen, konuşan, sohbet eden Kenize Murad, bu küçük ülkede yaşananları tüm gerçekliği ve canlılığıyla gözler önüne sermişti.
Kenize Murad, 2003’de yayımlanan kitabına 7 Ekim sonrasında eklediği önsözde; “bu kitap, Filistinlerin, acımasız bir işgal altındaki gündelik hayatını tasvir ediyor. Günlük baskı, terör, keyfi tutuklamalar, sakatlamalar ve erkekleri, kadınları ve çocukları hedef alan sayısız cinayetle dolu bir hayat. Yirmi yıl önce yazılmış bu kitap, bugün de yazılabilirdi. Değişen şu ki; durum daha da vahim bir hal aldı. Batı Şeria’da, halkın yaşamını sürdürmekte daha da zorlandığı, konfeti parçalarına indirgenen Filistin topraklarını kemiren İsrail yerleşimlerinin sayısı ölçüsüzce çoğaldı. İsrail’in amacı, Filistinlilerin hayatını tahammül edilemez hale getirerek sonunda ülkelerini terk etmeye zorlamaktır; böylece Akdeniz’den Ürdün Nehri’ne uzanan Büyük İsrail rüyaları gerçekleşmiş olacaktır.” diyerek, kitabın içeriğini net bir şekilde gözler önüne seriyor.

Haberlerden aşina olduğumuz bir görüntü vardır: İsrail askerleri iş makineleriyle gelir ve bir Filistinlinin evini yıkar. Acımasızlığın ve çaresizliğin görüntüsüdür o. Kendi ülkende, atalarının yüzyıllardır ikamet ettiği topraklarda güç bela inşa ettiğin evin/ yuvan/ her şeyin gözlerinin önünde enkaz haline getirilir.

Hiçbir şey yapamazsın. Elin kolun bağlı izlersin sadece. Kitap, iş makineleriyle yıkılan, yerle yeksan edilen işte bu evlerin hikâyesiyle başlıyor. Bu küçücük evlerde zor şartlarda yaşayan, ancak bir gün zorla evlerinden çıkarılan ve kurtarabildikleri eşyalarla dışarıda bir başlarına kalan insanların hazin öykülerini anlatıyor. Satırlar gözünüzün önünden akıp giderken, yüreğinize paslı bir bıçak saplanıyor, boğazınıza kör bir düğüm atılıyor ve tüm hücrelerinizle isyan ediyorsunuz yaşananlara. Salim isminde Filistinli bir baba başlıyor anlatmaya: “O kadar çalışıp çabalıyoruz, gerekli parayı toplamak için elimize geçen üç kuruşu yemeyip kenara koyuyoruz ve nihayet bir ev yapmayı başardığımızda, İsrail askerleri gelip onu yıkıyor. Her şeyi, hatta ağaçları bile yıktıktan sonra askerler, evimizin yıkım masrafı olarak elimize bin beş yüz dolarlık bir fatura tutuşturup gidiyorlar.” Kitabı okurken, sinirden ne yapacağınızı bilemiyorsunuz. Onlar bu muameleye her gün maruz kalıyor. Elinize imkân geçse tüm İsrail’i haritadan sileceksiniz ama elinizden bir şey gelmiyor.

15 Mayıs 1948’deki “Büyük Felaket” olarak isimlendirilen Nekbe’de evlerini terk etmek zorunda kalan binlerce Filistinlinin hikâyesi, ayrı bir dram. Evlerinden hiçbir eşyalarını almadan çıkıp yollara düşen, bir gün geri döneriz umuduyla anahtarlarını avludaki taşın altına saklayan bu insanlar, ömürlerini mülteci kamplarında geçirdiler. Filistin’in her yeri mülteci kampı; her kampta nice acı hikâyeler gizli. Kokusu burunlarında tüten evlerini, doğdukları köylerini, hayal meyal hatırladıkları bahçelerini, ağaçlarını, rüzgârını unutamayan bu insanların, çocuklarının, torunlarının anlattıklarını okumak, kelimeleri, sözleri, sesleri sonsuza kadar anlamsızlaştırıveriyor. Bir yere duyulan aidiyet duygusunun, o yerden koparılmanın verdiği acının ve bunun nesiller boyu süren sızısının derinliği ve şiddeti karşısında, sadece susuyorsunuz.

Filistinlilere yapılanları gördükçe/ okudukça, bu insanların ne kadar sabırlı, güçlü ve cesur olduğuna bir kez daha iman ediyorum. Ayrımcılığın, şiddetin, terörün hüküm sürdüğü bir ülkede akıl sağlığını yitirmeden yaşamaya çalışmak kolay bir şey değil. İsrail’in devlet olarak uyguladığı terör yetmezmiş gibi “yerleşimci” olarak isimlendirilen işgalci Siyonistlerin bireysel olarak gerçekleştirdiği şiddet de insanı çileden çıkarmaya yetiyor. Her an eviniz yağmalanabilir. Tarlanız ateşe verilebilir. Ağaçlarınız kökünden kesilebilir. Kuyunuza zehir atılabilir. Malınıza mülkünüze el konulabilir. Yıllardır ikamet ettiğiniz şehre girişiniz yasaklanabilir. Çocuğunuz tekme tokat dövülerek hapse atılabilir. Ve siz derdinizi kimselere anlatamazsınız ve üstelik direniş gösterdiğiniz için terörist damgası da yiyebilirsiniz. İşte böyle bir yaşam akıp gidiyor Filistin’de…

Kenize Murad, hiç ajite yapmadan, sadece gördüğünü ve duyduğunu kayda geçirmiş. Bunların, yanı başınızda, tüm dünyanın gözü önünde, uluslar arası hukuka rağmen yaşanıyor olduğunu bilmek, kahrediyor insanı. Büyük resme bakmaktan boynunuz ağrıdıysa, boş sözler dinlemekten kulağınız yorulduysa, şiddetli kınamalardan gına geldiyseniz; Filistin’de gündelik hayatın nasıl yaşandığını öğrenmek istiyorsanız, bu kitabı mutlaka okumalısınız. Siyonistlerce işgal edilmiş kadim Filistin toprağının acıyla yoğrulmuş o mübarek kokusunu, eminim siz de duyacaksınız.

YORUMLAR (3)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
3 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir