Kültür Tarihi Araştırmacısı Taner Ay, Tanbûrî Cemil ile Eşref Efendizâde Mehmed Şevketî üzerinden bir hikayeyi anlatıyor.
20’nci yüzyılın başında Şeref Efendi Sokağı’nda Tanbûrî Cemil, Kürkçüler Kapısı Sokağı’nda ise Eşref Efendizâde Mehmed Şevketî ikamet ediyorlardı. Tanbûrî Cemil, vâlidesi Zihniyâr Hanım’ın isteği ve telkinleriyle Eflâknûr Hanım’ın menekşe rengi gözlü kızı Saîde’yi nikâhına alıp, Taşkasap’tan Şeref Efendi Sokağı’ndaki eve çıkmıştı. Tanbûrî Cemil’in kedisi Tekir’i de Taşkasap’tan getirdiğini biliyoruz. Ancak, Saîde Hanım, zevcinin kedisini kıskanıp o zavallı hayvana zulmedince, Tanbûrî Cemil de kalbinin kapısını bir daha açılmamak üzere Saîde’ye kapatmıştı. Eşref Efendizâde Mehmed Şevketî’nin ise, ulemânın en nâmlı kedicilerinden biri olduğunu ben Cemâleddin Server Revnakoğlu’ndan öğrenmiştim.
Üstadımızın yazdığına nazaran, ilk din felsefecilerimizden biri olan Eşref Efendizâde Mehmed Şevketî, vefât ettiği ’34 yılına kadar Hüseyin Ağa Camii’nin önündeki sokağında elli kadar kediyi ciğerle besliyormuş. Kürkçüler Kapısı’ndan Bâyezîd’e çıkıldığındaysa, umûmî kütüphânenin küresel şöhrete sâhip hafız-ı kütübü İsmail Sâib Efendi ile karşılaşılıyordu. Melâmî meşreb İsmail Sâib Efendi’nin, şarkiyatçı Oskar Rescher’in dışında, en fazla güvercinci Sünbüle Hanım ve kunduracı Hacı Ali Efendi ile görüştüğü muhakkaktır. Çünkü, meydanın kedilerine her sabah taze su çıkaran Hacı Ali Efendi’ydi, onları doyurmak için İsmail Sâib Efendi’ye borç verense Sünbüle Hanım’dı.
Nevzat Sudi’nin tarifine göre, Küllük, Bâyezîd Camii’nin meydana bakan kapısının ön tarafında, dar yolun diğer yanındaki Emin Efendi Lokantası’nın mutfak kısmına bitişik, ön cephesi boydan boya camlı, tek katlı ve limonluk benzeri bir kahvehâneymiş. Reşad Ekrem 6 Haziran 1938 günlü Haber gazetesinde, ufak tefek, kırpık kırçıl bıyıklı İsmail Hakkı Bey’in kahvehânesinin, Muallimler Bahçesi ve Akademi diye iki isminin daha bulunduğunu yazmıştı ama, mekânın kültür tarihimize sadece Küllük ismiyle geçtiği herkesin malumudur. Oraya niçin Küllük denmişti, kesin olarak bilinmiyor. Gerçi her kadına cüce oynatan bizim Vâ-Nû gazetesinin 18 Ağustos 1939 günlü nüshasında kulaktan dolma şeyler yazmıştı ama, bana şukkadan şukka, bukkadan bukka, min takka tukka geldiğinden, onun gerekçesini atlıyorum. Çınaraltı’nın bilinirliği ise solcu ’40 Kuşağı’nın Küllük’ü mesken tutmasından sonradır.
Meydandaki kahvehânelerle birlikte kültür tarihimize geçen, biri Emin Efendi’ninki, diğeriyse Deli Hafız’ınki olan iki de lokanta vardır. Emin Efendi’ninkinin ‘40’lı yıllardaki patronu Mahir Sönmez’dir. Lokantaya bulaşıkçı olarak girip aşçılığa kadar yükselen asık suratlı Mahir Sönmez’in, yaşlı adamın ateşli taze kızını ayartarak patronluğa adım atması, vaktiyle herkesin ağzına şeytanı işetmiş. Ama, Emin Efendi Lokantası bu izdivaç sonrasında Emin Mahir Lokantası oluvermiş. Deli Hafiz’ın lokantasıysa hayli küçük bir mekândır, önüne sadece tahta bir masanın ve birkaç da hasır iskemlenin atıldığı anımsanıyor. Ama, adam ibik kaldıran biri olduğundan, orada kuru fasulye pilav yemek cesaret işiymiş. Deli Hafız’a paça kasnak dalmış muharrirlerin isimlerini sakıza sarmamak maksadıyla burada sıralamıyorum. Onun huysuzluğu yüzünden lokantası çoğu defa sinek avlarken, Emin Mahir Lokantası’nda masa bulmak meseleymiş. Emin Mahir’in en sıkı müşterilerininse Alman hocalar olduğu biliniyor. Hukukçu Andreas Schwarz, sosyolog Alexander Rüstow ve filozof Hans Reichenbach, onlardan aklıma ilk gelenler.
Bizimkilerden, Ebül’ulâ Mardin’in, Sıddık Sami’nin, Bülent Davran’ın, Sabri Esat’ın, Hilmi Ziya Ülken’in ve Fuat Köprülü’nün de Emin Mahir Lokantası’nın müdavimlerinden olduğu yazılmıştır. Ancak, beni bu değerli hocalarımız değil, Fenerci Hüseyin Çıkmazı’ndan veya Meyvalı Bostan Sokağı’ndan hafta sonlarında babasıyla birlikte Emin Mahir Efendi Lokantası’na döner yemeye gelen Hilmi Yavuz ismindeki çocuk hep daha fazla ilgilendirmiştir.
Meydandan bir zamanlar ’57’li solculara mesken olan Süleymaniye’deki Tiryakiler Çarşısı’na çıkalım. Şifahâne Sokağı’nın tarafında en sonda Şeref Özkan’ın Beydağı isimli lokantası ve kahvehânesi vardı. Sanırım ’50 yılında açılmış. O yıllarda Beydağı’nın acılı ayranına bayılırdım. Fakülteden mezuniyetimden kırk üç yıl kadar sonra, Bâyezîd Kütüphânesi’nin müdürü Ramazan Minder ile uğrayıp, bir acılı ayran içtim ama asla ’80 öncesindeki acılı ayranların lezzetini alamadım. Bunun asıl nedeninin yapımında yedi sekiz dal semiz otu kullanılmaması olduğundan eminim. Ayrıca ayranın iki üç gün bekletilmeden de müşterilere servis edildiği kanısındayım. Süleymaniye Caddesi tarafında en baştaki Erzincanlı Ali Baba’nın ’76 ile ’80 arasında hayli salaş hâldeki esnaf lokantası ise öğrenciler arasında pek revaçtaydı. Bugün ’80 öncesine nisbetle hayli pahallı bir mekândır, esnaf ve öğrenci lokantası olmaktan çıkalıysa epey oldu. Müşterilere Ali Baba’nın orayı ’24 yılında açtığının söylenmesine bakmayın, benim bildiğim, Erzincanlının ’24 yılında kuru fasulye işine o dükkânda değil, arabada başladığıdır.
Tiryakiler Çarşısı’ndaki dört kahvehâneden üçünü fraksiyonların paylaşmasından esnafın rahatsızlık duyduğu muhakkaktı. Bu yüzden ben de genellikle Erzincanlı Ali Baba’nın hemen yanındaki Yaylı Osman’nın kahvehânesine takılıyordum. Mahallelinin bir de Süleymaniye Camii’nin Maocular tarafından bir şeyler saklamak için kullanılmasına feci kızdığını anımsıyorum. Geçenlerdeyse, o yıllarda Moskova ideolojisini savunan birinden, polis baskınına karşı siyasetlerinin de Maocular gibi bildirilerini camideki halılarının altına sakladıklarını öğrenince, inanın hiç şaşırmadım. Tuhaf olan, kırık bir iskemle için birbirlerinin ağızlarını burunlarını dağıtan Pekinci ve Moskovacı kavga kaşağılarının, nedense sadece zula mahallerinde arıza çıkarmamalarıydı. Bana bu “dayanışma”, günahı boynuma, hep cacık salatası gibi gelmiştir.
Biliyorsunuz, ’35 yılında, Mimar Sinan’ın Süleymaniye Camii’nin arka sokağındaki mezarı açılıp, brakisefal olup olmadığını tetkik etmek için kafatası alınmıştı. Maalesef Mimar Sinan’ın kafatası yerine konmadan kaybolmuştur. O hadiseden iki yıl kadar önceyse, yanlış anımsamıyorsam 29 Nisan 1932 gecesidir, Türkiye Komünist Partisi’nden İsmail ve Halit, Mimar Sinan’ın şaheseri camiin iki minaresi arasına, “Kahrolsun Açlık ve Sefalet” yazılı bir pankartı asarlarken, Beşiktaş’taki Austro Türk Limited Tütün Komisyon Şirketi’nde işçi olan David Nae de, aşağıda, bir ağacın dalına, üzerinde Lenin’in resmi bulunan bir bezi iple bağlamaya çalışmıştı. ’44 yılındaysa, benzer bir hadise tekrarlanmıştır. 18 Mayıs’ı 19 Mayıs’a bağlayan gece, 336 Samsun doğumlu Tahsin Berkem’in, aynı iki minare arasına, her harfi iki metre boyunda olan, “Saraçoğlu Faşisttir” yazılı bir bez pankartı asarken, beş metre kadar yukarıdan düşüp yaralandığı, İstanbul 1 Nolu Sıkıyönetim Mahkemesi’nin 25 Şubat 1946 günlü ve 664 karar sayılı gerekçeli hükmünde açıklanmıştır. Tahsin Berkem, aile dostumuzdu,‘60’lı yıllarda Siirt’ten veya Erzincan’dan Gümenüz’e yaz tatiline giderken, Samsun’un Çiftlik Mahallesi’nde ikamet eden Tahsin Berkem’e mutlaka uğrandığını anımsıyorum.
Süleymaniye Ali Kemâl’in çocukluğudur. Muharririmiz dünyaya gözlerini Süleymaniye’nin âsûde ve müreffeh günlerinde, pederi Ahmed Efendi’nin konağında açmıştı. Annesi, Çerkes asıllı Hanife Feride Hanım, aslında Ahmed Efendi’nin ikinci zevcesiydi. Ahmed Efendi’nin ilk eşinin isminin Ayşe olduğunuysa, sanırım, sadece Orhan Karaveli yazmıştı. Ali Kemâl doğduğunda pederi elli altı yaşında olduğuna göre, Ahmed Efendi ikinci zevcesini ellili yaşlarında nikâhına almıştı.
Peki, Sinan Cemgil’in, muharririmizin pederi Ahmed Efendi’nin ilk zevcesi Ayşe Hanım’dan olma çocuğunun alt soyundan olduğunu biliyor muydunuz?
Sinan Cemgil’in pederi Adnan Cemgil’di, onun pederi de Cemil Efendi’ydi, Ali Kemâl’in pederi Ahmed Efendi ise Cemil Efendi’nin dedesiydi. İzmit’te linç edilerek öldürülen Ali Kemâl’in hısımı olan Sinan Cemgil, “Sol Kemalist” çizgideki Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun kır kadrosundandı ve Gölbaşı’nın İnekli mevkiindeki çatışmada öldürüldü. Bir gazetede yayımlanan cesedinin fotoğrafını hiç unutamadım. Naaşı yarı çıplak, çehresi ise tanınmayacak durumdaydı. Ondan kırk dokuz yıl kadar önce öldürülen hısımı Ali Kemâl’in naaşı gibi aynı şekilde teşhir edilmiş olması ise tuhaf bir tesadüftü.
Ali Kemâl’in kediciliği pek bilinmez. Süleymaniye’deki Mercan ve Lü’lü isimli siyah kedilerini yaşamı boyunca hiç unutmamıştır. Paris’teyken de yegâne dostu kapıcının Marki isimli beyaz kedisidir. O sevimli kedi, diğer kiracılardan mültefit ve dostluk göremediğinden, her akşam Ali Kemâl’i merdivenlerin alt başında bekler ve onunla birlikte yukarıdaki odaya çıkarmış. Ali Kemâl yatağa uzanıp eline kitap veya gazete aldığında, Marki’nin onun ayaklarının ucuna kıvrılıp uyuduğunu biliyoruz. ’76 ile ’80 arasındaysa, Süleymaniye’de, kahvehâneci Yaylı Osman’ın tekir kedileri ayrıcalıklıydılar. Şâyet kedileri radyonun altındaki masanın iskemlerinde uykuya çekilmişlerse, rahatsız olmasınlar diye Osman amcamızın dükkâna kimseyi sokmadığını anımsıyorum. Bir de kösele suratlı ve tüy bıyıklı bir ayıcı vardı.
Süleymaniye’ye niçin takılırdı, bilemiyorum. Çingenenin bir yerlerde def çalıp oynattığı ayısının sütyanığı yavrusunu ise pek sever, biraz kilo alsın diye her gün ona Feneryolu’ndan meyva taşırdım. Onun beni kahvehâne kahvehâne dolaşıp ararken çıkardığı seslere ise en fazla kızlar bayılıyordu. Ayı yavrusu, siyah paltomun ceplerinde ödülünü ararken, şukar Çingenenin, kendisine, “Yek, duy, trin, hadi keriz edelim!” diye seslenmesiniyse hep duymamazlıktan geliyordu. Bir, iki, üç, bunları biliyordum, ama “Keriz edelim!” deyiminin anlamını ancak yıllar sonra öğrenebildim. Meğerse “Müziğe başlayalım!” demekmiş. Ne var ki, Çingenenin ayısı olmak, ayıyı “Çingene” yapmıyordu! Hayvanın yerinde ben de olsaydım, sulu dalkıran armudunu mideye indirmek varken, Hayâlî Kâtip Salih’in Todi Kantosu’na bile suratımı kasap süngeriyle silerdim…