Gelecek Partisi Kadın Politikaları Genel Başkanı Dr. Yeşim Karadağ, 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü kapsamında yaptığı kapsamlı açıklamada Türkiye’de kadınlara yönelik şiddetin geldiği noktayı, devlet politikalarındaki eksiklikleri ve çözüm önerilerini sert bir dille ortaya koydu. “Bu ülkede her gün ‘bir kadın daha öldürüldü’ gerçeğiyle yüzleşiyoruz ve iktidar bu ölümlerin sorumluluğunu taşımaktan vazgeçti” diyen Karadağ, mevcut yasaların uygulanmadığını ve cezasızlık politikasının şiddeti büyüttüğünü vurguladı.
Uluslararası Af Örgütü: 25 Kasım’da barışçıl protesto hakkı güvence altına alınmalı
“ÖZEL OLAN POLİTİKTİR: EV İÇİ ŞİDDET MEŞRULAŞTIRILAMAZ”
Dr. Karadağ, Türkiye’de kadınların maruz kaldığı fiziksel, psikolojik ve ekonomik şiddetin “yeni bir olgu değil”, yıllardır devam eden yapısal bir sorun olduğunu belirterek, teknolojinin gelişmesi ve kadın hareketinin büyümesi sayesinde şiddetin artık daha görünür hale geldiğini söyledi.
Kadınların hem devlet hem de erkek şiddetine karşı mücadelesinin Türkiye’de köklü bir geçmişi bulunduğunu hatırlatan Karadağ, 1987’deki “Dayağa Karşı Dayanışma Kampanyası”ndan bu yana kadın hareketinin büyük bedeller ödeyerek önemli kazanımlar elde ettiğini ifade etti.
“İSTANBUL SÖZLEŞMESİ’NDEN ÇIKILMASI BÜYÜK KIRILMA YARATTI”
Karadağ, kadınların en temel hukuki güvencelerinden biri olan İstanbul Sözleşmesi’nden 2021 yılında çıkılmasını “ciddi bir geri adım” olarak niteledi. Bu kararın şiddetle mücadelede caydırıcılığı azalttığını ve uygulama zafiyetlerini artırdığını söyledi.
“Devlet, yardım isteyen kadınların sesine kulak vermedi. Adalet geç kaldı. Bugün kadın cinayetlerinin artışında bu politikasızlığın büyük payı var” dedi.
Karadağ'ın açıklaması şu şekilde:
“25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’nde kadınlar, özünü erkek egemen zihniyetin oluşturduğu, dünyanın ve yaşamlarının her alanında karşılaştıkları ayrımcılığın, sömürünün, cinsiyet eşitsizliğinin ve şiddetin her türünün önlenmesi adına topluma ve ilgili kurum ve kuruluşlara görevlerini hatırlatmaya, yasaları uygulamaya çağırmaktadır.
Bu ülkede her gün hep aynı gerçekle yüzleşiyoruz:
‘Bir kadın daha öldürüldü.’
Ne kadar acı ki bu cümlenin ağırlığı, artık ne siyasi iktidarın, ne kamu kurumlarının ne de toplumun omuzlarında hissediliyor. Çünkü acı gerçek şu ki – biz bu ölümlere alıştık, iktidar ise bu ölümlerin sorumluluğunu taşımaktan vazgeçti.
Ancak, her yıl takvimler 25 Kasım’ı gösterdiğinde biz kadınlar bu ölümlere alışmadığımızı tekrar hatırlatarak, sorumluluk almayı bırakan iktidarın sistematik şiddetine karşı duruyoruz.
Türkiye’de kadına yönelik şiddetle mücadelenin geçmişi, kadınların örgütlü direnişiyle başlayan ve verilen mücadeleler sonucunda devletin uluslararası standartlara uyum çabalarıyla şekillenen uzun bir süreçtir. 1980’lerden bu yana hem toplumsal hem hukuksal düzlemde yürütülen bu mücadele bugün hâlâ en kritik insan hakları alanlarından biridir.
Bu noktada kadına şiddetin ülkemizde çarpıcı olarak artış gösterdiği yanılgısına düşmemek gerekiyor; çünkü kadınlar fiziksel, psikolojik, ekonomik şiddete her zaman maruz kalıyordu ve kalıyor. Aksine, gelişen haberleşme araçlarımız ve büyüyen kadın mücadelemizle erkek şiddetinin çok sesli bir biçimde ifşalanması söz konusu.
Kadınların erkek ve devlet şiddetine karşı mücadelelerinin bir çıktısı olan, 1987’de başlayan Dayağa Karşı Dayanışma Kampanyası, Türkiye’de kadına yönelik şiddetin ilk kez kitlesel bir itirazla görünür kılındığı tarihi bir eşiğini oluşturdu. Bu kampanya, kadın hareketinin politik bir mücadele alanı hâline gelmesinin kapısını araladı. 1990’da kurulan Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı ise kurumsal feminist mücadelenin başlangıç noktalarından biri oldu.
2001 Medeni Kanun reformu ve 2004 Türk Ceza Kanunu değişiklikleri, kadınların insan haklarını temel alan önemli adımlardı. Töre cinayetlerinin ağırlaştırılmış cezaya tabi tutulması, cinsel suçların tanımının güncellenmesi ve aile içi şiddetin bir suç olarak tanınması bu dönemin kadın mücadelesiyle kazanılan çok önemli kazanımlarıdır.
2005’te çıkarılan 4320 sayılı Kanun ilk kez aile içi şiddeti yasal zemine taşırken, nihai kırılma noktası 2011’de Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’ni ilk imzalayan ülke olmasıyla yaşandı. 2012’de yürürlüğe giren 6284 sayılı Kanun ise kadınları koruyan en güçlü ulusal hukuki mekanizma olarak tarihe geçti. Elektronik kelepçe, uzaklaştırma kararı, sığınma hakkı ve psikososyal destek gibi koruma araçları bu kanunla kurumsallaştı.
VE… günümüz…
Aile kurumunun toplumsal cinsiyet rolleri üzerinden pekiştirildiği, kadınların aile içinde de yaşam hakkını savunan yasal düzenlemelerin uygulanmamasına rağmen ‘aile yılı’ olarak ilan edilen 2025…
Kadınları geleneksel aile yapısının içerisine hapsetmeye çalışırken, bedensel kimlikleri üzerinde haklarının hiçe sayılmasını meşrulaştırmak için politika yürüten bir iktidar…
Bu yüzden tekrar hatırlatıyoruz: ‘Özel olan politiktir.’
Özel alanda, yani ev içinde, aile içinde uygulanan şiddetin; aile kurumu üzerinden bir meşrulaştırma aracı olarak kullanılamayacağını hatırlatıyoruz! En az erkekler kadar bilimde, siyasette, ekonomide büyük başarılara imza atarken kadınlarımızın en temel hakları olan yaşam hakları korunmuyor, hâlâ politik bir mücadele.
Kadın cinayetlerinin hâlâ önlenemediği, şiddetin politikasızlığa kurban edildiği bir yıl olarak tarihe geçiyor.
Bu yılın ilk on ayında, kayıt altına alınabilen verilere göre 200’ü aşkın kadın öldürüldü. Her gün en az bir kadın; çoğu kez evinde, çoğu kez yasal koruma talebinden sonra hayattan koparıldı.
Veriler gösteriyor ki öldürülen kadınların büyük bölümü daha önce yardım talep etmişti. Kadınlar devlete seslendi, devlet duymadı; adalet istediler, adalet geç kaldı.
En büyük kırılma ise, 2021’de İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasıyla Türkiye kadına yönelik şiddetle mücadelede ciddi bir geri adım attı. Bu karar, caydırıcılığı azalttı, uygulama zafiyetlerini artırdı ve uluslararası arenada Türkiye’nin güvenilirliğini sarstı.
Biz kadınlar olarak tekrar hatırlatıyoruz. Kadına yönelik her türlü şiddetin önlenmesinde, mevcut yasal düzenlemelerin ve uluslararası mevzuatın eksiksiz ve tutarlılıkla uygulanmasının taşıdığı önem açıktır. Uygulamadaki eksiklikler ve kadına yönelik şiddet konusundaki cezasızlık politikası ülkemiz açısından ciddi bir sorun olmaya devam etmekte, kadın cinayetleri ve kadına yönelik her türlü şiddetin katlanarak artmasına neden olmaktadır.
Ülkemizde kadınların hukuki kazanımlarını ortadan kaldırmaya yönelik sistematik çalışmalar da kadına şiddeti artırmakta, kadının en temel insan hakkı olan yaşam hakkı dahi vahşice ihlal edilmektedir.
Bugün hâlâ 6284 sayılı Kanun en güçlü ulusal dayanak olmakla birlikte uygulanmasındaki aksaklıklar, sığınma evlerinin kapasite yetersizliği, ŞÖNİM’lerin etkinliğinin azalması ve kurumlar arası koordinasyon eksikliği kadınların yaşam hakkını tehdit eden temel sorunlardır.
Türkiye’de kadına yönelik şiddetle mücadele kadın hareketiyle başlamış, kadınların mücadelesiyle büyümüş ve kadınların direnciyle ayakta kalmıştır. Bugün görevimiz, uluslararası koruma mekanizmalarına geri dönmek, 6284’ü etkin uygulamak, kurumsal yapıları güçlendirmek ve kadınların yaşam hakkını siyasetin üzerinde tutmaktır.
Bugün Türkiye’de milyonlarca kadın tek bir cümle kuruyor:
‘Korkmadan yaşamak istiyorum.’
Bu talep bir feryat, bir mücadele çağrısıdır.
Kadının Mücadelesi, Görmezden Gelinen Şiddet, Sessiz Kalan Devlet olsa da…
Biz kadınlar susmayacağız. Yaşamak isteyen kadınların sesi olmaya devam edeceğiz.
Bir kadın daha eksilmesin diye mücadeleden vazgeçmeyeceğiz…”

