Bir zamanlar tamamen ellerle yemek yemenin gelenek olduğu Avrupa'da, bugün kullandığımız çatalın kabul görmesi hiç de kolay olmadı. Çatalın Avrupa topraklarındaki zorlu serüveni, 11. yüzyılda Bizans İmparatorluğu'ndan Venedik Dükü'nün gelini olarak gelen Prenses Maria Argyropoulina ile başladı. Prenses'in, sofrada ellerini kullanmak yerine yanında getirdiği altın çatalları tercih etmesi, o dönem Venediklilerde şaşkınlık yarattı. Bu alışkanlık, yiyeceklerin Tanrı'nın bir lütfu olduğu ve sadece Tanrı'nın verdiği ellerle yenilmesi gerektiği inancıyla çatışarak, din adamları tarafından "kibirli" ve "gereksiz" bir davranış olarak nitelendirildi.
GÜNAHIN SEMBOLÜ SAYILIYORDU…
Prenses Maria'nın çatalla yemek yeme alışkanlığı, dönemin önemli din adamlarından biri olan Benediktin keşişi Peter Damian'ın dikkatini çekti. Damian, bu durumu şaşkınlıkla karşılayarak yazılarında konu etti ve Prenses'in genç yaştaki ölümünü bu "kibirli" alışkanlığına bağlayan din adamları oldu. Bu olayların etkisiyle, Orta Çağ Avrupası'nda çatal, "Kibir ve günahın sembolü" ilan edildi. Çatal, yüzyıllar boyunca sofra adabından dışlanarak ayıplandı ve yaygınlaşamadı.

SARAY SOFRALARININ BAŞTACI OLDU
Çatalın Avrupa'daki kaderi, ilk kez ortaya çıkışından yaklaşık beş asır sonra, 16. yüzyılda değişmeye başladı. Bu dönemde İtalyan asilzadesi Catherine de' Medici'nin İtalyan mutfak kültürünü ve sofra adabını Fransa sarayına taşımasıyla çatal, aristokrat sofralarında yer bulmaya başladı. Bu tarihten itibaren çatal, aristokratların elinde bir "zarafet simgesine" dönüştü. Bir zamanlar reddedilen bu küçük alet, zamanla sofra kültürünün ayrılmaz bir parçası haline gelerek modern sofraların vazgeçilmez parçası oldu.

