TBMM’de Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’nda konuşan araştırmacılar, çözüm sürecine toplumsal desteğin yüzde 60–70 bandında olduğunu, ancak güvenin geride seyrettiğini vurguladı. Rawest’ten Roj Esir Girasun, Kürtlerin üçte ikisinin ilk adım beklentisinin “Demirtaş’ın serbest bırakılması” olduğunu söyledi. Ankara Enstitüsü’nden Hatem Ete, sürecin henüz oy tercihlerini belirleyen bir dinamiğe dönüşmediğini, güveni artıracak somut adımların belirleyici olacağını belirtti. Kürt Çalışmaları Merkezi’nden Reha Ruhavioğlu’nun sunumu ise kimlik-aidiyet dengesi, anadil ve yerel yönetimler başlıklarında somut veri ve öneriler sundu.

GİRASUN: “DESTEK İLE GÜVEN ARASINDAKİ MAKAS AÇIK; İLK BEKLENTİ DEMİRTAŞ’IN TAHLİYESİ”
Rawest Araştırma Direktörü Roj Esir Girasun, komisyona aktardığı bulgularda toplumda sürece desteğin %70’lere yaklaştığını, ancak “sürecin başarıyla yürütüldüğüne inananlar” ile “başarıyla sonuçlanacağına inananların” %40–45 bandında kaldığını belirtti. Girasun, “Kürtler başta olmak üzere toplum geneli sürece sessiz ama güçlü bir onay veriyor; buna karşılık çok taraflı bir güvensizlik var” dedi.
Girasun’a göre Kürt kamuoyunda güveni artıracak ilk somut adımlar Selahattin Demirtaş’ın serbest bırakılması ve kayyum uygulamalarının sona ermesi. “Süreç başlar başlamaz CHP’ye yönelik başlatılan kent uzlaşısı operasyonlarının, ‘iç cepheyi güçlendirme’ söyleminin inandırıcılığını zayıflattığını” da vurguladı.
ETE: “SİYASETTE KRİTİK KAVŞAK; DESTEK YÜKSEK AMA SEÇİM DİNAMİĞİ DEĞİL”
Ankara Enstitüsü Başkanı Doç. Dr. Hatem Ete, gelinen yerin “daha şeffaf ve zor” bir evre olduğunu söyleyerek, sürecin toplumda destek gördüğünü fakat henüz oy verme davranışında anlamlı bir değişken olmadığını aktardı.
Ete, %55–60 aralığında seyreden genel destek ve “Türkiye için iyi olur” diyenlerin %70’lere vardığını belirtip, “güven eksikliğinin en etkili panzehirinin somut gelişmeler” olacağını ifade etti. Suriye dosyasını Türkiye’deki sürecin ön şartına çevirmemenin daha gerçekçi olacağını da ekledi.
ROJ GİRASUN: KÜRTLERİN SİYASİ EĞİLİMLERİNİ ÖLÇÜYORUZ
Rawest Araştırma Direktörü Girasun, Rawest’in 2018 yılında Diyarbakır’da kurulan bir araştırma merkezi olduğunu belirterek, "Biz Rawest olarak Kürtlerin sadece siyasi eğilimlerini ölçmüyoruz sosyal, kültürel, ekonomik, dini eğilimlerini de araştırmalarımızla ölçüyoruz. Yıllardır bütün bu araştırmalarda sorunun çözümüne olan ihtiyacı ölçümledik. Bugün bunun hayata geçmesinden memnuniyet duyuyorum" dedi.

Yaptıkları araştırmalarla ilgili bilgi aktaran Girasun, "Araştırmalarımızda gördüğümüz en net sonuç şuydu: Kürtlerin sosyolojik değişimi kaçınılmaz olarak bir çözümü dayatıyor. Yani bugün içinde olduğumuz sürece sadece devlet ve örgüt arasındaki müzakereler olarak bakmamak gerekir. Geldiğimiz bu tarihi aşama, Kürtlerin sosyolojik değişiminin, bölgesel gelişmelerle birlikte doğal sonucudur. Esas olarak çözümü bu sosyal değişim dayatıyor" dedi.
'KÜRTLER HEM TÜRKİYELEŞİYOR HEM DE KÜRTLÜK BİLİNCİ ARTIYOR'
Yaşanan sosyolojik değişimi anlatan Girasun, şunları söyledi:
"Kürtlerde ciddi bir sosyo-demografik dönüşüm gözlemleniyor. Kürt nüfusun yaklaşık 3’te 1’i artık Türkiye’nin batısında yaşıyor. Ve yine kahir ekseriyetinin geriye dönüş niyeti de bulunmuyor. Türkiye’nin genel trendiyle uyumlu şekilde Kürtlerde kırsalda yaşam azalmış, kentleşme hızlanmıştır. Gençlerdeki eğitim düzeyi Türkiye’nin ortalamasına yakınlaştı. Kürt sosyolojisi artık yerleşik, şehirli, daha eğitimli ve Türkiye ile daha entegre ama bununla beraber bölgesel düzeyde sosyo-ekonomik gelişmişlik endeksinde bölge illeri en büyük eşitsizliği yaşıyor. Araştırmalarımızla bulduğumuz en güçlü ve ilginç veri ise şu: Kürtler hem Türkiyeleşiyor hem de Kürtlük bilinci artıyor. Bu ilk başta paradoks gibi görünse de aslında bu bir sentez. Yani Kürtler daha fazla kendilerini Türkiye’nin bir parçası olarak görüyorlar ama Kürt kimliği kültürü ve dili üzerinden Kürtlüğe de sahip çıkıyorlar. Kürtler Türkiye’de Kürt kimliklerini koruyarak var olmayı talep ediyor. Türk ve Türkiyelilik tartışması bile bir ayrışma talebinin sonucu değildir. Aksine Kürtler Türkiye’nin kimliğinin bir parçası olmaya itiraz etmiyorlar. Bu Türkiye için negatif değil, pozitif bir çabadır."
Bütün bu sosyal değişim ve dönüşüm sürecinin Kürtlerin silahlı mücadeleye bakışını da değiştirdiğini vurgulayan Girasun, süreç başlamadan önce yaptıkları araştırmalarda, Kürtlerin yüzde 65’inin silahla hak aranmasına kategorik olarak karşı olduğun görüldüğünü kaydetti. Geriye kalan yüzde 35’ten yüzde 20’lik kesimin kaygılı ve tereddütlü olduğunu, yüzde 15’lik kesimin silahla hak aramaya onay verdiğini aktardı.
'KÜRT TOPLUMU, SİYASİ YOLLA HAK ARAMAYA DESTEK VERMEYE BAŞLADI'
"Bu oran, 1990’lardan bugüne kadar yaşanan büyük bir değişimi gösteriyor" diyen Girasun, "Bu noktada bizim araştırmalarımız gençlerin daha radikal olduğu, çözüm için son neslin bu nesil olduğu gibi saptamaları da desteklenmiyor. Gençler de radikal çözümlere ve silahlı hak arama yöntemlerine uzak. Bu değişimle paralel olarak Kürt toplumu siyasete daha fazla güvenmeye ve siyasi yollarla hak aramaya destek vermeye başladı. Bu da Kürt meselesi eksenli kurulan siyasi partilerinin güçlenmesine ve artık baraj sorununu aşmasına vesile oldu. Uzun zamandır tam da bu sebeplerle silah, Kürtlerin hayatında arkaik ve anakronik bir meseleye yani tarihin gerisine düşen bir konuya dönüştü. Ama aynı zamanda bu sosyal değişime cevap üretemeyen devletin mevcut anayasal ve yasal çerçevesi de anakronik hale geldi" ifadelerini kullandı.
'TOPLUMUN YÜZDE 70'E YAKINI SÜRECE DESTEK VERİYOR'
Araştırmanın sonuçlarını, "Ortada bir sosyal değişim ve bunun dayattığı bir çözüm var. Siyaset bu sosyal değişime uyum sağlamalı, önünü açmalı, kendini ve devleti dönüştürmeli. Bu sosyolojik fırsat bir siyasal kazanca tahvil edilmelidir. Unutmamak gerekir ki çözüm sadece geçmişin acı tecrübelerine değil, birlikte bir gelecek kurma beklentisine de dayanıyor" şeklinde özetleyen Girasun, şöyle devam etti:
“Hem bizim hem de başka kurumların yaptığı araştırmalarda toplumun sürece verdiği desteğin yüzde 70’lere yaklaştığını görüyoruz. Bununla beraber, sürecin başarılı şekilde yürütüldüğünü düşünenlerin ve sürecin başarıyla sonuçlanacağına inananların oranı yüzde 40 – 45 bandında seyrediyor. Bu da sürece olan destek ile duyulan güven arasındaki makası gösteriyor. Kürtler başta olmak üzere toplumun geneli sürece sessiz fakat güçlü bir onay veriyor. Ama herkeste çok taraflı bir güvensizlik var. Kürt kamuoyunun önemli bir kısmı hükümetin adım atacağına, Türklerin çoğunluğu güvenmiyor, inanmıyor; PKK’nin gerçekten silah bırakacağına güvenmiyor.
Öte yandan muhalif Türk kamuoyu ise bu sürecin bir seçim yatırımı olduğunu düşünüyor ve bir demokratikleşme sağlayacağına inanmıyor. Ama ilginç biçimde bu güvensizlik yaygın bir süreç karşıtlığına da dönüşmüyor. Aslında bu sessiz onay sürece açılmış bir kredi olarak okunabilir.
'KÜRTLERİN 3'TE 2'Sİ DEMİRTAŞ'IN SERBEST BIRAKILMASINI BEKLİYOR'
Bu güvensizlikler atılacak somut adımlarla giderildikçe bu sessiz onay sesli bir onaya dönüşebilir. Veyahut adımlar gecikir söylemler tehdit diline evrilirse toplumun verdiği kredi hızlıca tükenmeye başlayabilir güvensizlik derinleşebilir. Peki güveni artıracak adımlar neler olabilir? Araştırmalarımız bize Kürtler açısından devletin somut adımının resmini çiziyor: ‘Demirtaş’ın serbest kalması, kayyum uygulamalarının bırakılması, kayyumların geri alınması.’ Bu iki adımın pratik ve kolay olması, doğrudan devletin inisiyatifinde olması bu beklentileri artırıyor.
Araştırmalara göre Kürtlerin 3’te 2’isinin süreçten beklediği ilk adım Demirtaş’ın serbest bırakılması.
Demirtaş ve arkadaşlarının bu süreçte dışarıda olmasının sadece sembolik bir anlamı olmayacak, sürece dışarıda sunacakları nitelikli katkı açısından da bu adım önemli. Bu süreci Kürtler ve Türkler nezdinde toplumsallaştırabilecek en önemli aktörlerden biri Demirtaş’ken onun hala içerde tutulması bir handikaptır. Demirtaş, sürecin en başından itibaren Öcalan’ın çağrısına verdiği amasız destekle özellikle endişeli Kürtlerin ve muhalif kesimlerin sürece bakışının değişiminde etkili olan Demirtaş serbest bırakılması durumunda sürece olan güveni muhtemel şekilde artıracaktır. Ayrıca bu iki aktörün sürekli ayrıştırılarak konuşulması gerçekçi değildir. Birbirini tamamlayan özellikleri sürecin toplumsallaşmasına katkı sağlayacaktır.
Sürecin başında Cumhurbaşkanı Erdoğan ve MHP lideri Bahçeli’nin tekrarladığı ‘iç cepheyi güçlendirmek’ söylemi içinden geçtiğimiz bölgesel altüst oluş düşünüldüğünde zannediliğinden daha fazla insana ulaşmış pozitif bir vaat ve gerekçedir."
'CHP'YE YÖNELİK OPERASYONLAR SÜRECE OLAN GÜVENİ ZEDELİYOR'
CHP’ye ve CHP’li belediyelere yönelik operasyonlara işaret eden Giresun, sözlerini şöyle sürdürdü:
"Süreç başlar başlamaz CHP’ye yönelik başlatılan kent uzlaşısı operasyonları, hem hükümetlerde hem de muhalefette sürece ve hukuki vaatlere duyulan güveni zedelemekte, aynı zamanda ‘iç cepheyi güçlendirmek’ söyleminin inandırıcılığını azaltmaktadır. Bu operasyonlar kapsamında tutuklanan, yıllardır yaptığı araştırmalarla demokrasi, barış ve sivilleşmeye büyük katkılar sunmuş saygın araştırmacı Mehmet Ali Çalışkan bugün keşke hapishanede olmasa sürece çok katkı sunacak değerli çalışmalar yapabilir ve hatta bugün Meclis Komisyonunda olabilirdi”
'ÇATIŞMALI SÜREÇ, TÜRKLERLE KÜRTLERİ BİRBİRİNDEN AYIRMADI'
Çatışma çözümleri konusunda birçok uluslararası deneyim olmasına rağmen, şu anda yürüyen sürecin Türkiye’ye özgü olduğunu söyleyen Girasun, şöyle devam etti:
“Bu süreci emsallerinden ayıran en büyük özellik çözümün normatif hukuk kurallarıyla beraber ve belki de ondan daha önemli diyebilebileceğimiz bir başka hukuka yaslanıyor olmasıdır. O da kardeşlik hukukudur. Bu bir retorik değildir.
Kürtler ve Türkler arasında bu 50 yılda birlikte yaşama pratiği azalmadı daha da arttı. Çatışmalı süreç Türklerle Kürtleri birbirinden fiziksel olarak ayırmadı. Aksine Kürtler Batı’ya Türklerin yoğun olarak yaşadığı kentlere göç ettiler. Bu, dünyadaki benzer süreçlerde olmayan bir avantajdır. Duvarlarla bölünmüş Belfast’ı görenler ne dediğimi anlayacaktır.
Esasında uluslararası hukuktan, hatta anayasadan ve yasalardan çok daha kıymetli çok daha yapıcı, kalıcı ve bağlayıcı olması gereken 'kardeşlik hukuku' siyaseten ve hukuken yıprandığı, örselendiği, yok sayıldığı için bu sorunlar yaşandı.
'KÜRT MESELESİ ARTIK TÜRKİYE'Yİ BÜYÜTME FIRSATIYLA KONUŞULMALI'
Şimdi yapılması gereken en önemli şey ‘kardeşlik hukukuna’ dönüş olmalıdır. Kardeşler nasıl eşitse, nasıl birbirine bağlıysa, nasıl birbirine güvenip birbirini kollayıp korursa aynı duygu ve düşüncenin Türk ile Kürt arasında da güçlü şekilde tesis edilmesi gerekiyor.
Kürt meselesi artık Türkiye’yi bölme riski ile değil, Türkiye’yi büyütme fırsatıyla konuşulmalıdır. Bölgedeki Kürtlerin gözü kültürel ve sosyal olarak Türkiye’ye dönüktür. Eğer Türkiye isterse komşu Kürtlerin yüzü siyasal olarak da Türkiye’ye dönük olabilir. Bir imparatorluk bakiyesi ülkeye önünde böyle büyük fırsatlar varken bölünme travması yakışmamaktadır."
'KARDEŞLİK HUKUKU SURİYE KÜRTLERİNİ DE KAPSAMALI'
Sürecin en önemli zorluklarından birinin de Suriye meselesi olduğunu vurgulayan Girasun, "kardeşlik hukuku"nun Suriye Kürtlerini kapsaması gerektiğini ifade etti. Girasun, şöyle konuştu:
"Türkiye’nin haklı güvenlik kaygıları ile Kürtlerin kazanımlarının bir optimal noktası vardır. Bunun alternatifi de yoktur. Eğer kardeşlik duygusu toplumsallaşır ve 86 milyonun ortak duygusu haline gelirse tıpkı Şara’nın Ankara’ya gelebilmesi gibi Mazlum Abdi’nin Ankara’ya gelebilmesinin zemini yaratılır. Suriye’deki çözümün yolu bir Kardeş başkentten Ankara’dan geçmelidir. Türkiye suriyede bir taraf olmaktan ziyade hakem pozisyonunda olmalıdır.
'BAHÇELİ'NİN KÜRT MESELESİNDEKİ ÇÖZÜMÜ, KAPSAYICI BİR MİLLİYETÇİLİK VİZYONU'
MHP lideri Devlet Bahçeli’nin Kürt meselesinde çözümü, milliyetçilikle birleştiren vizyonu cesur olduğu kadar içe kapanmacı değil, kapsayıcı bir milliyetçilik vizyonu olarak da dikkat çekicidir. Bu da çözümü kolaylaştıran ve kalıcı hale gelmesine katkı sunan çok önemli bir olgudur.”
Girasun, konuşmasını “Rawest Meclis zabıtlarına girmiş bir başka Kürtçe kelime olmuş olabilir. O yüzden anlamının ‘Durmak’ olduğunu ifade edeyim. Tam da şu anda burada bugün yaptığımız gibi. Ancak buradaki durmak eylemsizliğe değil ‘durup düşünmeye’ işaret eden bir durma halidir. Herkesin dileği, bu değerli durup düşünme çabasından dönüp bakılacak bir Türkiye çözüm modeli çıkmasıdır” diyerek tamamladı.

HATEM ETE: KRİTİK BİR KAVŞAKTAYIZ
Ankara Enstitüsü Başkanı Doç. Dr. Hatem Ete, komisyonda yaptığı konuşmada, Kürt sorunuyla ilgili yürütülen süreç kapsamında PKK’nın silah bırakma kararı ve ardından yaşanan gelişmelere değindi. Ete, “Şimdi bir kritik kavşaktayız. Sürecin bugüne kadarki aşamaları görece daha kolay aşamalardı. Güvenlik bürokrasisi ile siyaset kurumunun, siyasi aktörlerin hazırladığı zemin üzerinde yürütülen bir süreçti ama bundan sonraki aşama hem toplumsal hem siyasal dinamiklerin daha şeffaf olacağı, daha zor bir döneme giriyoruz” şeklinde konuştu.
"BU YANLIŞ BİR KURGU"
Bu çerçevede önümüzdeki dönemde bazı riskler oluşturabilecek hususları hatırlatmak istediğini söyleyen Ete, şunları kaydetti:
“Bu hususlardan birisi siyasi aktörlerin imkan ve risk algılarıyla ilgili. Sürecin başından itibaren muhalefet, iktidarın bu süreçten elde edeceği muhtemel avantajlardan tedirgin olurken iktidar da bu sürecin oluşturacağı muhtemel risklerden ürküyor. Seçim süreçlerine ve seçimin oy verme davranışına aşina olanlar aslında hem seçmenin sadece bir konu üzerinden tercih belirlemediğini hem de konudan çok aktörün o konuyu nasıl ele aldığı üzerinden tercihini netleştirdiğini bilirler. Dolayısıyla bu mesele hiçbir aktöre ve siyasi partiye ne bugünden kesin ve garanti bir avantaj veya dezavantaj ne de garanti bir imkan veya risk sunuyor. Zaten seçimlere de daha uzunca bir süre var. Seçimlere kadar aktörlerin tutumu da farklı seçmen gruplarının oy verme davranışını belirlerken dikkat edecekleri tercih kriterleri de çokça değişecektir. Dolayısıyla bugün siyasi partilerin ve aktörlerin bu meseleye bakışında ihtiyat payı oluşturacak bir dinamik olarak farklı aktörlerin imkan ve risk analizi üzerinden kendini durdurmalarının siyasal gerçeklikle bağlaşmadığını düşünüyorum. Bunun yanlış bir kurgu olacağını düşünüyorum.
"HENÜZ BU SÜREÇ SEÇMEN OY VERME TERCİHİNDE ANLAMLI BİR DİNAMİĞE DÖNÜŞMÜŞ DEĞİL"
İkincisi toplumsal duyarlılıkla veya hassasiyet ile ilgili. Bunu da çokça duyuyoruz etrafta. Bu meseleye toplumun sıcak bakmayacağı, mevcut ekonomik sıkıntılar ortadayken kamuoyunun gündeminin öncelikli meselesinin bu olmadığı, dolayısıyla bu meseleye adım atan bir iktidarın ya da siyasi partinin toplum tarafından ciddi bir tepkiyle karşılaşabileceğine yönelik bir temkin pompalanıyor kamuoyuna. Ben bunun henüz yaptığımız araştırmalarda dikkate almamız gereken bir unsura dönüşmediğini ifade etmek istiyorum. Her ay Panorama TR olarak bir kamuoyu araştırması yapıyoruz ve bu meseleyi de hassasiyetle tartışıyoruz. Bugüne kadar toplumsal duyarlılık bahsinde dikkate almamız gereken bir şey oluşmuş değil henüz. Bu, önümüzdeki dönemlerde oluşmayacağı anlamına gelmiyor. Siyasetin bu meseleyi yürütme tarzı ile ilişkili olarak elbette toplumsal hassasiyeti oluşabilir ve aktörlerin de bu hassasiyetleri gözetmesi gerekir. Ama bugüne kadarki bulgular henüz böyle bir şeyin olduğunu göstermiyor. Daha ötesinde henüz seçmenin oy verme davranışında süreç anlamlı bir dinamiğe dönüşmüş değil. Seçmenin oy verme dinamiğinde belirleyici olan ana dinamik AK Parti ile CHP arasındaki mücadele. 19 Mart'tan bu yana yaşananlar seçmenin oy verme dinamiklerini çok daha fazla onun ötesinde hem süreç dolayısıyla ne sürece destek veren aktörlerin oy oranında bir artma ya da azalma ne de açıkça net bir şekilde komisyona da katılmayarak sürece karşı olduklarını söyleyen siyasi partilerin oy oranında en ufak bir kıpırdama oluşmuş durumda.
Eylül 2024'te nasıl bir oy oranına sahiplerse bugün de üç aşağı beş yukarı aynı oy oranına sahipler. Dolayısıyla henüz bu süreç seçmen oy verme tercihinde anlamlı bir dinamiğe dönüşmüş değil."
"ŞU ANDA YÜZDE 55-60 ARASI BİR YERDE DURUYOR SÜRECE DESTEK"
Öte yandan sürece yönelik genel itibarıyla çok yüksek bir destek olduğunu söyleyen Ete, sözlerini şöyle sürdürdü:
"Süreçle ilgili destek yüzde 60'ların altına düşmüş değil. Mart ayından itibaren ete kemiğe büründüğünde bu oranlar yüzde 45'ler, 50'ler civarındaydı. Şu anda yüzde 55-60 arası bir yerde duruyor sürece destek. Kahvehanede konuşulan dille katılımcılara, 'sizce bu mesele Türkiye için iyi mi olur kötü mü olur' diye basitleştirerek sorduğunuzda bu mesele yüzde 70'lere varıyor. Bu, 'Türkiye için iyi olur' duygusu. Dolayısıyla burada çok yüksek bir mutabakat var. Bu, Türkiye'de kolay kolay aşina olduğumuz bir mutabakat değil. Türkiye'deki siyasi kutuplaşma çok sert. İktidarla muhalefet arasındaki oy oranları birbirine çok yakın. Dolayısıyla bütün meselelerde partizanlık boyutu çok önemli. Hangi meseleyi sorarsanız sorun, başına Cumhurbaşkanı Erdoğan, CHP, Bahçeli kelimelerini ekleyerek sorduğunuzda doğrudan seçmenin o sorulara tepkisi değişebiliyor. Çünkü partizanlık duygusu üzerinden bu meseleler değerlendiriliyor.
"BU SÜRECE DESTEK MESELESİ HENÜZ BÖYLE BİR PARTİZANLIK PARANTEZİNE OTURMUŞ GÖZÜKMÜYOR"
Ama bu sürece destek meselesi henüz böyle bir partizanlık parantezine oturmuş gözükmüyor. Mesele, toplum bu meseleyi bugüne kadarki haliyle iktidarın bir meselesi olarak algılamıyor. İktidarın topluma sunduğu bir proje olarak algılamıyor. Biraz ileri bir şey de söyleyeyim, bu meseleyi PKK'nın sorununun çözülmesi ile ilgili bir mesele olarak da görmüyor. Toplum benim anladığım büyük oranda bu meseleyi aslında bir siyaset, uzunca bir süredir üstüne alması gereken geç kalınmış bir sosyal sorumluluk projesi olarak görüyor. Bu mesele bir şekilde çözülmeliydi. Çözülmeli diye bakıyor bu meseleye.
Dolayısıyla kim çözüyor, hangi enstrümanlarla çözüyor? Ne tür gecikmelerle bu iş nereye varıyor meselesine bugüne kadar çok daha çok fazla takılmış gözükmüyor toplum. Bunu söylerken şunu da söylemem lazım. Bu yüksek destek oranına karşı sabahki oturumda da konuşulduğu üzere güven oranında ciddi bir azalma var. Sürecin gidişatına sürecin yönetilme tarzına bir güvensizlik var. Bunu abartmak gerekir mi? Bilmiyorum çünkü bunun da birçok farklı dinamiği var. Bunun, önceki süreçlerin akamete uğramasının ürettiği hafızayla ilişkisi var. Toplumun PKK'ya yönelik ön yargıları ile ilgili 'nasıl olsa bu sefer de bırakmazlar' duygusu var."
" 'ERDOĞAN'IN SEÇİLMESİNE HİZMET EDECEK' DUYGUSU VAR BİRÇOK TOPLUMSAL KESİMDE"
Suriye'de yaşananlara da değinen Doç. Dr. Hatem Ete, sözlerini şöyle sürdürdü:
"Suriye'de işler böyle devam ediyorken Türkiye'de bu iş çözülmez diye bu sürece duyduğu bir güvensizlik olabilir. Kamuoyuna yansıyan aktörlerin verdiği itham edici mesajların ürettiği negatif algı olabilir. İktidara yönelik güvensizlik olabilir. 'Bu mesele seçime yönelik yürütülüyor ve en nihayetinde Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın seçilmesine hizmet edecek' duygusu var birçok toplumsal kesimde. Bunun listesi uzatılabilir. Yani güvenle ilgili bir sürü dinamik dolayısıyla bir güven eksikliği var ama sürece destekte henüz bir sorun yok.
Bu güven eksikliğinin de benim kanaatim en önemli panzehiri somut gelişmeler olacak. Somut gelişmeler olduğunda olgusal olarak toplum bu meselenin bir yere gittiğini, başarıya gittiğini fark ettiğinde güven duygusu inşa edilecek. Dolayısıyla ben bugüne kadar toplum dinamiğinin toplumsal hassasiyet bahsinde ayağımızı tökezletecek bir dinamiğe dönüşmediği kanaatindeyim."
Türkiye'deki süreç ile Suriye'deki gelişmelerin birbirinden farklı dinamiklere sahip olduğunu vurgulayan Hatem Ete, şunları kaydetti:
"Ama aslında birbiriyle iç içe etkileşim içerisinde olan iki tane meseleden bahsediyoruz. Ve bu konuda devlet ile örgüt arasında çok net taban tabana zıt bir görüş farkı var. Devlet çözüm sürecinin, Türkiye'de başlayan çözüm sürecinin Suriye'de de bir silahsızlanmaya yol açması gerektiğinde ısrar ediyor. Çünkü SDG'nin, PKK'nın Suriye kolu olduğunu söylüyor. Örgüt ise Suriye'nin farklı dinamiklere sahip olduğunu söylüyor. Bugüne kadar bu farklılıklara rağmen ikisi paralel yürütülebildi.
Önümüzdeki dönemde de ben bu mesele ile ilgili temel dinamiğin Suriye'de yaşanan gelişmeleri Türkiye'deki çözüm sürecinin bir ön şartı olarak kodlayıp kodlamamamızla ilişkili olacağını düşünüyorum. Türkiye tezlerinde ısrarcı olabilir, diplomatik baskı kurabilir, kurmaya devam edebilir. Ama Suriye'deki gelişmeleri Türkiye'deki çözüm sürecinin bir ön şartı haline getirmemesinin daha pragmatik ve gerçekçi olacağını düşünüyorum. Bunun da temel gerekçesi Türkiye'deki takvim ile Suriye'deki takvimin birbirinden farklı olması, Türkiye'nin buradaki süreci yönetirken tek aktör olmasına rağmen Suriye'deki sorunu çözme konusunda tek aktör olmaması."
Süreçle ilgili bir yasal düzenleme meselesinin kapsamı ve boyutunun çok önemli olacağını vurgulayan Hatem Ete, "Negatif barış ile pozitif barış arasında köprü işlevi görebilir bu komisyon. Yapılacak yasama çalışmalarının, yasal düzenleme önerilerinin sadece PKK'nın silahsızlandırılmasıyla yetinmeyip toplumsal entegrasyon ve Türkiye'nin demokratikleşmesine yönelik bir kulvar açma ihtimaline yatırım yapılması gerektiğini düşünüyorum. Bunun zaten PKK silah bıraktıktan sonra kaçınılamaz nihai bir son olduğu da kanaatindeyim. Çünkü nasıl bugüne kadar terör ve güvenlik siyaseti güvenlikleştirdiyse, terör ve çatışmanın son bulması da siyaseti sivilleştirecektir. Buna yatırım yapmak gerektiğini düşünüyorum." dedi.

RUHAVİOĞLU: KİMLİK GÜÇLENİYOR, AİDİYET ARTIYOR
Kürt Çalışmaları Merkezi adına sunum yapan Reha Ruhavioğlu, Kürt toplumunda son yıllardaki dönüşümü rakamlarla ortaya koydu:
Kimlik & aidiyet: Kürt kimliği belirgin biçimde güçlenirken Türkiye’ye aidiyet de yükseliyor; “Türkiyeli ve güçlü Kürt kimliği” tablosu öne çıkıyor.
Toplumsal destek: Kürtlerde sürece destek üçte bir düzeyinden %80’e yükselirken, Türk toplumunda destek %60 seviyesine geldi; karşıtlık oranları her iki kesimde de geriledi.
Öncelikler: Bölgesel eşitsizliğin azaltılması, yerel yönetim yetkilerinin güçlendirilmesi, kamuda Kürtçenin kullanımı ve eğitimde iki dilli modeller geniş destek görüyor. “Demirtaş’ın serbest bırakılması” talebi, Kürtler arasında en güçlü ortak beklentilerden biri olarak kayda geçti.
Politika çerçevesi: Sunum, “Eksiden sıfıra: Demirtaş ve kayyum; sıfırdan ileriye: anadil, siyasi katılım, eşitsizliğin giderilmesi, anayasal tanınma” başlıklarıyla yol haritası öneriyor.
GENEL RESİM: YÜKSEK DESTEK, DÜŞÜK GÜVEN; SOMUT ADIM BEKLENTİSİ
Komisyon oturumunda çizilen çerçeve, “destek yüksek—güven kırılgan” denklemine işaret ediyor. Akademik ve saha temelli sunumlar; Demirtaş’ın tahliyesi ve kayyumların bırakılması gibi devlet inisiyatifindeki hızlı adımların güveni güçlendirebileceğini, anadil ve yerel yetkiler gibi yapısal düzenlemelerin ise kalıcı barış hukukuna geçişte kritik rol oynayacağını vurguluyor.
