Yunus Emre’nin izinde
Bu ismi, bugünkü gibi kısa hecelerle ve kalın söylemezdik eskiden. İlk hece uzun ve son hece ince, yani: Yûnüs! Bizim odunsuluğumuz yanında, atalarımızın inceliğine bakar mısınız?
Yunus Emre’yi zâhiren bilmeyen yoktur, merak eden çoktur, gerçek mânasıyla bilen ve hele anlayan pek yoktur! Bilenlere, anlayanlara selâm olsun!
Biz her şeye rağmen merak edenlerdeniz. Ne zaman karadan Bursa yoluna düşsek, İzmir’e gitsek, Isparta’ya, Burdur’a, Antalya’ya yönelsek… Sivrihisar’a yaklaşırken “Yunus Emre” okunu görürüz. Bu ok bizi Yunus Emre’nin kabrine, köyüne davet eder.
Bunca yıl geçtik o yollardan, bir türlü davete icabet edemedik! Daha fenası, eski tarz demiryolu seyahatlerimizde kim bilir ne kadar gelip geçmişiz buradan, çünkü TCDD kayıtlarında Yunus Emre Ankara’dan 170. Kilometre mesafede bir istasyon!
Esasen istasyonun adı Sarıköy’dü.
20. yüzyılımızda Köprülü Fuad’ın Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar kitabı ile yeni bir hayata başlayan Yunus Emre, tekkelerin kapatıldığı, mezar-türbe ziyaretinin men edildiği bir devirde sistemle istihza edercesine büyüdü. O bir tekke şairi idi, esasında dervişti hatta şeyhti! Anadolu’da Türkçe’nin büyük başlangıcını yapan şairdi! Hiç şüphesiz piramidin tepesinde o vardı.
Onun eskiden halk nezdinde, tekkelerde, dergâhlarda yaygın olan şöhreti, Türkçecilik sayesinde aydınlara da sirayet etti. Tabii onu bağlamından kopararak benimsemeye çalıştılar. Yunus Emre ile ilgili bilgiler yaygınlaştıkça, Divan’ının baskıları yapıldıkça, şiirleri ezber okundukça bu şahsiyeti mahallen benimseme çabaları da arttı. Zaten ülkemizin birçok yerinde ona izafe edilen kabir veya makamlar vardı.
Bunlar içinde Sarıköy’deki harab mezar-türbe ve zaviyenin Yunus Emre’ye ait olabileceği kanaati ağır bastı.
Böylece ne oldu? Yunus Eskişehirli oldu!
Dedem yaşarken, yani 1920’lere kadar Sarıköy Eskişehir’in köyü değildi.
“Ankara’ya 170 kilometre” dedik ya, Ankara’nın bir köyü idi Sarıköy! Ankara’nın Mihalıçcık kazasına bağlı bir köy, istasyonu olan bir köy. Sarıköy istasyonu Mihalıçcık kazasının istasyonu idi!
Ankaralı Yunus Emre’ye selâm olsun! Tevekkeli değil, annem Yunus ilahilerini dilinden düşürmezdi!
Neden bahsi Ankara’ya getirdik? Bu idarî taksimatlara filan kapılarak Yunus Emre’ye sahip çıkmak veya çıkmamak akıl kârı değil. Onu bir yere raptetmek yerine, hepimizin gönlüne dokunan bir şahsiyet olarak benimsemek en doğrusu.
Yine de Yunus Emre’nin kabrini görmeye gittik…
Yunus Emre için arz üzerinde işaret edilmiş bir yeri görmek arzusunu gerçeğe tahvil etmek için aziz Mustafa Özçelik’in ısrarlı davetleri gerekliymiş demek ki. Ankara’dan, İstanbul’dan, Bursa’dan, Eskişehir’den şairler, yazarlar, ilim ve fikir adamları yola çıktılar ve Yunus Emre’nin kabrinin bulunduğu, şimdi adıyla anılan yere geldiler…
İşte hikâyenin başladığ yer. “Modernleşme” hikâyemizin farklı bir anlatımı bu...
Tekkelerle birlikte türbeler, kabirler de kapatıldı. Ziyaret yasaklandı.
Mezar “ziyaret yeri” demektir. Bütün türbeler, kümbetler, kabirler mezardır. Mezar neden ziyaret edilir? İbret almak için. Dünyadaki gidişatımızı doğru kavramak için ziyaret edilir bu kabil yerler. Bir de tarihten hisse çıkarmak için.
Yunus Emre’nin Sarıköy’deki maruf mezarı harab halde idi. Demiryolu ile nerede ise bitişik bu mezarı biraz öteye taşımak fikri kabul gördü. Bunun için çalışanlar oldu. Öyle bir zaman ki, türbe ile kabirle uğraşmak belâlı iş. Bir çeşme yapılacaktı ve onun vesilesi ile Yunus’un kabri de çeşmenin arkasına nakledilecekti…
Yetmiş sene önce, 1949’da çeşmenin açılışı yapılırken kabir de o biraz yüksek yere nakledildi. O zamanın şartlarında duyuru yapılmadan, davet olmadan yirmi bine yakın vatandaş kabrin bulunduğu yeri doldurdu. Birkaç gün önceden gelip bu hadiseye şahid olmak isteyen vatandaşlar vardı. Ve tabut o kısa mesafeye izdiham yüzünden saatler içinde taşınabildi.
Çeşme mi? O da açıldı elbette…Fakat suyu yoktu! Müteşebbislerin su getirmeye gücü yetmemişti. 6 kilometre mesafeden suyu getirebilmek için 86 bin 119 liraya ihtiyaç vardı. Bu aynı zamanda içme suyu olmayan Sarıköy’ün içme suyu olacaktı!