Kuantum mekaniğinin zalim imkanları

Büyük yazar Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yanlış hatırlamıyorsam “Abdullah Efendi’nin Rüyaları”nda geçen bir söz bu. Tanpınar, “İnsan talihinin zalim imkanları” demiş, bugünlük ben değiştirdim, “Kuantum mekaniğinin zalim imkanları” yaptım bu güzel cümleyi.

Hatırlayalım, kuantum mekaniğinin temelinde, Avusturyalı fizikçi Erwin Schrödinger’in “kuantum dalga fonksiyonu denklemi” var. Bu denklem, herhalde insanlık tarihinin en çok fayda yaratmış olan denklemi. Bugün bütün dünya ekonomisinin yüzde 60’ının bu denklem uyarınca çalışan teknolojilerden oluştuğu hesaplanıyor.

Yalnız bu denklem, daha yazıldığı günden beri yazanını da, o denklemle çalışanını da rahatsız etmiş. Çünkü, diyelim yüzlerce binlerce elektrondan söz ediyoruz, bunların olasılıksal olarak nerede nasıl dağıldıklarını büyük bir başarıyla tahmin eden denklem, biz gözlem yapıp o elektronların tam olarak nerede olduğunu saptadığımızda anlamsızlaşıyor, fizikçi ve matematikçilerin deyimiyle “çöküyor.”

Denklem size diyelim bir elektronla ilgili 20 farklı olasılık veriyor; siz gözlem yapınca bu olasılıklardan 19’u geçersiz oluyor. Bu durum da, matematiksel bir çelişki yaratıyor.

Tabii kuantum mekaniğiyle uğraşan fizikçilerin yüzde 90’ı açısından ortada bir sorun yok. Onların mottosu, “Sus ve hesaplamaya devam et” cümlesiyle özetleniyor.

Ama bilim çelişkilerden hoşlanmaz. Geçen hafta yazdım, Niels Bohr’un etrafında toplanan bir grup fizikçinin zaman içinde geliştirdiği ve adına “Kopenhag yorumları” denen bir dizi yorum var.

Bu yorumlarla Niels Bohr, kuantum evreninde ortaya çıkan bu matematiksel çelişkiden nasıl çıkılacağını anlatıyor. Ben kabaca özetliyorum: Bohr’a göre bir “klasik fizik” var, bir de çok küçük şeyler evrenini konu edinen “kuantum fiziği.” Bu iki fizik tamamen ayrı kurallara tabi ama aynı zamanda birbirinin “tamamlayıcısı.”

Yine geçen hafta, David Bohm’un başına gelenlerden hareketle bu Kopenhag Yorumu’nun zaman içinde nasıl bir dogmaya dönüştüğünü, diğer görüşlerin tartışılmasının önüne nasıl geçtiğini anlattım.

Meseleyi siyah-beyaz görmeyin. Çünkü Kopenhag Yorumcuları da öyle kötü niyetli falan değillerdi. Diğer yorumların bir bölümünün insanları bilim dışı, metafizik arayışlarına götüreceğini düşünüyorlardı. Oysa onlara göre bilimle metafizik bir arada olmamalıydı.

Bir örnek vereyim: Gözlemcinin gözlem yaparak Schrödinger denklemini “çökertmesi” gözlemci ve gözlem eyleminin özel bir önemi olup olmadığı sorusunu ortaya çıkardı. Yoksa biz insanlar evreni gözleyerek mi var ediyorduk? Albert Einstein bu tartışmaya çok kızıyordu, “Ne yani” demişti bir seferinde, “Siz ona doğru bakmazken Ay’ın orada olmadığını mı düşünüyorsunuz?”

Fakat yine de, bugünkü konumuz değil ama, bu gözlem ve gözlemci meselesi önemli. “Kuantum ölçme problemi” adı verilen bir büyük çelişkinin/tartışmanın odağında bu konu var, metafizik değil doğrudan fizik bağlamında.

Neyse ben öyküme devam edeyim.

1957 yılında, Princeton Üniversitesi’nde Nobel ödüllü büyük fizikçi John Wheeler’ın son derece parlak bir doktora öğrencisi vardı, Hugh Everett. O, Schrödinger denklemindeki probleme pratik bir çözüm bulduğu inancındaydı, “Ya” diye düşünmüştü, “Denklemin bize söylediği olasılıkların her biri gerçekse ve biz onlardan sadece birine erişebiliyorsak?”

Yani, diyelim denklem bize 20 ayrı olasılık söyledi, biz gözlem yaptık ve 19 olasılığı eledik. Gözlediğimiz bizim “gerçeğimiz” veya “evrenimiz.” Ama başkaları diğer olasılıkları gözlüyor, o olasılıklar da onların “evreni.” Yani gözlem anında evren bölünüyor, ortaya her olasılık için bir başka evren çıkıyor.

John Wheeler bu tezi parlak buluyordu ama bir yandan da Niels Bohr’a hayrandı. Öğrencisini Kopenhag’a, Bohr ile görüşmeye yolladı. Bohr ve arkadaşları Everett’in tezini hiç beğenmediler. O yüzden John Wheeler aradan zaman geçtikten sonra ve Everett’e tezini epey bir değiştirtip kabul etti, Everett o sırada savunma sanayiinde işe girmişti, fizik doktorası ona sadece kağıt üzerinde lazımdı, uğradığı akademik sansüre takılmadı, zaten bu konuya da 1970’lere kadar bir daha geri dönmedi.

Bugün ana fikri hakkında filmler ve diziler seyrettiğiniz, romanlar okuduğunuz “çoklu evrenler teorisi” böyle doğdu işte. Daha doğar doğmaz da öksüz bir çocuk gibi terk edildi. Aynen geçen hafta anlattığım De Broglie-Bohm pilot dalga teorisi gibi.

Kopenhag yorumu bağnazlığı insanlara, en çok da genç, doktora çalışması yapan teoricilere bir kariyere mal olabiliyordu. Hugh Everett için böyle bir sorun yoktu, çünkü o fizikte akademik kariyer peşinde değildi, savunma sanayiinde çok para kazanmak, bol içki içmek, hayatı dilediği gibi yaşamak istiyordu.

Çoklu evren teorisi, 60’lı yılların sonlarında, Niels Bohr öldükten sonra, Schrödinger denklemindeki çelişkinin yeni nesilleri çok rahatsız etmesi sonrası ve biraz da Amerika’daki Hippie kültürü sayesinde yeniden gündeme geldi. Ve bugün artık sokaktaki insanların bile bildiği popülerliğine erişti.

İzin verirseniz haftaya bu teoriyi eleştirel manada biraz tartışmak istiyorum. Sorumuz da şu: “Her yazı tura attığımızda evren ikiye mi bölünüyor?”

YORUMLAR (47)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
47 Yorum