İlahiyatçıların otoriter diliyle nasıl bir İslam tasavvuru
İslam dünyasının yaşadığı problemler dikkate alındığında, günümüzde dini söylemin sivilleşmesinin adeta bir zorunluluk haline geldiği rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü İslam kurumsal bir din anlayışını değil, bireyi esas alan ve onun özgür iradesiyle şekillenen ve bu çerçevede sosyalleşen bir din anlayışını getirmiştir.
Ancak şunu da biliyoruz ki; klasik İslam düşünce sistematiğinden devraldığımız gelenek ‘hizaya getirici’ ve dayatmacı bir dini söylem oluşturmuştur. Dolayısıyla Müslüman dünyada kişisel erdemleri önemseyen ahlaki bir toplumun inşası için, bir bakıma ‘toplum mühendisliği’ özelliği taşıyan bu kurumsal dini söylemin kesinlikle terkedilmesi gerekmektedir. Belki de ilahiyatçıların bireylerin seçim hakkını önemsemeyen “gerçek din bu” söyleminin öncelikle sivilleşmesi gerekiyor.
Açıkça ifade edelim, dini insandan, toplumdan ve hayattan bağımsız kurumsal bir olgu olarak takdim eden bu üslup, sonunda dini tarihin belli dönemlerindeki bir kesite mahkum etmektedir. Mesela İlahiyatçıların her vesileyle kavramsal bir çerçeveye oturtmaya çalıştığı “İslam hukuku” söylemine bakalım; klasik literatüre göre dönemin şartları içinde devletin unsurlarını oluşturan devlet başkanının görevleri, yargılama hukuku, vergilendirme, ceza ve iflas hukuku gibi konular o günün şartlarında daha iyiyi arayan ve ilişkilere ahlaki bir vasıf kazandırmayı amaçlayan bir çerçevede gelişmiştir. Ancak ilahiyatçıların, geçmiş dönemin uygulamalarını hiçbir yoruma tabi tutmadan ayniyle günümüze “İslam hukuku” olarak aktarmaları modern hukuk açısından bir anlam ifade etmemektedir.
Çünkü bu tür bir din algısının temelinde, Kur’an’ı insan ve dünya gerçekliğinden bağımsız bir metin olarak görme anlayışı yatmaktadır. Ve doğal olarak bu anlayışla aklı ve vahyi önemseyen değil, sıhriyeti, manevi işaretleri, ilhamı ön plana çıkaran deruni bir ‘din dili’ inşa edilmektedir.
İlahiyatçıların Kur’an merkezli din söyleminin en önemli açmazlarında birisi; Kur’an’ın ve Hz. Peygamberin sünnetinin yaşanan bütün problemlerin çözümü için adeta bir reçete olarak sunulmasıdır. Evet Kur’an ve Hz. Peygamberin mesajları bütün insanlık için bir rahmettir. Ama “Kur’an Allah’ın kanunudur, dolayısıyla kimin nasıl yargılanacağı, kimin ne kadar vergi vereceği, kimin hangi suçlardan ne kadar ceza alacağı Kur’an’da vardır” benzeri afaki söylemlerle hazırlanmış paket programlar da yoktur Kur’an’da...
Aslında bütün bu söylemlerin temelinde, ‘dine dayalı devlet düzeni’ ütopyasına ayarlı bir zihin yapısı bulunmaktadır. Tıpkı bir dönem İslamcı kesimlerin dilinden düşmeyen “Şeriat gelecek vahşet bitecek” sloganı gibi bir şey yani...
Her şeyi din devleti temelinde izah etme gayreti içinde olan ilahiyatçıların kurduğu denkleme göre; “Şeriat devleti kurulup, İslam gerçek anlamda yaşandığında dünyanın en zengin, en müreffeh ülkeleri Müslüman ülkeler olacaktır” söylemi insanlara bir kurtuluş reçetesi olarak sunulmaktadır.
Oysa dinin görevi, insanlara hazır kurtuluş reçeteleri sunmak değildir. Gerek Kur’an, gerekse Hz. Peygamberin sünneti genel anlamda yaşanabilir bir dünya perspektifi sunar, adalet, ahlak ve bireyin özgürlüğünü esas alan temel prensipleri belirler. Bu çerçevede dini hakikatleri doğrudan kanunların kaynağı olarak değil, ahlaki anlamda sağlam bir toplum yapısının oluşmasının arkaplanı olarak görmek daha doğru bir bakış açısıdır. Ayrıca hukukun ve siyasetin oluşumunun pozitif hukuk kurumlarına bırakılmasında sayısız faydalar vardır. Hemen belirtelim bu dini ikinci plana itme olarak görülmemelidir, tam aksine böyle bir yöntem hem farklılıklar arasında bir uzlaşı alanı oluşturacak, hem de dini kısır tartışmaların dışında tutacaktır.
Aslında bugün duyarlı dindar kesimleri en çok rahatsız eden de dinle siyasetin iç içe geçmiş olmasıdır. Maalesef günümüzde öylesine rahatsız edici bir tablo oluşmuş durumda ki, siyasetçi dahil bütün sivil kurumlar, cemaateler, tarikatlar her tür söylem ve eylemlerini din üzerinden meşrulaştırma gayreti içindedirler. Din ekseninde siyaset, işin başında dindarları mutlu ediyor gibi görünse de, bu gidişatın sonu dine zarar verecek, dindarları da rencide edecektir.
Zira dinin araçsallaştığı bir dünyada ne tür negatif sonuçların ortaya çıkacağını kestirmek mümkün değildir. Çünkü dinin siyaset ya da başka yapılanmalar için bir araç olarak kullanılmasını onaylamak, aynı zamanda zararlı cereyanlar için kullanılmasına da imkan sağlamak demektir. Unutmayalım, IŞİD insanları din adına kesiyor.