Söyleyin bana nasıl bir dünya burası?
1980’li yıllarda şiir ve müzik öylesine hayatımın merkezi haline gelmişti ki, neredeyse 24 saat şiir ve müzikle yatıp kalkıyordum. Doğrusu müthiş bir dönemdi, dünya sanki başka türlü dönüyordu. Sanat ve edebiyatın dışındaki dünyanın sıradan ve sahte bir dünya olduğunu adeta bir amentü gibi bellemiştim. Hoş, bugün de çok farklı düşünmüyorum ya...
60 yıllık bir hayatın sonunda biriken tecrübelerin yardımıyla söylemek gerekirse, hayatlarında bir şekilde şiirle, müzikle, sanatla, estetikle buluşma şansı olmamış insanların bu dünyada boşuna yaşadıkları gibi bir kanaate sahibim. Belki de yanılıyorumdur, belki de kimileri siyasetin, ideolojik takıntıların, servet biriktirmenin ya da dijital hayallerin yarattığı kaotik dünyanın daha renkli ve yaşanabilir olduğuna inanıyordur.
***
Bunu söylerken reel dünyadan kopuk, fantastik ve tamamen kurmaca bir hayattan söz etmiyorum elbette.
Ama şu da bir gerçek ki, kültürel ve sanatsal anlamda ayağını yere sağlam basmayan, yani dünya çapında şairleri, müzisyenleri, mimarları, ressamları, heykeltraşları, kültür ve bilim insanları olmayan ülkelerin gelecek hayallerinin olması da mümkün değildir.
Kimileri için bir anlam ifade etmeyebilir belki ama, benim kuşağımın okumuş-yazmış insanları güzel rüyalar gördüler, has şiirin geniş avlularında dolaştılar, sıkı müzikler dinlediler. Ama ne yazık ki o günlerde dünyanın bugünkü gibi tatsız, tuzsuz bir yere geleceğini kimse bize söylememişti.
Biz durmadan, şiir okuduk, şiir yazdık... Henüz şarkıların dijital aygıtları tanımadığı günlerdi, bu yüzden de müzikçalarlarımızla yetinmek zorundaydık. Bütün şarkılarımız kasetlerdeydi yani...
Galiba o günlerde ilk keşfettiğim Pink Floyd ve Supertramp’tı. Sonra YES, U2 ve Jethro Tull geldi... Artık her gün bir başka müzik grubuyla ve müzisyenle tanışıyordum. Deep Purple ve Led Zeppelin’le müziğin o büyülü dünyasına dalmıştım ve adeta bir başka alem bulmuştum şarkıların ritminde. Hele de John Lennon, Paul McCartney, George Harrison ve Ringo Starr gibi ünlülerin oluşturduğu Beatles’ı dinlemek o günler için oldukça ayrıcalıklı ve fiyakalı bir durumdu.
Kuşkusuz klasik müzik ve jazz da benim için çok önemliydi, ancak o günlerde Rock rüzgarı esiyordu. Hiç unutmam, askere gidenken yanımda sadece tüm zamanların en iyi gitaristi Jimi Hendrix ve Supertramp grubunun kasetleri vardı. Yedeksubaylık kurs döneminde birkaç kafa dengi arkadaşla neredeyse her gece tenha bir köşeye çekilip onları dinliyorduk. Dünyanın uykuda olduğu bir zamanda Spertramp’ın The Logical Song şarkısındaki şu sözlerini mırıldanıyorduk...
/Dünyanın uykuda olduğu zamanlar vardır,
O zaman sorular çok derindir,
Böyle basit bir adam için,
Şimdi lütfen söyle, söyle bana ne öğrendik?
Biliyorum saçma ama,
Söyle bana kimim ben?
Şimdi, söylediklerine dikkat et, yoksa sana radikal derler,
Liberal, yobaz, suçlu derler.
İmzanı at, anlayalım,
Uygun, namuslu, düzgün müsün yoksa bir ot musun!/
***
Modern dünyanın yarattığı teknolojik gelişmeler, dijitalleşme, görsel tezahürlerin egemen olduğu pek çok şey, insanın varoluşa dair anlam arayışlarını tamiri imkansız bir biçimde yerinden etti. Kısacası dünya artık onarılabilir bir dünya olarak gözükmese de, sanat-edebiyat hala tek sığınılabilir bir alan olarak varlığını sürdürmeye devam ediyor. Hiç kuşkusuz, “nasıl bir dünya burası?” diye sormaya devam edeceğiz ama, müziğin ritmi hep yanımızda olacak...