Bahse girerek inanmak ve pragmatist mümin olmak

Bundan önceki birçok yazımda gerçekten yaşanmaya değer bir hayat sunma bakımından iyi bir sınav vermediğimizden söz ettim ve birçok okurumuzun bu yazılarla ilgili olarak, “İyi de hocam, çözüm ne?” türünden yorumlar yazdığını gözlemledim. Öncelikle belirtmeliyim ki ben bu köşede Güzin Abla hizmeti vermiyorum. Malum, Güzin Abla’nın dil dizgesinde, “Kanaatimce…, Bildiğim kadarıyla…” diye başlayan yumuşak ifadeler pek bulunmaz. Bilakis, “İşin o tarafı beni hiç ilgilendirmiyor… Sen şunu şöyle yap, böyle yap!” gibi çok keskin ve köşeli ifadeler kullanılır; sorunların çözümü de genellikle acı hap gibi sunulur. Maalesef, benim böyle hap gibi çözüm formüllerim yok. Ama yazılarımda bir taraftan kendi sorunlarımızı anlatırken, bir taraftan da sorunların üstesinden gelme yollarına işaret ettiğimi düşünüyorum. Bu yazımı da aynı tarzda yazdığımı belirterek asıl konuya giriyorum.

***

Bilindiği gibi Kur’an’da genel olarak gayba, özel olarak dâr-ı bekaya inanmayanların temel özellikleri arasında dünyevileşmeden, yani “Gülelim oynayalım kâm alalım dünyadan…” (Nedim) dercesine yaşama ve dünyevî nimetlerden azami nispette haz alma felsefesinden söz edilir. Tekâsür suresinin ilk ayetinde -bir yoruma göre- daha çok mal mülk, servet, prestij sahibi olmak için dünyaya abanma sevdasının inkârcıları çok fena oyaladığı belirtilir. Bugünkü genel ahvalimizi kritik ettiğimizde dünya ve hayat algımızın o günkü dünyaperestlerden pek farklı olmadığını, dolayısıyla Kur’an’ın bilhassa değer açısından dünya ile kıyaslanması gayri kabil olarak tanımladığı ahirete inandığımızı söyleyip ahiret yokmuş gibi yaşadığımızı, üstelik üç günlük dünya uğruna yapıp ettiğimiz sayısız reziletle bu foyamıza bizzat kendimizi şahit kıldığımızı söylemek insafsız bir değerlendirme olmasa gerektir. Peki, bu büyük arızamız neyle alakalıdır? Kanımca bu multifaktöriyel bir arızadır; fakat başat faktörlerden birinin inanma şeklimiz ve gerekçemizle yakından ilişkili olduğunda kuşku yok gibidir.

İnanma şeklimiz/gerekçemiz derken kastettiğim şey, bahse girerek inanmak, yani inancın temel konusu olan gayba bir nevi zar atmaktır. Hıristiyan gelenekte, bahse girerek inanmayı kitâbî düzeyde formüle eden isim Pascal’dır. Düşünceler adlı eserinde yer alan bahis argümanına göre Tanrı ya vardır ya yoktur. Acaba hangi görüşe meyledeceğiz? Akıl bu hususta karar mercii olamaz. Sonuçta bu konuyla ilgili olarak bir talih oyunu oynanır ki bunun neticesi de yazı veya tura olacaktır. Siz hangi taraf için bahse gireceksiniz? Mademki bir şıkkı seçme zorunluluğu var; o zaman menfaatimize en uygun olan şıkkı arayalım… Tanrı’nın varlığı şıkkını seçtiğiniz takdirde ne kazanıp ne kaybedeceğinizi tartalım. Bu şıkkı seçerek bahsi kazanmış olursanız, her şeyi kazanmış olursunuz. Yok eğer kaybederseniz, gerçekte hiçbir şey kaybetmiş olmazsınız. O halde, hiç tereddüt etmeyin ve Tanrı’nın varlığı lehine bahse girin.

İslam geleneğinde de gayba iman hususunda bahse giren âlimler vardır. Mesela, Gazâlî halka yönelik bazı eserlerinde iman konusunu pragmatik açıdan anlamlı kılmak adına bahis argümanını kullanmıştır. Bazı kaynaklarda Hz. Ali’nin de, “Şayet sizin iddianız doğru çıkarsa, o zaman hepimiz sonsuz azaptan kurtuluruz. Yok eğer bizim söylediğimiz doğru çıkarsa, o zaman siz sonsuz azaba mahkûm olurken, biz kurtuluruz” dediğine dair bir rivayet aktarılmıştır. Ancak siyer ve muteber hadis kaynaklarındaki bilgilerin tarif ettiği Hz. Ali dikkate alındığında, hatta Hz. Ali hakkındaki bilgilerin çok az bir kısmının sahih olduğu varsayıldığında dahi “irfanın babası” diye nitelendirebileceğimiz bu büyük sahâbînin bahis argümanına dayalı bir inancı ilkesel olarak tasvip ettiğini söylemek çok kolay olmasa gerektir. Bununla birlikte Mehmet Bayrakdar Hoca’nın Pascal Oyunu adlı kitap çalışmasında Pascal ve Gazâlî’nin yanı sıra Hz. Ali de bahisli inanç konusuna dâhil edilmiştir.

***

Konu inanma konusu olduğuna göre öncelikle “inanç” ile “iman”ın aynı şeyler olmadığını vurgulamamız lazımdır. Gerçek manada iman, derin bir güven duygusuna dayanır. Nitekim Türkçede de kullanılan emin, emniyet, emân, emanet, teminat gibi kelimelerin tümü iman kavramıyla karındaştır. Bahis argümanıyla inanmak, inancın nesnesi hakkında bir nevi zar atmak ve kumar oynamaktır. Kaldı ki inanç konusunda bahse girmek Cenâb-ı Hak’la bir tür menfaat ilişkisi kurmak anlamı taşır. Bu ilişkideki menfaat iki boyutludur. Birisi azaptan kurtulmak, diğeri mükâfata nail olmaktır. Kur’an’ın cennet/mükâfat, cehennem/azap ile ilgili ayetleri dikkate alındığında, menfaat/çıkar ilişkisine dayalı inancın insânî durum açısından az çok anlaşılabilir olduğundan söz etmek mümkündür. Bununla birlikte Kur’an’daki dehşetli azap tasvirlerinin çok büyük çoğunlukla müminlerden öte, İslam’ın yoluna taş koymayı meslek edinmiş inkârcılarla ilgili olduğunu, ayrıca cennet tasvirleriyle ilgili ayetlerdeki muhtevanın kronolojik seyir içerisinde somuttan soyuta evrildiğini, nüzul döneminin son safhalarında nazil olan Tevbe suresinde ise cennetle ilgili bir dizi nimet zikredildikten sonra, “Allah’ın hoşnutluğu çok daha önemli ve değerlidir” (ve-rıdvânun minellâhî ekber) mealinde bir ifadeye (Tevbe 9/72) yer verildiğini gözden kaçırmamak lazımdır. Sözün özü, bahis argümanıyla inanmak, kayıp-kazanç ve çıkar hesabına dayandığından kişiyi gerçek iman sahibi kılmaktan uzaktır. Üstelik ucuz bir inanma tarzıdır. Böyle bir inanç tarzının ahlaklı dindarlığa temel oluşturması ve inançla ahlakın birbirine refakat ettiği erdemli bir yaşantıya imkân sağlaması çok zordur.

YORUMLAR (21)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
21 Yorum