Askeri vesayetten polis vesayetine

Türkiye, en büyük silahlı güç olan ordunun ideolojiler, siyasi görüşler hatta partiler arasında taraf olmasının bedelini çok ağır ödedi. 15 Temmuz; askeri darbeler geleneğimizde hem amaca ulaşamaması, hem tabiatı, hem ordu-toplum ilişkilerindeki etkisi hem de siyasi hayat üzerindeki yapısal sonuçları ile ayrı bir yere oturuyor.

‘Artık Türkiye’de darbeler devri geçti.’ hissiyatının tabutuna 15 Temmuz öyle bir çivi çaktı ki uzun süre tekrar o noktaya gelmek kolay olmayacak. Askerin siyasi görüşünün iki gün sonra nereye evrilebileceğinden, her vatandaşa eşit yaklaşan bir ordu yapılanmasının ne kadar mümkün olduğundan da hala emin değiliz.

FETÖ’nün, askerdeki örgütlenmesinin benzerini poliste gerçekleştirmeye çalışması, darbeye girişenlerin doğrudan başta özel harekât olmak üzere kendilerine direnebilecek polisleri hedef alması ve onlarcasını şehit etmesi iki silahlı gücün arasındaki rekabetin bir yansıması idi. Daha önce orduda gördüğümüz demokrasiyi içselleştirebilme sorunun bir benzeri ise şimdi Emniyet teşkilatında yaşanıyor.

15 Temmuz sonrasında polisin toplumsal olaylara müdahalesinde endişe verici iki dinamikle karşı karşıyayız.

Birincisi polisin olaylar, suçlar, failler karşısında toplumu rahatsız edici derecede taraf tutmaya başlaması.

Hukuk devletinde LGBT eylemi yapanlarla, İstanbul sözleşmesine karşı protestoda bulunanlar, üniversitesindeki atamalara itiraz edenler, Uygur Türklerine yürütülen soykırıma karşı çıkanlar arasında fark yoktur. Kanunlar çerçevesinde Anayasal hakkını herkes eşit olarak kullanır.

İktidar, anayasal protesto hakkının önce 15 Temmuz’un olağanüstü hâl psikolojisi ile sonrasında ise pandeminin sosyal mesafe kuralının bahane edilmesi ile askıya alınmasını hukuku ve kolluk gücünü kendi gündemi için araçsallaştırmakta kullandı. Polis ise iktidarın kendisini siyasallaştırmasını içselleştirdi.

Polisin olaylara müdahale ederken bir partinin ya da siyasi görüşün temsilcisi gibi davranması sistemin temeline dinamit konulmasıdır. Protestocular karşısında kamu düzeninin korunması dışında kolluk gücü kör ve sağırdır.

Türkiye’de iktidarın son 4 yıl içerisinde hukuk karşısında gücü egemen kıldığı bir ortamda polis şiddeti kendilerine dokunmadığı sürece bazı kesimleri memnun edebilir.

Ama iktidar tarafında kullanılan bir polis gücünün ne zaman kimi ezeceği belli olmadığı gibi uzun vadede kamu düzeninin ve asayişin sağlanmasını da tehlikeye sokar. İçişleri Bakanlığının verdiği bu kadar operasyon ve gözaltı rakamlarına rağmen vaka sayılarındaki artış tam da buna işaret ediyor.

Avrupa Konseyi’nin 2020 yılı Ceza İstatistiklerine göre 100 bin kişide 357,2 kişi ile Türkiye vatandaşını en çok hapse atan ülke. İkinci sırada Rusya’nın bulunması ‘demokrasi’ olma iddiasındaki bir ülke için endişe verici.

İkinci rahatsız edici dinamik ise emniyet mensuplarının bazı olaylarda olay yerini bir mahalle, kendilerini de o mahallenin kabadayısı olarak görme eğilimleri. Daha teknik tabirle polisin kendisine kanunla çizilen sınırları yok sayması ve kendisine yetkilerinin temelini oluşturan hukukun üstünde bir güç atfetmesi.

Emniyet mensuplarının sokaktaki vatandaşın amiri gibi davranmaya başlaması ellerindeki yetkinin sebebinin ve sınırlarının farkında olmadıklarının göstergesi. Polis ile bir devlet hastanesindeki doktor arasında vatandaşla arasındaki hiyerarşi açısından bir fark yok. Polis vatandaşın amiri, sokaktaki vatandaş da polisin her dediğini yapmak zorunda olan memur değil. Vatandaş olma sıfatı ile herkes eşit, kolluk gücü ise görevi gereği kanun içerisinde kamu düzenini korumaktan mesul.

Kamu düzeni son tahlilde vatandaşın gönüllü katkısı ile sağlanabilir. Polisin zoraki uygulamaları orta vadede, temelde toplumsal sözleşme ve herkesin onayı ile yasal silah taşıyan emniyet mensubunun meşruiyetinin zeminini boşaltır.

Bunda ‘suçluları gördüğünüzde bacaklarını kırın’ diyen hukuksuz bir idari yaklaşımın etkisi elbette olabilir. Ama son tahlilde iktidarlar değiştiğinde aynı memur yine aynı vatandaşa hizmet etmeye devam edecek.

İktidarın başta siyaseti askeri vesayete karşı korumak için güçlendirdiği kolluk güçlerinin son tahlilde bu ülkede bir polis vesayetine dönüşmesine izin verilmemeli.

Üstelik askeri vesayetin kurumsal ve ideolojik yapısına rağmen polis vesayeti kişi temelli ve mafya benzeri yapıların oluşmasına daha elverişli bir ortam doğurabiliyor. Böylesi bir vesayet, askeri müdahalelerdeki gibi darbeden darbeye büyük geriye gidişlerle değil hayatın günlük pratiğinde yaşanacak sürekli bir tıkanma ile toplumsal gelişmeyi ve demokrasiyi engelleme potansiyeline sahip.

Amerika’da George Floyd’un ‘her istediğini yapabileceğini düşünen’ bir polis tarafından öldürülmesinin tetiklediği protestolar gelebileceğimiz yeri işaret ediyor. Protestolar siyahilerin ve tüm vatandaşların yasal zorbalıkla hedef alınmasına karşı çıkmanın ötesine geçti.

Toplumsal tepki insanların polis olan komşuları ile konuşmamasına, onlarla insani ilişkilerini kesmelerine, günlük pratikte kullandıkları yetkinin meşruiyetini sorgulamalarına kadar gitti. Bu toplumsal izolasyona dayanamayan binlerce polis memuru görevlerinden istifa etti. Şimdi birçok eyalette emniyet birimleri hem tecrübeli personel kaybı ile hem de kimsenin polis olmak istememesi ile karşı karşıya.

İnsanların çocuklarına ‘başına bir şey gelirse hemen bir polis amcaya git’ demesini, çocuklarını polisten değil suçludan kork diye yetiştirmesini istiyorsak kolluk gücündeki bu nobran eğilimle yüzleşmek zorundayız.

Tabii iktidar elinde kalan son güç ve yönetim unsurlarından birinden vaz geçecek dönüşümü yaşabilirse…

YORUMLAR (18)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
18 Yorum