Gösterge faizi artan tek ülkeyiz

Salgın nedeniyle dünyada gelecek dönemin zorlu geçeceğini işaret eden ekonomist Prof. Dr. Fatih Özatay, Türkiye’de bir yılı aşkın süredir izlenen ekonomi politikasının riski artırdığını belirtti. Özatay “Gösterge faizi artan, en çok rezerv yitiren biziz. Çünkü Türkiye’nin riski artıyor. Ekonominiz kırılgansa rezerv düzeyini göze batırmayacak politika izlemelisiniz. Bunların başında son 1.5 yılda yaptıklarımızı yapmamak geliyor” dedi.

Prof. Dr. Fatih Özatay “Krize karşı bundan sonra ne yapmalı?”yı altı başlıkta özetledi: Merkez Bankası faizi belirgin biçimde artırmalı. Kamu bankaları çok hızlı kredi artışı uygulamasından vazgeçmeli. Döviz rezervlerini eriterek dövize müdahale politikası terk edilmeli. Döviz temin edilmesini sağlayacak uluslararası anlaşmalar için görüşmelere başlanılmalı. MB ve BDDK bağımsız olmalı. Hukuk ve eğitim reformu yapılmalı.

Gösterge faizi artan tek ülke biziz. En çok döviz rezervi yitiren de biziz. Kuru en çok artan ikinci ülkeyiz... Çünkü Türkiye’nin riski artıyor. Riski artan bir ülkenin faizleri yükselir. Elde edilen yerli para dolara çevrilince; döviz talebi artar. Sermaye girişi de durduğundan döviz arzı azalır.

Temel kırılganlığımızın üzerine son bir buçuk yılda bir de şunları ekledik: Enflasyonun altında faiz... Çok hızlı kredi artışı... Piyasa dışı dayatmalar, mesela aktif rasyosu... Kuru sabite yakın bir düzeyde tutabilmek için döviz rezervlerini eritmek. ‘Sakın ha’ denilen ne varsa yapıldı.

Çoğu ülke için önümüzdeki dönem-etkili ve geniş halk kesimlerine uygulanabilir bir aşı bulunup da yaygın biçimde uygulanana kadar- zorlu geçecek. Bizim için ek zorluk, bir yılı aşkın bir süredir uyguladığımız politikanın riskimizi artırıyor olması.

Ekonominizde önemli kırılganlıklar yoksa ve ileriye ilişkin güven veren düzgün ekonomi politikaları uyguluyorsanız, döviz rezervinin düzeyi pek önemli olmaz. Ekonominiz kırılgansa, bu durumda rezervlerinizin düzeyini göze batırmayacak politikalar izlemelisiniz. Bunların başında da son bir buçuk yılda yaptıklarımızı yapmamak geliyor.

Ekonomi profesörü ve Merkez Bankası eski Başkan Yardımcısı Fatih Özatay, Taha Akyol’un sorularını cevapladı...

Döviz, faiz ve enflasyon neden üçü birden yüksek ve yükselme eğiliminde? Dünyada bu durumda olan başka hangi ülkeler var? Türkiye pozitif mi, negatif mi ayrışıyor?

Yılbaşından bu yana dolar kuru yüzde 24 arttı ve Hazine’nin daha önce sattığı tahvilleri alanların kendi aralarında yaptıkları işlemler sonucunda ortaya çıkan faiz –ki buna gösterge faiz deniliyor- 2.3 puan yükseldi. Aynı dönemde Türkiye’nin risk primi (CDS) 265 baz puan artarak 565 baz puana (yüzde 5.65’e) çıktı.

Sorunuzun ikinci kısmı, bu hareketlerin bize özgü olup olmadığına ilişkin. Kısadan yanıt şu: Evet, ne yazık ki bize ve bizim gibi riski yüksek olan ülkelere özgü. Risk meselesi önemli, birkaç rakam vermek istiyorum. Karşılaştırma grubu olarak bizim de içinde bulunduğumuz G-20 grubundan gelişmiş ülkeleri çıkarıyorum ve yükselen ekonomilere odaklanıyorum. Riski en yüksek ülke, başı yıllardır beladan kurtulmayan Arjantin (CDS’i 14 bin dolaylarında). Onu dışarıya alayım. Geriye kalan ülkeler içinde en yüksek risk bize ait. Bizden sonra Güney Afrika geliyor (CDS’i 291); aramızda çok fark var. 100’ün altında ya da 100’ün biraz üzerinde çoğu ülkenin risk primi. Gösterge faizi artan tek ülke biziz. En çok döviz rezervi yitiren de biziz. Kuru en çok artan ikinci ülkeyiz. İlki Brezilya ama onun hem CDS’i bizim yarımız kadar hem de döviz rezervi kaybı sınırlı. Sonuç: Birincisi, su-i misal emsal olmaz. İkincisi, olduğunu kabul etsek bile biz yine de olumsuz yönde ayrışıyoruz.

FAİZ VE DÖVİZ

Kur ve döviz neden birlikte yükseliyor?

Çünkü Türkiye’nin riski artıyor. Riski artan bir ülkenin mali varlıkları satılır yani fiyatları düşer, faizleri yükselir. Elde edilen yerli para dolara çevrilince döviz talebi artar. Aynı koşullarda sermaye girişi de durduğundan döviz arzı azalır. Kur yükseliyor. ‘Yüksek faiz-düşük kur’ politikasından söz edenlerin üzerinde mutlaka düşünmeleri gereken olgular bunlar. Riskiniz artmadan, mesela enflasyonla inandırıcı biçimde mücadele etmek için faizi yükseltiyor olsanız, kurun yükselmemesi, aksine düşmesi beklenirdi. Riskinizdeki artış nedeniyle faiz yükseliyorsa, özetlediğim mekanizmayla kur da yükseliyor. Bu sadece bu döneme özgü değil; geçmişte de çok tekrarlanan bir olgu. Fazla geriye gitmeyeyim: Trump’un meşhur tweetleri sonrası 2018’de de gözlendi, 2019’un başlarında da.

Buradan önemli bir ders çıkıyor. Şu: Yüksek faizden şikâyet ediyorsak -ki etmeliyiz; ekonomide bir sorun olduğunun temel göstergelerinden biridir- faizi yükselten nedeni ortadan kaldırmak gerekir. Farklı bir ifadeyle, Türkiye’ye ilişkin risk algılaması ile mücadele etmek, onu yok denilecek bir düzeye indirmek ana hedef olmalıdır.

YÜKSEK KUR ZARARLI

Kur artışı büyümeyi nasıl etkiliyor?

Kur sıçramasının büyüme üzerine iki ters etkisi var. Birincisi, bizim yurtdışına sattığımız mallar yabancılar açısından ucuzladığı için ihracatımızı artırıyor. Ama Türkiye’nin döviz cinsinden borcu ile alacağı arasındaki fark (açık pozisyonu) çok fazla. 2018-2019 krizi patlak vermeden önce G-20’de karşılaştırma için kullandığım ülkeler arasında en yüksek açık pozisyon Türkiye’nin. Krizden sonra azaldı ama hala yüksek bir düzeyde. Özellikle de şirketler kesimi için geçerli bu sevimsiz olgu. Ne zararı var? Şu: Döviz kurunu sıçratacak herhangi bir şok şirketlerin bilançolarını tahrip ederek onları zor duruma sokar. Bir yandan faaliyetlerini azaltır ve işçi çıkarmaya başlarlar diğer yandan da bankalara olan borçlarını ödemekte zorlanırlar. Artan işsizlik tüketim harcamalarını azaltır; şirketler daha da zor duruma düşerler. Geri dönmeyen kredi miktarı artan bankalar kredi musluklarını kısarlar. Tüketim ve yatırım harcamaları düşer. Şirketler ve bankalar daha da zor duruma düşerler. Büyümeyi oldukça olumsuz etkiliyor bu unsur ve ihracattan gelen olumlu etkiye kıyasla ağır basıyor. Kur sıçramasının tek etkisi büyüme üzerine değil elbette. Maliyetleri artırarak enflasyonu yükseltiyor. Bu ülkeler arasında Arjantin’den sonra en yüksek enflasyon bizde. Sonuçta, artan risk ve faiz, sıçrayan kur ve çok yavaşlayan ya da daralan bir ekonomi ile baş başa kalıyoruz.

Bu durumda, doğal olarak kur sıçramalarından hoşlanılmıyor. Riski temelli olarak azaltıcı bir ekonomi politikası uygulanmayınca, kurda oluşan yukarıya doğru baskıyı azaltmanın iki temel yolu var: Merkez Bankası (MB) ya döviz satacak ve artan döviz talebine döviz arzını artırarak cevap verecek. Ya da faizi yükselterek lira cinsinden mali varlıklara olan talebi dövizin aleyhine artırmaya çalışacak ki dövize talep azalsın. Sorun şu ki rezerv sınırlı. Faizi yükseltmeden döviz satmak kur ataklarına karşı ülkeyi daha az korunaklı hale getiriyor; risk artıyor. Sorunları çözücü bir ekonomi politikası uygulamadan faizi belirgin biçimde artırsa, sorunlar ortadan kalkmıyor; bir süreliğine halının altına süpürülmüş olunuyor. Hiçbiri kalıcı çözüm değil. Kalıcı olmadıkları gibi, olumsuz şoklar ortadan kalkınca risk, faiz ve kur hareketleri biraz yatışsa da, bir sonraki şoka karşı daha kırılgan hale getiriyor ekonomiyi. Bu, önemli bir açmaz.

DIŞ KAYNAK İHTİYACI

Türkiye’nin acil dış kaynak ihtiyacının kabaca 40 milyar dolar olduğu söyleniyor. Neden böyle bir dış kaynağa ihtiyacımız var? Nasıl bulacağız?

Mayıs ayı itibariyle önümüzdeki on iki aylık dönemde ödememiz gereken dış borç toplamı 170 milyar dolar. Bunun 111 milyarı özel kesimin. Bunun da finans dışı şirketlere ait kısmı 62 milyar. Bir de cari açığı finanse etmek için dış kaynak gerekiyor. İlk altı ayın cari açığı 20 milyar dolar. Bir bu kadar daha olacağını düşünelim. Dolayısıyla, 210 milyar (170+40) dolarlık bir kaynak gerekiyor. ‘Acil’den kasıt birkaç aylık bir dönemse, 40-50 milyar gibi bir rakam ortaya çıkıyor.

Ancak ürkütmesin. İki nedenle. Birincisi, ‘normal koşullar altında’ bu tutarları Türkiye rahatlıkla temin edebiliyor. İkincisi, bir yıl içinde ödenmesi gereken dış borç içinde şirketlerin ticari ilişkileri nedeniyle oluşanlar var; bu ilişkiler uzun dönemli ilişkiler genellikle (ihracatın ve ithalatın karşı tarafları gibi). Keza, bankalar için de benzer durum bir ölçüde geçerli. Bunlar tekrarlanabilir borçlar. Sorun, ardı sıra olumsuz şokların yaşandığı, yani ‘normal olmayan’ dönemlerde.

VİRÜS ETKİSİ

Dünya ekonomisi de virüs yüzünden küçüleceğine göre, Türkiye’nin önü müzdeki birkaç yılı nasıl gözüküyor?

Pandeminin ilk aylarında alınan elzem sağlık kararları nedeniyle ekonomimiz keskin biçimde küçüldü, ihracatımız çok azaldı ve turizm gelirlerimiz yok mertebesine indi. Rekor istihdam kayıpları oluştu. Bunlar hemen her ülkede yaşandı. Temelde bu nedenle, çoğu ülke pandeminin ilk dalgasını kontrol altına aldığını düşündüğünde söz konusu kararları ortadan kaldırdı.

Tüm dünyada vaka sayısı artmaya başladı. Tüketici ve yatırımcı güveni şu ya da bu ölçüde darbe aldı. O zaman da şunu anladık ya da anlamamız gerekir: Tüketici ve yatırımcı güveni geri gelmeden ekonomilerin normale dönmesi çok zor. ‘Döner gibi’ işaretler gelse de çoğu ülkede vaka sayılarının artması bu dönüşün öyle kolay olmayacağını gösteriyor.

Çoğu ülke için önümüzdeki dönem –etkili ve geniş halk kesimlerine uygulanabilir bir aşı bulunup da yaygın biçimde uygulanana kadar- zorlu geçecek gibi görünüyor. Bizim için ek zorluk, bir yılı aşkın bir süredir uyguladığımız politikanın riskimizi artırıyor olması.

‘SAKIN HA’ DENİLEN…

Türkiye neden dış kaynak bulamıyor, yatırım gelmiyor, ucuz faizli kredi alamıyoruz?

Yurtiçi tasarruflarımız yetersiz düzeyde. Bu durumda makul bir düzeyde büyüyebilmek için bile yurtdışından borçlanmak durumundayız. Bu, zamanla borç stokumuzu artırıyor. Bir de makulün çok üzerinde büyümek için kredi artışı pompalanırsa daha çok dış kaynak gerekiyor. Borcumuz daha da yükseliyor. Ve yine ‘bir de’ var. Şu: Bu kaynaklar üretken yatırıma değil de alışveriş merkezine falan gidiyorsa, döviz kazanma kapasitemiz yeteri kadar artmıyor.

Bu temel kırılganlığımızın üzerine son bir buçuk yılda bir de şunları ekledik: “Enflasyonun altında faiz-çok hızlı kredi artışı-piyasa dışı dayatmalar (mesela aktif rasyosu)-kuru sabite yakın bir düzeyde tutabilmek için döviz rezervlerini eritmek”. Birkaç ayrı kriz modeli var. Elli yıl önce çıkan krizleri açıklayabilmek için geliştirilen ve ‘birinci kuşak’ olarak adlandırılan modelde ‘sakın ha’ denilen ne varsa yapıldı. Bu politikayı değiştirmek gerekiyor.

Yatırım kısmı ise daha derin sorunlarla ilgili: Özellikle de hukuk sistemimiz ve oyunun kurallarının ikide bir değiştirilmesi gibi sorunlar.

RANT VERGİSİ…

İhracatı yeterince artıramayıp dış açığın büyümesine sebep olan önceki yıllardaki temel politika tercihleri (hataları) nelerdir?

Dış açığın büyümesi hem ihracat hem ithalatla ilgili. Yukarıda belirttiğim politikalar, büyüme oranımızı potansiyelimizin üzerine çıkardıkça, ithalat ihtiyacımızı artırıyor. Ayrıca, riskimiz arttığı için daha yüksek maliyetle borçlanıyoruz. İhracat ile ilgili kısım ise asıl olarak üretken ve verimliliği artıran alanlara yeterince yatırım yapmamakla ilgili. Aksine inşaatı çok özendirdik. Mesela rant vergisi koyabilirdik; yapmadık. Öte yandan, döviz geliri olmayanların döviz cinsinden borçlanmalarını küresel krizden sonra kolaylaştırdık. Doğru yönde düzenlemeleri ancak Mayıs 2018’de yaptık.

MERKEZ BANKASI

Siz hem ekonomist hem Merkez Bankası uzmanısınız; Merkez Bankası’nın rezerv durumu nedir? Düşük rezerv kriz habercisi mi?

Ekonominin içinde bulunduğu koşullara bağlı. Ekonominizde önemli kırılganlıklar yoksa ve ileriye ilişkin güven veren düzgün ekonomi politikaları uyguluyorsanız, döviz rezervinin düzeyi pek önemli olmaz. Elbette kredi notu ve borç veren kurumlar dış borç ödeme kapasitenizi değerlendirirken rezerv düzeyine bakıyorlar. Ama sonuçta sözünü ettiğim koşullarda pek göze batmaz, değil ki krizin habercisi olsun.

Ekonominiz kırılgansa, bu durumda rezervlerinizin düzeyini göze batırmayacak politikalar izlemelisiniz. Bunların başında da son bir buçuk yılda yaptıklarımızı yapmamak geliyor.

Merkez Bankası’nın bağımsız olup olmaması, ekonomiyi nasıl etkiledi, nasıl etkiliyor?

Bağımsızlık elbette çok önemli. Türkiye’nin risk primini düşürür. Ancak diğer politikalar kırılganlıklar yaratıyorsa, bağımsızlık tek başına bir işe yaramaz.

ÇIKIŞ ZOR DEĞİL

Çıkış için gerekli iktisat politikaları nelerdir?

Çıkış zor değil. Önce mevcut yangını söndürmek gerekiyor. Birincisi, kararlı olunduğunu herkese göstermek gerekir. MB faizi belirgin biçimde artırmalı. Bunun yolu da tek bir faizden piyasayı fonlamaktan ve o faizi de yüksek tutmaktan geçer. Aksine davranışlar, faiz yükseltmek için gönülsüz olunduğu algısını doğurur; yangını söndürmek zorlaşır.

İkincisi, kamu bankalarından çok hızlı kredi artışına gidilmesi uygulamasından vazgeçmeli. Özel bankaları da kredi artışına gitmeye zorlamak uygulaması terk edilmeli. Bu çerçevede, piyasa dengelerini bozan ve finans sisteminin sağlığı açısından iyi olmayan “aktif rasyosu” denilen uygulamaya son vermek gerekir.

Üçüncüsü, döviz rezervlerini eriterek dövize müdahale politikası terk edilmelidir. Ekonomisinde kırılganlıklar varsa, faizi enflasyonun altında tutarken, bol bol kredi açılmasını özendirirken/zorlarken, döviz kurunu sabite yakın bir düzeyde tutmayı bugüne kadar hiçbir ülke başaramadı, başaramaz.

Dördüncüsü, rezervinizi yükseltecek ve azımsanmayacak bir dönem için döviz temin edilmesini sağlayacak uluslararası anlaşmalar için görüşmelere başladığınızı duyurmak iyi olur.

Sonra da bir daha bu sorunlar yaşanmasın diye adımlar atılmalı: MB ve BDDK bağımsız olmalı. Kamu bankalarının sermayeleri güçlendirilmeli. Tüm bankalarda artacak geri dönmeyen kredi probleminin çözümü için şimdiden kolları sıvamalı. Döviz geliri olmayanların döviz cinsinden borçlanmalarını zorlaştırmalı.

Ve birkaç reform: Öncelikle adil bir hukuk sistemi ve bağımsız bir yargı oluşturulmalı. Liyakata dayalı atama sistemi geliştirmeli ve uygulamalı. Arazi rantı vergilendirilmeli. İhale kanunu değiştirilmeli. Daha nitelikli öğretmen ve öğretim üyesi yetiştirecek adımlar atılmalı. Prof. Dr. Mustafa Özcan ile yaptığınız söyleşi bu açıdan ufuk açıcı. Öğretim üyeleri kısmı için Dünya gazetesinde ara sıra bazı önerilerde bulunuyorum (mesela 21 Temmuz).

PROF. DR. FATİH ÖZATAY KİMDİR?

2001’de TCMB Başkan Yardımcılığı görevini üstlenen Prof. Dr. Fatih Özatay, 2006’dan bu yana TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi İktisat Bölümü öğretim üyesidir. “Parasal İktisat: Kuram ve Politika” ile “Finansal Krizler ve Türkiye” adlı kitapları var. Dünya Gazetesi’nde ekonomi yazıları yazıyor.

YORUMLAR (19)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.