Unuttuğumuzu unutmanın hikayesi...

“Kut-ül Amare zaferi, Türkiye'de 1952 yılına kadar Kut Bayramı olarak kutlanmaya devam etti. Ancak Türkiye'nin NATO'ya üye olmasının ardından İngilizler, bayramın kaldırılması için baskı yaptılar. Baskılar üzerine de Türkiye, bayram kutlamasına son verdi. İngilizlerin baskısı o kadar yoğundu ki Kut-ül Amare zaferi ve Kut Bayramı'na yönelik tarihi bilgiler, okullardaki tarih kitaplarından bile silindi.”

Bu aralar TRT’de dizisi oynayan Kut-ül Amare Zaferi ile ilgili neredeyse bütün popüler kitaplarda, haberlerde, köşe yazılarında, yıldönümü nedeniyle kuşe kağıda basılmış bol fotoğraflı hatıra kitaplarında, haberlerde, konferans konuşmalarında herkesin en az bir kere duyduğu bir klişe bu.

Bunu ilk kimin söylediği, bilginin kaynağı ise meçhul.

İnternette 1930’dan itibaren sayıları okunabilen Cumhuriyet yada 1950’den itibaren sayfalarında arama yapılabilen Milliyet’in arşivlerinde Kut Bayramı, Kut Günü kutlaması gibi bir habere ya da cümleye rastlanmıyor.

İnternette yapılacak bir aramada karşınıza çıkacak en eski kaynak ise 2012 yılında çıkmış bir köşe yazısı. Burada da herhangi bir kaynağa, belgeye atıf yapılmamış.

https://www.yenisafak.com/yazarlar/suleymangunduz/ktul-amare-zaferi-32162

2014’den itibaren ama özellikle 100. Yılının kutlandığı 2016’da Kut’ül Amare üzerine yapılan etkinliklerin, haberlerin, yazıların pek çoğunun adı “Unutturulan Zafer”di. Ve her konuşmada ve yazıda da muhakkak Kut Bayramı’ndan, NATO’ya girerken bu bayramı kutlamaktan nasıl vazgeçtirildiğimizden bahsedildi. Tartışmalı olan tek konu kimin zamanında bu zaferin bize ‘unutturuldu’ğuydu.

Google’da bu meseleyi araştıranların ilk karşısına çıkacak olan “İngilizler rica etti, Kut’ül Amare kutlamalarını o kaldırdı” başlıklı ve bir Menderes resmiyle açılan Hürriyet haberi, herhalde bu karşı salvolardan biri olarak üretildi. Ama o haberin kaynağı da “Tarihçiler” diye adları belli olmayan görünmez varlıklardı.

http://www.hurriyet.com.tr/ingilizler-rica-etti-k-tul-amare-kutlamalarini-o-kaldirdi-40097407

Ama bu konferanstaki konuşmacı haberdekinden daha da iddialı konuşmuştu:

“Kut-ül Amare Atatürk’ün sağlığı döneminde bir zafer olarak her yıl kutlanmıştır. 1952 yılına kadar, o yıl NATO’ya girdik, İngilizleri darıltmamak adına Demokrat Parti tarafından Zafer Bayramı olarak kutlanması iptal edildi. Şimdi çok konuşuluyor ya Kemalistler onu yaptı diye 1952’ye kadar kutlanırdı.”

http://www.milliyet.com.tr/kut-ul-amare-ve-ataturk-buyukcekmece-istanbul-yerelhaber-1346593/

2016 yılındaki 100. Yıl kutlamaları için Cumhurbaşkanlığı’nın bastığı, içinde arşivlerdeki Halil Kut Paşa ve Kut’ül Amare Zaferi ile ilgili bütün yazışmaların ve belgelerin olduğu kitapçığın önsözünde de bu klişe tekrarlanmış.

Ama ne ilginçtir ki kitabında içinde 1952’ye kadar kutlanan Kut Bayramı hakkında tek bir belge, fotoğraf, yazışma ya da not yok. Ama bu çok kapsamlı kitabı hazırlayan Başbakanlık arşivlerinden tarihçi Muzaffer Albayrak, önsözde bu kutlamaların NATO’ya girerken 1952 yılında İngilizlerin isteğiyle kaldırıldığı iddiasının başına “bir rivayete göre” notunu düşmüş.

Kutlamalarla ilgili arşivlerden herhangi bir fotoğraf, haber, belge çıkmayınca, bu kez kutlamaların her 29 Nisan’da ordu içinde, dışarıya kapalı etkinlikler olarak yapıldığı iddia edildi.

Ama örneğin 2016 yılında yine 100. Yıl kutlamaları çerçevesinde Harp Akademileri Komutanlığı’nın düzenlediği “Kutu’l Amare 1916” sempozyumunda da Kut Bayramı ve ya bu kutlamaların kaldırılması hakkında herhangi bir bilgi, belgeden bahsedilmedi, bu konuda bir tebliğ sunulmadı.

Tam tersine sempozyumda Çankırı Üniversitesi öğretim görevlilerinden Ahmet Özcan’ın tebliği tam da Kut Bayramı ve NATO üyeliği sırasında kutlamaların bitirildiği iddialarının kaynağını araştırıyor ve sonucunda da şöyle diyordu: “Kutü’l Amare zaferi kutlamalarıyla ilgili söylenenleri destekleyecek argümanlar zayıftır... Bu zaferin kutlandığı belirtilen yıllarda kutlanması pek mümkün görünmemektedir. Kutlanmış olmasıyla ilgili en iyi ihtimal, bu cepheyi görmüş, romantik askerler ve muharipler derneği gibi resmi olmayan grupların bir faaliyeti olmasıdır. Ayrıca askeri okullarda harp tarihi çerçevesinde ilgili günde bir anma, sunum vb. şeyler yapılmış olabilir.”

Özcan’ın tebliğinde herhalde Harp Akademileri’nde sunulduğu için daha fazla açamadığı esas kritik cümle “Kutlandığı belirtilen yıllarda kutlanması pek mümkün görünmemektedir” cümlesi.

Halil Kut, Enver Paşa’nın amcası. Ama Enver Paşa’dan iki yaş küçük. Enver Paşa’nın dedesi Hafız Kamil Efendi, ilerlemiş yaşında ikinci kez evlendiğinde doğan altı çocuğundan biri Halil Paşa, Mustafa Kemal Atatürk’le Harbiye’de devre arkadaşlığı yapmış, Makedonya’da eşkıya takibi ve imhasından sorumlu olmuş, 1908’den önce İttihatçılar tarafından görev yaptığı Yıldız Sarayı’nın takibiyle görevlendirilmiş, hatta Abdülhamit’e suikast planı yapmış inanmış bir İttihatçı askerdi.

Kut Bayramı adını ilk kullanan da o. 29 Nisan 1916’da İngiliz birliğini teslim aldıktan sonra başında olduğu 6. Ordu’nun bütün birliklerine gönderdiği genelgenin sonunda şöyle demişti:

“Bugüne Kut Bayramı adını veriyorum. Ordumun her ferdi, her yıl bugünü kutlarken, şehitlerimize Yasinler, Tebarekeler, Fatihalar okusunlar. Şehitlerimiz yüce hayatlarında, semavatta kızıl kanlarla uçarlarken, gazilerimiz de istikbaldeki zaferlerimizle gururlansınlar.”

Fakat, istikbalde beklenen zafer gelmedi.

Kut Zaferi’nden sonra Bağdat’a dönen Tuğgeneral Halil Paşa, Altıncı Ordu içindeki Alman subaylarla bundan sonraki harekat stratejisi hakkında anlaşmazlıklar yaşadı. Onların dediklerini dinlememeye başlamıştı.

Osmanlı ordusundaki en yüksek rütbeli Alman general Limon Von Sanders, “Türkiye’de Beş Yıl” adlı hatıratında yer alan Kut Zaferi’nden dört ay sonra 11 Temmuz 1916’da yazdığı raporunda o yüzden Halil Paşa’dan iyi bahsetmez:

“Irak’taki 6. Ordu’da hiç aklı başında bir sevk ve idare yok görünüyor. Halil Paşa, ordu kumandanın da başka her şeye benziyor. Kutülamare başarısından sonra İngilizlere Felahiye’de saldırıp onları Irak’ın en azından bir kısmını tahliyeye mecbur etmek yerine çok nüfuzlu, akıllı ama çok entrikacı ve pek Alman dostu olmayan İhsan Paşa’nın Hanikin üzerinden Kermanşah’a doğru ilerlemesine ve az sayıda taburla birkaç Rus süvari alayına karşı Türk basını tarafından çok şişirilen ucuz bir zafer elde etmesine izin verdi. İran’a karşı yapılan bütün harekat boşundaydı... halkı güvenilmez ve asker olmayan İran’a yapılmasına niyetlenilen baskının Dünya Harbi’nin gidişatına en ufak bir katkısı olmazdı.”

Burada bahsedilen İhsan Paşa ise savaşta tarafsız olan İran’a gönderilen 13. Kolordu komutanı Ali İhsan Sabis Paşa. Taa bu yıllarda Halil Paşa ile aralarında başlayan çekişmeler, 1940’li yıllarda mahkemelerde karşı karşıya gelmelerine neden olacaktı.

Ama ona gelmeden Kut’ül Amare Zaferi’nden sonra Halil Paşa’nın başına gelenleri özetleyelim.

Sanders’e göre Türklerin, Türk kaynaklara göre Almanların isteği olan İran’a aktarılan birliklerle zayıflayan Irak cephesinde, dokuz ay sonra 23 Şubat 1917’de Kut İngilizler tarafından yeniden ele geçirildi. 11 Mart 1917’de ise Bağdat düştü.

Yani daha yıldönümü gelmeden ortada kutlanacak bir Kut Bayramı kalmamıştı.

Halil Paşa, 1918’de artık savaşlarla mevcudu azalan 6. Ordu’dan, Gümrü’deki yeni kurulan Şark Ordular Grup Komutanlığı’na atandı. Buradaki görevi de Azerbaycan’dan Basra Körfezi’ne ilerleyerek Irak’taki İngilizleri kuşatmak gibi epey imkansız bir görevdi.

Ama bunun için ilk adım olarak 15 Eylül 1915’de askerleriyle Bakü’ye girdi. Fakat 27 Ekim 1918’de Osmanlı’nın savaşta yenilgiyi kabul edip imzaladığı Mondros Ateşkes Anlaşması’nın maddelerinden biri Kafkasya’nın boşaltılmasıydı ve Halil Paşa da Gümrü’den İstanbul’a döndü.

Onun dönmesinden kısa bir süre sonra İngilizler İstanbul’u işgal ettiler.

2 sene önce Irak’ta biri general ve 13 bin İngiliz askerini esir almış, Halil Paşa, İstanbul’da ellerinde düştüğü İngilizler tarafından tutuklandı. Divan-i Harp Mahkemeleri’ndeki suçlamalardan biri de Irak’ta iki İngiliz subayı öldürmek ve diğer İngiliz subaylara kötü muamele ettiği iddiasıydı.

Kahraman olarak gazetelerde adından bahsedilen İstanbul’da bir yıla yakın hapis yattıktan sonra, İttihatçı Karakol cemiyeti fedaileri tarafından hapishaneden kaçırıldı. Anadolu’ya gidip Milli Mücadele’ye katılmak istiyordu. Sivas’a gidip Mustafa Kemal Paşa ile görüştü.

Fakat Mustafa Kemal Paşa, hem Milli Mücadele’nin İttihatçı bir hareket gibi görünmesini istemiyordu, hem de Batum’da bekleyen Enver Paşa’nın ne yapacağından endişeliydi. Halil Paşa’ya da “Enver Paşa ortaya çıkarsa ne yaparsın” diye sormuştu. Mustafa Kemal’in endişelerini anlayan Halil Paşa “Senin gönlün rahat etsin” diyerek ona verilen bir nevi uzaklaştırma olan Doğu Cephesi’ndeki diplomatik göreve gitmişti.

Bu görevde Sovyetlerle ilişkiye geçerek, Milli Mücadele’ye silah gönderilmesini sağlamış, Sovyetlerle stratejik iyi ilişkiler için Bakü’de, Mustafa Suphi gelinceye kadar İttihatçı olduğu anlaşılmayan sahte bir Türk Komünist Fırkası’nın kuruluşunda yer almıştı.

Ama Milli Mücadele’ye bu hizmetleri bile Mustafa Kemal Paşa’nın gözünde onun Enver Paşa’nın amcası bir İttihatçı general olması gerçeğini değiştirmedi. 1921’de Moskova’da hastalandığında, doktorların tavsiyesiyle Trabzon’a gelip, yıllardır görmediği ailesiyle bir araya gelmiş ama bu saadet kısa sürmüştü. Çünkü Ankara’dan “Trabzon’da ikametine izin verilmediği” uyarısı gelmişti.

O sırada Enver Paşa, Batum’da ordusuyla bekliyordu ve Halil Paşa’nın da aynı anda Trabzon’a gelmesi şüpheli bulunmuştu.

Tekrar Moskova’ya döndü. Ama Enver Paşa’nın Tacikistan’da Rus kuvvetlerine karşı başlattığı savaşta şehit olmasından sonra orada da daha fazla kalamadı. Yine Türkiye’ye dönmek istedi. Kazım Karabekir’in yine kişisel olarak araya girip “Sakin bir hayat yaşayacak” teminatı, Ankara’yı yine ikna etmedi. ve diğer pek çok İttihatçı gibi o da Berlin’e gitti.

Bu kez de Berlin’de İttihatçı liderler Ermeniler tarafından öldürülmeye başlanmıştı. Yine araya giren isimler bu kez Berlin’de bir suikasta kurban gidebileceğinden duydukları endişeyle Mustafa Kemal’i ikna etmeye çalıştılar. Artık İzmir düşman işgalinden kurtulmuştu. Enver Paşa tehlikesi ortada yoktu. Bu kez izin çıktı ve 1922’de Ankara’ya geldi, Çankaya Köşkü’nde Mustafa Kemal ile görüştü. Atatürk, Harbiye’den devre arkadaşı Halil Paşa’ya “Hayatta serbest kalmasının daha uygun olacağını” söyledi.

Böylece Halil Paşa 41 yaşında ordudan emekli oldu. Halil Kut olarak 1957 yılına kadar sürecek inziva hayatına çekildi. Soyadını Atatürk’ün verdiği iddiasını doğrulayan bir bilgi de yok. Kut zaferi nedeniyle soyadını kendisi seçmişti. Atatürk’le son karşılaşması ise Çankaya’daki bir sofrada olmuş ve gece nahoş bitmişti.

Milliyet gazetesinde hatıralarını yayınlayan Kılıç Ali’ye göre iki devre arkadaşının karşı karşıya geldiği gece epey hararetli geçmişti:

“Ne kadar yıllardan sonra bir akşam misafirler arasında Halil Paşa da vardı. Atatürk kendisine hitaben, ‘Halil Paşa, Halil Paşa. Selanik2te üzerine aldığın vazifeyi yapamadın ve yapamazdın da. Çünkü buna müsaade edemezdim’ diyerek, kendilerine yapacak suikastı telmih ettikleri zaman Halil Paşa Atatürk’ün eline sarılarak, “Paşam hakikaten yaptırmazdınız, biz de yapamazdık, diye ellerine öpmekten başka verilecek bir cevap bulamamış, o gece fena bir vaziyette kalmıştı.”

Halil Kut Paşa, gazetede yayınlanan bu anıları okuyunca Milliyet gazetesine bir tekzip gönderdi:

“Atatürk’ün Kılıç Ali Bey’in yazdığı gibi, itham tarzındaki sözlerine ben red ile mukabele ettim. O gece, iktidar mevkiine geçtiğinden beri, devamlı tutturduğu bu muhayyel suikast ithamını ne kabul ne de el öpme vardır.”

Daha sonra o geceyi son dönemlerinde yanında olan Dr. Necdet Özgelen’e ise şöyle anlatmıştı:

“Atatürk ‘Sen beni öldürecektin, korktun, onun için öldüremedin’ dedi. Ben de ‘Ben hiçbir şeyden kormuş değilim, seni öldürmeye de gelmedim. Ama karar verseydim, öldürürdüm. Niye korkayım. Benim ne derece nişancı olduğumu sen de bilirsin” dedim... Ama o gece çok korktum. Bir kaş göz işareti yapsa Kel Ali ordaydı, Kılıç Ali ordaydı, aniden öldürürlerdi beni. Ama en ufak şüphede Atatürk’ü öldürecektim, Cebimde tabancam hazırdı.”

Atatürk’le bir daha hiç görüşmediler. Ölümüne kadar gazeteler Halil Kut Paşa’dan bir kaç defa da hakkında çıkan haberlere gönderdiği tekzipler sayesinde bahsettiler. Tekziplerden birinde adı “Kutülamere kahramanı” diye geçmekteydi.

20 yıl sonra hala hayatta olduğundan ise 1943 yılında açtığı ve hakkında açılan bir dizi dava sayesinde haberdar olundu.

Davalar Kut’ül Amare Zaferi’ni kazanan iki komutan arasındaydı. Cepheden sonra mahkemede karşılıklı açtıkları hakaret davaları sayesinde bir kere daha karşı karşıya gelmişlerdi.

Ali İhsan Sabis Paşa, Halil Paşa gibi Milli Mücadele sırasında Birinci Ordu Komutanı iken Atatürk’le ters düşünce 40 yaşında erken emekli edilmiş paşalardandı. O da yıllarca köşesine çekilmiş, adı unutulmuş, Nutuk’ta Atatürk’ün onu yerdiği sayfalara da hiç ses çıkarmadan yaşamıştı.

Sessizliğini 1943 yılında Harp Hatıralarım adlı anılarıyla bozdu. Kitap önce gazetede yayınlandı. Yıllarca sessiz kalmış bir komutan içini dökerken, kalemi silah gibi kullanmıştı. Birinci Dünya Savaşı, İstiklal Harbi ile ilgili pek çok kişiyi hedef almıştı. Hedefindeki isimlerden biri de Halil Paşa’ydı.

Kitapta Ali İhsan Sabis Paşa, Limon Von Sanders’in hatıratındaki Halil Paşa’yla ilgili paragrafı aynen koymuştu. Halil Paşa’nın açtığı hakaret davasının birinci gerekçesi buydu. İkincisi ise Sabis Paşa’nın sert Enver Paşa eleştirilerindeki şu bölümdü:

“Her zaman olduğu gibi, iş başında bulunanların ben yaparım, ben düşünürüm, ben bilirim, kimseden akıl öğrenmek istemem, zihniyeti, haset, kin ve çekememezlik ve sade ben yapayım hisleri başka kıymetlerin, de mevcut olduğunu, bunlardan iyi kötü istifade etmek lazım geldiğini düşünmeye vakit bırakmıyordu ki.. Bir zaman geldi, biz harbe girdikten sonra Enver Paşa, yanında bir parça aklı başında kendisini ikaz edebilecek şahsiyetleri birer birer uzaklaştırdı...Amcasına, kardeşine vs kabiliyetlerinin çok üstünde rütbeler, makamlar vermekle beraber diğer iktidar ve liyakat sahiplerini büsbütün körleştirmez ve mahvetmezdi.”

Burada amcadan kasıt Halil Paşa’ydı. Kitapta Sabis Paşa, Halil Paşa’nın Kut Zaferi’ndeki rolünü küçümseyen ifadeler kullanmıştı.

Hakaret davasında Sabis Paşa beraat etti.

Bu kitaba yönelik Halil Paşa’nın 27 Eylül 1943’te Tanin gazetesinde yazdığı “Hem hırsız hem yalancı bu Ali İhsan Sabistir” başlıklı, başlığından içeriği tahmin edilebilecek sert yazıyı bu kez Sabis Paşa dava etti. Bu davadan Halil Kut Paşa’ya daha sonra ertelenen 4 ay hapis cezası çıkmıştı.

Kut Zaferi’nin kahramanlarından Ali İhsan Sabis Paşa ise bu kadar ucuz kurtulamayacaktı. Soyadını Irak’da İngilizlere karşı zafer kazandığı bir cepheden alan Paşa, İkinci Dünya Savaşı yıllarında, birinc,i Dünya Savaşı’nda pek hoşlaşmadığı Almanların İstanbul’da yayımlanan bir propaganda gazetesi olan Turkish Post’un genel yayın yönetmenliğine getirilmişti. Ve buradan hükümetin savaş politikalarını eleştiren, Alman yanlısı yayınlar yapmaktaydı. Bu arada anıları yüzünden de Falih Rıfkı Atay’dan Kazım Özalp’a kadar pek çok isimle davalık olmuştu. Savaşı Almanların kaybetmeye başlaması ve Türkiye’nin Almanya’ya karşı pozisyon almasından sonra hayat onun için zorlaştı. Önce kitabı hakkında toplatma kararı çıktı.

1944 yılında bir gün postaneden siyasileri eleştiren mektuplar gönderirken suç üstü yakalandığı haberleri yayınlandı. Hakkında hem tehdit hem de “milli menfaatlere aykırı yayınlar yapmak”tan dava açıldı ve bu davalardan hapis cezası aldı. Cezası Askeri Yargıtay’da bozulmasına rağmen, 1947’de yeniden onaylandı. Ve 65 yaşındayken hapse girdi. 15 ay hapis yattı. 1957 yılında hayatını kaybetti.

Halil Kut Paşa ise 1950’lar boyunca, Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa’nın silah fabrikasında müdür olarak çalıştı. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün eski paşalara destek olmak için bulduğu Merkez Bankası murakıbı olarak Türkiye’yi dolaşıp, banka şubelerini denetledi. 1945’den sonra kurulan yeni partilere katılmayacak mısınız sorularına “Benim partim var, İttihat Terakki” diyecek kadar sağlam bir İttihatçı olarak yaşadı. Bektaşi’ydi. Dini inançları Harp Okulu’nda din dersinden kalacak kadar zayıftı. En büyük masrafı içki ve sigarıydı. O da 1957’de sessizce hayatını kaybetti. Yahya Efendi’de gömüldüğü mezar iki oğlunun da ölümünden sonra kaybolmuş, daha sonra bulunup üzerine bir kitabe yazılmıştı.

Yani iki paşanın hikayesi ömrü hayatlarında Kut Bayramı diye bir bayram kutlanmış olmayacağının en büyük kanıtı.

Kut Zaferi’ni kimse bize unutturmadı. Biz, Birinci Dünya Savaşı’nda büyük yenilgiler aldığımız Irak ve Suriye cephelerini tümden unutmayı seçtik. Cumhuriyet kadroları da hem bu felaketin sorumlusu hem de rakip olarak gördüğü İttihatçıları tarihten silmek istemişti.

Halil Paşa ise İttihatçılıktan vazgeçmemiş, siyasi ihtirasları olmamış, ne Kemalistlerin ne dindarların kahraman yapmak isteyeceği türden nev-i şahsına münhasir bir karakter olarak yaşamıştı.

Bütün bu yenilgiler içinde büyük bir zafer kazanmış bir paşa da karmaşa içinde unutulup gitti.

Herhalde, zaferin yüzüncü yıl dönümünde, neden 99 yıl boyunca bu zaferi unuttuk sorusuna adam akıllı bir cevap bulmak yerine, birinin aklına olsa olsa birilerinin bunu bize özel olarak unutturduğu açıklaması geldi.

Batı’yla, NATO’yla kavgalı zamanlardı, NATO’ya Sovyetler bizden toprak istediği için 3 kere başvurudan sonra, zorla girdiğimizi, yıllarca güvenliğimizi NATO çerçevesinde inşa ettiğimizi de nasıl olsa unutmuştuk.

Herkes fazla kurcalamadan Kut Zaferi’nin bize unutturulduğunu hatırlayıverdi. Böylece unuttuğumuzu unutmuş olduk. Unuttuğumuzu hatırlamanın da kimseye bir faydası yoktu.

Zaten bu yazı da kimsenin bir işine yaramayan gerçekleri hatırlamak isteyenler için yazıldı...

YORUMLAR (29)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
29 Yorum