Bizim evin hikayesi
"Bu adam benim babam” cümlesiyle başlayan güzel bir türkü vardır. Zannediyorum Fatih Kısaparmak’ın. Fakat türkü benim kulağımda Ahmet Kaya’nın sesiyle kalmış.
Tabii ki benim babam, türküde tarif edilen babadan farklı.
Ama ben de babamdan bahsettiğim zaman türküdeki kadar çilekeş, türküdeki kadar fedakar bir babadan söz ettiğimden emin olarak bahsederim.
Babam, Müftü İsmail Cömert’e emeklilik yıllarında hatıralarını yazmasını ben tavsiye ettim.
İlk okuyucusu benim. Evvela yaşarken okudum.
Ben ilk okula giderken babam da Yüksek İslam enstitüsüne gidiyordu.
Biz iki kardeştik, kardeşim Ayşenur’la ben.
Anneciğim Havva Hanım bizim başımızdaydı. Babam evden çıkıp okula gidiyordu. Ben de öyle.
Babam, anneciğimle birlikte o yokluk günlerinde bizi ve daha sonra doğan kardeşlerimi, Canan’ı, Berat’ı, Betül’ü ele güne muhtaç etmeden büyüttü, yetiştirdi.
O yıllardan itibaren ben evden uzaklaşıp üniversiteye gittiğim yıllara kadar her şeyi birlikte yaşadık.
Babamın arkadaşlarının hemen hepsini tanıdım. Hiçbirini unutamam. Hüseyin Tural’ı... Çocukluk resimlerimin çoğunu Hüseyin Amca çekmiştir. ‘Amca’ dediğime bakmayın Türkiye’deki en iyi Arap dilbilimcilerden biridir. Rahmetli Hasan Özdin’i, Fazlı Can Hoca’yı, hac esnasında vefat eden merhum Nizamettin Şahin Amca’yı, babamla birlikte Üsküdar’daki Şeyh Mustafa Devati
Camii’nde imamlık yapan, ilk tanıştığımız yıllarda yeni yeni hat meşk etmeye başlamış olan üstat Hasan Çelebi’yi, daha nicelerini...
Bunların içinde evimize misafir olmayan, rahmetli anneciğimin sofrasına iştirak etmeyen, çayını kahvesini içmeyen hiç yoktur.
Babamların kuşağı benim hayranı olduğum bir kuşak.
Bugünkü kuşaklara okumayı cazip kılan ödüllerin hiç biri olmaksızın, pervanenin ışığa koşması gibi Kur’an-ı Kerim’i okumaya, öğrenmeye koştular. Büyük bir yoksulluk içindeyken.
Yine bu adamlar, Cumhuriyet’ten sonra köyde veya kasabada çocukluğunu yaşayıp, hatırı sayılır bir ilme sahip olduktan sonra devletin okullarında tahsillerini ikmal etmeye teşebbüs eden ilk kuşak.
Medrese usulüyle sağlam bir hafızlık, sağlam bir Arapça, sağlam bir kıraat ve bulabildikleri hocalardan dini ve dini olmayan ilimler öğrendiler.
Bu kuşağın talebeleri, İmam-Hatip’te okudukları sırada bazı dersleri hocaları kadar veya onlardan iyi biliyorlardı.
Gerek köy okullarında gerek İmam-Hatip’te, Yüksek İslam Enstitüsünde çok kıymetli hocalarla tanıştılar.
Düzce’deki Hafız Hasan Hoca -ki ahir yaşında tanışmak, elini öpmek bana da nasip oldu- Şükrü Gündoğdu Hoca -ne yazık ki tanımadım sadece babamla birlikte Düzce şehir mezarlığında kabrini ziyaret ettim- Sünen-i Müslim’in mütercimi Ahmet Davutoğlu Hoca, Mahmut Bayram Hoca, Mehmet Sofuoğlu, Mahir İz, Zekai Konrapa ve diğerleri bu genç insanlara hem ilim hem bir hayat tecrübesi aktardılar.
Babamın hikayesi, Trabzon’un Şalpazarı ilçesine birkaç kilometre mesafede, dağın başında bir köyde yoksulluk ve cehaletin en derin yerinde doğup çok zor şartlarda hatırı sayılır bir resmi ve gayrıresmi tahsili ikmal ederek sonunda orta halli bir bürokratik hayatın içine kendisini atmayı başaran bir çocuğun hikayesidir aynı zamanda.
Son okumalarım sırasında, babamın İl Müftülüğü döneminde maruz kaldığı işlerin ne kadar yıpratıcı, ne kadar ilimden, nezaketten uzak, olduğunu bir kez daha gördüm.
İçlerinde benim babamdan uzakta, Ankara’da mukim olduğum için yeterince vakıf olmadığım, güdümlü, kötü niyetli teftiş hikayeleri de vardı.
Cami dernekleri, Enstitü, Kur’an kursu derneklerinin ve bu camiadaki daima dediklerini yaptırmak isteyen siyaseten de daima arkaları sağlam olan adamlarının teberru, kurban derisi, para, pul mücadeleleri ve bir müftünün uğraşmak zorunda kaldığı bir sürü aslında lüzumsuz, angarya kabilinden iş.
Bir aklı selim sahibi devletlu bu işleri sefaletten çıkaracak, ilim erbabı müftüleri de bu angaryalardan kurtaracak bir tedbir alır mı bilmem.
Bu işlerin babamı çok üzdüğünü ve meslek hayatının lezzetini kaçırdığını en çok bu hatıralarda fark ettim. Ve ben de üzüldüm.
Bu hatıraların içinde kardeşler, hepimiz varız. Yani bizim evin hikayesi.
Ama hepimizden en çok annem var.
Yoklukları, yoksullukları evvela annemle paylaştılar ve çoğu bize düşmedi, anneme düştü.
Ömrümüz gurbette geçti ve gurbeti de annemle paylaştılar.
Anneciğimin, tam oturup dinleneceği, sakin sakin emekliliği yaşayacağı bir zamanda o amansız hastalığa yakalanarak Rahmet-i Rahman’a gitmesinin beni ve bütün kardeşlerimi nasıl sarstığını, nasıl üzdüğünü yazı ile, söz ile ya da başka bir yolla anlatamam.
Babam hatıralarını yazıp bitirip bana teslim ettikten sonra ara sıra bana “Kitabımı ne yaptın?” diye çok nazik bir lisanla soruyordu.
Biraz uzun sürdü. Ama sonunda tamamladık.
Adını ‘Hayat Defteri’ koyduk.
Hayat Defteri, sadece babamı değil, hocalarıyla, talebeleriyle, güzellikleriyle, faziletiyle bir kuşağı anlatıyor.
İlgilisi için güzel bir eser, güzel bir hatıra olduğunu düşünüyorum.
İyi okumalar diliyorum.