Görüşler

Ali Bayramoğlu yazdı: Bu topraklarda demokrasi bir hayal mi?

Ali Bayramoğlu yazdı: Bu topraklarda demokrasi bir hayal mi?

Ali Bayramoğlu, Türkiye’deki “seküler ve dindar-muhafazakâr cemaatlerin” ilişkileri ışığında Türkiye iç politikasının geldiği durumu değerlendiriyor.

Türkiye’nin toplum yapısı sert bir veridir. Yığma taş tekniğiyle yapılmış bir binayı andırır. Taşlar binayı ayakta tutarlar. Ama, iç içe geçmezler. Bu topraklarda her biri ayrı bir toplumu andıran kültürel, yerel, etnik farklı topluluklar yan yana yaşar. Ortak öyküleri elbet vardır. Ne var ki, varlıklarını, pazarlar ve ödevler dışında, fazla temas etmeden, farklı ve ayrı cemaatler halinde sürdürürler.

Bu topluluklar içinde iki büyük kesim, “dindar-muhafazakâr” ve “seküler-laik” cemaatler 150 yıldır, gerek varlıkları gerek ilişkileriyle belirleyici rol oynarlar. Bu iki büyük cemaat birbirlerini yaşam biçimlerine tehdit olarak görür, uzlaşmaz iki değer sistemini temsil ettiklerini düşünürler. Kah iktidar, kah siyaset, kah gelenek üzerinden kendi alanlarını ötekinin aleyhine, keyfi biçimde genişletmeye çalışırlar. Bu iki farklı tasavvur bu yolla ve birlikte, siyasi ruhumuza yıllar yılı cemaatçi bir siyasi kültür zerk etmişlerdir. Kimlikçi algılar, keskin doğrular, bu nedenle biraz da kader gibi, siyaset anlayışımızın temelini oluşturur.

Çatışan, karşılıklı kimlikçi hamlelerle konuşan bu iki topluluk arasındaki ilişki eşitsizdir ve kuvvet unsuruna dayalıdır. Kemalizm örneğinde olduğu gibi denge, bir topluluğun diğeri üzerinde kuvvet yoluyla değer, hukuk, hak, imkan kullanma açısından egemenlik kurmasına dayanmıştır. 

Bu denge sistem açısından hassastır.

Nitekim ülkenin yaşadığı büyük krizler, önemli ölçüde bu cemaatler arasındaki kuvvet dengesinin bozulmasından kaynaklanacaktır. (27 Mayıs, 28 Şubat) Keza, tüm demokratik zıplamalar da, (Menderes ve Özal dönemi) başta bu iki kesim olmak üzere farklı topluluklar arasındaki temasların artması, özgürlük alanının genişlemesiyle yaşanmıştır.

Fakat bu açıdan hiç bir sayfa, 1990’ların ikinci yarısında açılana benzemez. 90’ların başında Berlin duvarının yıkılmasıyla gelen değişim rüzgarları, yeni ekonomik dinamiklerle iç içe girerek Türkiye’yi de etkiledi. Bu on yılların ortasına doğru farklı toplulukların siyasi davranış biçimleri değişmeye başlamıştı. İslami kesim merkez sağdan, Kürtler merkez soldan kopuyor, kimlik hareketleri dönemi açılıyordu. Kaldı ki, bu yeni zeminde Türkiye başka bir haraketlilik daha yaşıyordu. Ülkenin iki büyük kütlesinden biri olan, dindar-muhafazakar topluluk bir kabarma içindeydi, her açıdan sistemin merkezine doğru hareket ediyor ve yerleşik dengeleri sarsıyordu. Bu hareketlilikle sarsılan sadece kesimler arası dengeler değildi. İslami kesimde iç dengelerde de bir seyyaliyet vardı. Yeni politik ve ekonomik girdilerle muhafazakâr-dindar topluluk sınıfsal olarak da kımıldıyor, ekonomik ve kültürel unsurlar üst üste biniyor, İslami kesimde sisteme entegre olma, onu entegre olarak etkileme, bunu yaparken yerli ve evrensel değerleri iç içe sokma emareleri görülüyordu. Siyasi açıdan RP’ye yansıyan bu öykü, FP’deki yenilikçilerle biçim aldı, AK Parti’yle doruğa çıktı.

İddia yeni, devasa ve çarpıcıydı. Karşıt toplulukların birbirleriyle ve farklı değer sistemleriyle temas kurma, ortak bir alan oluşturma, demokrasi üzerinden topluluklar ötesi bir toplum üretme ve tarihi determinizmi yenme umudu ve iddiası...

Cumhuriyet tarihinin kaçınılmaz ve büyük kırılma anlarından birisiydi bu.

İddia hem cemaatler arası eşitlenmeyi hem bir sentezi vadediyordu. Muhafazakarları etrafında topladı. ANAP tarzı seküler muhafazakar temsili yapılar yerlerini adım adım bu dalgayı temsil eden AK Parti gibi dindar muhafazakar yapılara bırakmaya başladılar.

17-08/10/1108krr11a-1502388567.jpg

Laik-seküler kesimde ise iki eğilim ortaya çıktı. İlk eğilim güvensiz ve öfkeli olandı. Varoluşsal karşıtlığın yok olmayacağını söylüyor, sentez imkansızlığını ve gereksizliğini savunuyorlardı. Benim de aralarında yer aldığım diğer eğilimin sahipleri ise, Türkiye’de demokrasinin önkoşulunun iki Türkiye arasında geçişlerin olmasına dayanan yeni bir sözleşme olduğunun farkındaydı. Bu, riskli, zor iddia üzerinden tarihsel determinizme yönelen bir meydan okumayı sahiplendiler. AK Parti etrafındaki ittifak da bir dönem böyle oluştu. Sonrası malum, önce müthiş bir çıkış, sonra korkunç bir iniş yaşandı.

Peki bugün gelinen noktaya baktığımızda ne demeliyiz? Bu iddia iflas mı etti?

Yanıt için iki ayrı bakış mümkün. İlki, o günden bugüne yaşananları bütün olarak, bir “süreç” olarak ele almayı öngörür. İkinci bakış ise, gelinen siyasi noktadan, “sonuç”tan hareketle akıl yürütmeye davet eder. Doğru yöntem ise. sanırız iki açıyı kombine etmekten geçer.  Nitekim sonucun da sürecin de zıt görünen girdileri ters yüz edilemeyecek kadar kuvvetli olmuştur...

Bugün Türkiye, ne yazık ki, parti devleti görüntüsü taşıyan, çoğunlukçu, iktidarın kişiselleştiği, siyasi gücün tek elde toplandığı, bunların anayasa tarafından tescil edildiği bir liderlik düzenine sahip. Siyasi gücün tüm diğer aktör ve alanlar üzerinde denetimsiz ve mutlak hükümranlığını soluyoruz. Eleştirel düşüncenin basından sokağa kriminalize edildiği, demokrasi, siyaset, özgürlük alanlarının sistematik olarak daraltıldığı, dahası bu durumun ideal düzen olarak tanımlandığı bir evreden geçiyoruz. AK Parti’nin bugün geldiği durak “otoriter popülizm” durağı.

Bu tablo, şüphe yok ki, 15 yıl önce doğan sentez ve demokrasi iddiasının tam karşı kutbunu resmediyor. Esas açısından da durum doğal olarak aynı, AK Parti yönetimi iki büyük kesim arasında eşitlenmeyi sağladıktan sonra, onları demokratik köprülerle bağlamak, özgürlüklere dayalı bir sentez politikasını geliştirmek yerine bir kimlik siyasetini tercih etti. Velhasıl eski model değişmedi, sadece iktidar el değiştirdi.

Türkiye’nin yaşadığı büyük krizler önemli ölçüde ‘dindar-muhafazakar’ ve ‘seküler-laik’ kesimler arasındaki kuvvet dengesinin bozulmasından kaynaklandı.

Buna elbette, İslami hareketin iktidar deneyimi sırasında ürettiği, son şeklini FETÖ olarak alan büyük fiyaskoyu, sistem açısından etik, politik, hukuki, kurumsal ağır tahribatlara yol açan İslami kesim içi büyük iktidar kavgasını ve yol açtığı ağır otoriterlik baskısını da eklemek gerekir.

Geldiğimiz yer ya da sonuç bu. Bu sonuçtan yol çıkıldığında, iddia iflas etmiş görünür.

Ne var ki, son 15 yılın sosyolojik öyküsü pek çok kalıcı ve pozitif girdiyi de Türkiye’nin hesabına eklemiştir. Bunların en değerlisi toplumsal grupların içinde yaşanan değişimlerdir. Türkiye, bu süreçte, gelinen siyasi noktaya rağmen, toplumsal düzeyde yerli, dini ve modern değerleri aynı anda kuşatan bir doku ve kamusal alan üretti. İslami kesim kimliğini muhafaza ederek seküler dünyayla barıştı. AK Parti bu çerçevede İslami radikalizmin önüne dikilen tabiî bir engel, hatta dönüştürücü işlevini yerine getirdi. İslami siyaset geleneği evrensel deneyim ve kavramlarla tanışırken, laik kesimin ya da laikliğin demokratikleşmesi başka  baskın bir eğilim haline döndü. Laiklik merkezli rejim tartışmaları tarihe karıştı, laiklik meselesi ahlak ve değer tartışmaları mikro alana taşındı. Bunların tümü kırılan tabulara, şişeden cinlere işaret eder.

Bugün Türk mevzuatı medeni kanundan kamu hukukuna kadar Kopenhang kriterleriyle gelen reformların izlerini, hala taşıyor. MGK yönetmeliğinin değişmesi, DGM’lerin, özerk idari kurullardaki askeri üyeliklerin kalkması, EMASYA protokolünün ilgası, anayasa değişiklikleriyle siyaset yapma alanının genişletilmesi, başörtüsü yasağının ve Kürtçenin önündeki engellerin kalkması bu dönemde yaşandı. Barış süreci bu dönemde büyük bir tabuyu yıktı.

Süreç de böyledir.

İddia iflas etmiş midir?

Bu sürecin varlığı bile bize tersini söylüyor.

Geldiğimiz yer sonuç, sürecin girdilerini elbet gölgede bırakmakta, hatta ezip geçmektedir. İddia ölümcül bir yara almıştır buna şüphe yok. Ancak, gemiyi kayalıklara çıkaran, bu iddianın kendisi değildir, yanlış yönetim, yanlış tercihler, yanlış yöntemler, ataerkil eğilimler, eski takıntılar, şahsileşme ve siyasetin hükümranlığıdır.

İddianın iflas ettiğini kabul etmek, determinizme biat, toplumu red, demokratik mücadeleyi ve idealleri terk anlamına gelir.

İflas ancak yeni kurulan hegemonyanın kalıcı hale gelmesiyle gerçekleşir. Türkiye kaldığı yerden devam etme, silkinme fırsatı bulabilecek midir? Yoksa krizlere doğru, mevcut hegemonya düzeninde bir süre yol mu alacaktır?

Bugün soru budur.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir