Görüşler

Ali K. Metin yazdı: İmparatorluk nereye kadar?

Ali K. Metin yazdı: İmparatorluk nereye kadar?

‘Barbarlığın Şiiri’ kitabının yazarı Ali K. Metin “Amerikan imparatorluğunun çöküşüne ilişkin büyük iddialar ortaya atmak gerçekçi değil. Nefret gözümüzü kör etmemeli. İslam dünyasının yaşadığı trajedinin sebebi biraz da bu” diyor.

Amerika’nın imparatorluk vasfı ve dünya liderliği adına oynadığı rolün önümüzdeki süreçte giderek daha fazla sorgulanacağı anlaşılıyor. Aslına bakarsak bu yeni başlayan bir sorgulama değil; Vietnam batağına saplanmasıyla birlikte ABD, 1969 yılında açıklanan Nixon Doktrini’yle dünyadaki askeri nüfuzunu kısmaya yönelik ilk tavrını ortaya koyuyor. Dünyanın güvenliği adına üstlendiği askeri yükümlülüklerin kısıtlanması ve başka ülkelerle paylaştırılması yolunda yeni bir dış politikanın işaretlerini veriyor. Amerikan yüzyılı olarak değerlendirilen 20. Yüzyılın sonlarına doğru, tek kutuplu hegemonik görüntüsüne rağmen ABD’nin ciddi bir düşüşe geçtiğiyle ilgili yorumları görmeye başlıyoruz. 11 Eylül 2011 saldırıları ABD’nin sadece güvenlik değil, aynı zamanda bir hegemonya kriziyle karşı karşıya olduğunu düşündürten travmatik bir hadise olarak etkisini gösteriyor. Amerikan hegemonyasının özellikle kültürel ve ideolojik temellerine dikkat çeken Wallerstein, “ABD iki yüzyılı aşkın bir süredir dikkate değer bir ideolojik kredi kazanmıştır. Ama bugünlerde ABD bu krediyi, 1960’larda altın rezervini tükettiğinden bile daha hızlı bir biçimde tüketiyor” demiştir (Wallerstein 2004, 30).

ABD’nin 1970’lerden beri küresel gücünü kaybettiğine dair ideolojik, kültürel, askeri ve ekonomik veriler tespit edilebilir. Ancak muhtelif veriler ışığında küresel hegemonya kurmadaki problemlerine bakarak Amerikan İmparatorluğunun çöküşüne ilişkin büyük iddialar serdetmek de pek makul ve gerçekçi gözükmüyor. Bu çerçevede hamasetten uzak durma dirayetini göstermemiz gerek entelektüel gerekse siyasi açıdan bilhassa önemli. Realiteyi bütün tarafları ve dinamikleriyle anlama çabası içinde olmadığımız sürece küresel hegemonya karşısında etkin bir gelecek projeksiyonu geliştirmemiz ham hayal olacaktır. Hamasete düşkün bir toplum olmanın bedelini içinde bulunduğumuz entelektüel fukaralıkla zaten yeterince ödüyoruz. Fukaralığımız çok aşikar; ancak yel değirmenleriyle savaşan Donkişotlara benzememiz ihtimali çok daha vahim bir durum olarak kendini göstermekte. Hamasetin esas itibariyle felç edici bir zaaf olduğunu bilmemiz gerekir. Nefret veya düşmanlığımız gözümü hiçbir şekilde kör etmemeli. Düşmanlık başka, gerçeklerle mücadele etme kabiliyetini göstermek çok daha başkadır. Müslümanlar (İslam dünyası) olarak yaşadığımız trajiğin sebepleri biraz da burada yatıyor.

18-02/21/ekran-alintisi.JPG

POPÜLİZME DÜÇAR OLAMAYIZ

Huntington’un “medeniyetler çatışması” tezi, bazılarının zannettiği gibi burun kıvırılması gereken mesnetsiz, içi boş bir senaryodan ibaret değil. Her şeyden önce İslam dünyasının Amerika düşmanlığında başı çekmesi dikkat çekici olduğu kadar anlaşılabilir bir durum. 2014 yılındaki bir araştırmaya göre Amerika’dan nefret eden ülkeler sıralamasında Mısır, Ürdün ve Türkiye ilk üç bulunuyor. Türkiye’deki yüzde 75’lik nefret oranı, sosyal ve kültürel plandaki modernleşme düzeyine karşıt olarak Amerikan düşmanlığının ne kadar yaygın ve derinlere işlemiş bir nitelik arz ettiğini gösteriyor. Dolayısıyla dört kişiden üçünün Amerika’dan nefret ettiği bir toplumun psikolojik realitesi içinde hamasetin bertaraf edilmesi pek kolay  olmayacaktır. Ne var ki, entelektüel düşüncenin, beraberinde siyasetin bu minval bir popülizme düçar olmasını kabul edemeyiz. Amerika’nın çöküyor, geriliyor olduğu yönündeki ucuz retorikler bize sadece züğürt tesellisi olacak, ihtiyacımız olan zihinsel yakıtı temin edemeyecektir. Bunun yerine, gerçeklerle boğuşma kudretine sahip bir akla ve o ölçüde güçlü bir maneviyata ihtiyacımız var. Küresel hegemonyayı, nam-ı diğer Amerikan İmparatorluğunu çökertecek bir meydan okuma bu ikisinin sahici bir terkibi sayesinde mümkün olacaktır. 11 Eylül saldırılarını “Titanik” felaketine benzeten Zizek’in dediği gibi, İmparatorluğun sonunu Amerika’nın kendi zaaflarından ziyade öteki’nin öfkesi ve yükselen gücü getirecektir denebilir. (Arslan-Arı 2004, 216)

Amerikan imparatorluğunun 21. yüzyılı kendi küresel hegemonyası altında sürdürme istidadı ve potansiyelini küçümsememiz doğru olmaz. Komplo teorilerine kulak verecek olduğumuzda, 11 Eylül saldırıları İmparatorluğun 21. yüzyılın dünyasını dizayn etmeye matuf stratejisinin bir parçası olarak ortaya çıkmıştır. Önce El-Kaide, ardından DEAŞ eylemlerine istinaden İslam ülkelerinin dünyaya terör ihraç etmekle sabıkalı bir konuma konulmasıyla birlikte, İslamofobi artık soğuk savaş dönemindeki “komünizm” tehdidinin yerine ikame edilmiş kullanışlı bir müdahale ve/veya işgal aracı oldu. İmparatorluk siyaseti, küresel hegemonya için gerekli zemin tesviyesini bu şekilde gerçekleştiriyordu. Liderlik rolünü oynayabilecek bir kudrete sahip olması İmparatorluğun asgari şartıdır. Diğer şart, kudretiyle doğru orantılı bir stratejik, siyasi aklın varlığıdır. ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan etme konusundaki fevri ve şuursuz tutumu, İmparatorluk psikolojisinin İmparatorluk aklına galebe çalmasından mütevellit bir acemiliğin sonucudur.

Emperyal yönetim tarzı artık sömürgecilik olgusunun yerini almış bulunuyor. Bununla tabii ki güç veya şiddetten izole edilmiş bir hegemonyayı kast etmiyoruz. Aksine güç unsuru, hegemonyanın olmazsa olmazlarından biri olmaya halen devam etmektedir. Fakat gücün, 20. yüzyılın koşulları içinde fiziksel olmaktan öteye yapısal bir nitelik kazandığını, dolayısıyla “yumuşak güç” siyasetinin asli hale geldiğini tespit etmek gerekir. Yine de biliyoruz ki, fiziksel güç tamamen önemini kaybetmeyip bazı “muayyen” hallerde işlevsel bir durum arz edebiliyor. Hart/Negri ikilisinin İmparatorluk yönetiminin üç asli aracından biri olarak ifade ettikleri “bomba”, bu anlamda geçerliliğini her şeye rağmen korumaktadır. Diğer iki araç “para” ve “ether”dir: “Emperyal kontrol küresel ve mutlak nitelikli üç araçla yürütülür: bomba, para ve ether.” Ether yani küresel medya (Hart-Negri 2012, 343).

ABD’nin hegemon gücünü nereye kadar devam ettireceğini bilemeyiz, ancak söz konusu üç bileşen açısından da  bugün tartışılmaz bir üstünlüğe sahip olduğu yadsınamaz. Kaldı ki, 2016 yılı verilerine göre kendisinden sonraki 8 ülkenin toplamını geçerek dünyadaki bütün askeri harcamanın yüzde 36’sını gerçekleştiren bir ABD’den söz ediyoruz. 2018 bütçesiyle ilgili yaşanan “onama krizi”ne bakıldığında ise bunun ekonomik değil yönetimsel bir problem olduğu görülüyor. Ayrıca konjonktürel mahiyetteki kriz ve iniş çıkışları İmparatorluk realitesi içinde tabii karşılamak da mümkün. Suriye’deki gelişmeleri kontrolü altında tutma konusunda yaşadığı sıkıntılar ve geri adım atması da ilk bakışta ABD’nin gücüyle ilgili bir zaafiyet olarak değerlendirilebilir. Fakat bunun, aslında bizdeki İmparatorluk algısından kaynaklanan bir yanılsama olduğunu söylemek yanlış olmaz. İmparatorluklar hata yapmayan, kadir-i mutlak varlıklar değildir. Yine de, İslamcı terörün kaynağı olarak gördüğü DEAŞ’ı temizleme gerekçesiyle Amerika, Suriye’de askeri pozisyon alarak konuşlanma ve kısmi bir sonuç alma başarısını gösterebildi. Bölgedeki askeri varlığını meşrulaştırmakla kalmadı, sofistike bir derinliğe de kavuşturdu. Şimdi ise Büyük Ortadoğu Projesinin önemli bir ayağını tesis ederek hegemonyasını derinleştirmeye çalışıyor.

TEHDİT KONTROL ALTINDA

Amerika, bunu yaparken hem dünyanın jandarması hem de barış güvercini rolleriyle pozisyon alıyor. Oynadığı rolleri İmparatorluğun iki ayrı vecibesi olarak görmekte veya lanse etmekte, dünya kamuoyunu (uluslararası ilişkileri) bu çerçevede manipüle etmektedir. Dünyadaki bölgesel güç oluşumları, ABD’nin hegemonik gücünü tahrip edecek bazı küçük fay hatları meydana getirse dahi bunun, önümüzdeki süreçte dramatik sonuçlara yol açabileceğine dair ciddi sebepler görünmüyor. Öte taraftan, “tarihin sonu” efsanesiyle hesaplaşacak çapta küresel bir meydan okuma için gerekli entelektüel, siyasal, ideolojik potansiyeli henüz müşahede edemiyoruz. İslamofobi yoluyla bu tehlike,  İmparatorluk cephesi tarafından şimdilik kontrol altına alınmış gözüküyor. Fakat bizim açımızdan mesele, “tehdit değil teklif” oluşturma gayretleriyle küresel sistemi hakça bir yapılanmaya doğru dönüştürmektir. Bunun için İmparatorluğun uyumlu, konformist, sadece “yükselme” hevesiyle motive olan bir uzantısı olmak yerine, dönüştürücü bir “ötekisi” haline gelmek gerekiyor. Lazım olan şey ne terör, ne de hamaset! Bunlar bizi sadece körleştirir; stratejiye değil taktiğe mahkum eder. “Dünya beşten büyüktür” mottosu, yeni küresel düzen arayışlarının stratejik ve entelektüel bir manivelası haline getirilebildiği takdirde İmparatorluğun fay hatlarını hakiki anlamda harekete geçirmek mümkün olabilecektir. Dünya halklarındaki Amerika nefreti de kendisine böylece gerçekçi bir çıkış yolu bulacaktır. Değilse, İmparatorluğun çöküşü için bizatihi kendi içsel zaaflarının kronikleşerek onu hasta adama dönüştürmesinden başka bir ihtimal kalmamış gibidir. Zira ABD’nin sahip olduğu “güç kaynakları, iyi yönetilememesi durumunda, aynı zamanda onun güçsüzlük kaynaklarıdır. Bu nedenle, her büyük devlet gibi, ABD de kendini yıkacak, tahrip edecek iç çelişkileri bünyesinde barındırıyor” denebilir (Arslan-Arı, age, 229).

Wallerstein, Immanuel (2004), Amerikan Gücünün Gerileyişi – Kaotik Bir Dünyada ABD, Çev: Tuncay Birkan, Metis Yayınları.

Arslan, Okan-Arı, Selçuk (2004), Amerika – Özgürlük Havarisi mi, Yoksa Günah Keçisi mi?, Platin Yayınları.

Hart, Michael-Negri, Antonio (2012), İmparatorluk, Çev: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, 7. Basım.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir