Görüşler

Batı’nın suçları ve korkuları

Batı’nın suçları ve korkuları

‘Gerçekliğe ve Geleneğe Karşı’ kitabının yazarı Halil Turhanlı, Joseph Conrad’ın ‘Karanlığın Yüreği’ adlı eserinden yola çıkarak Batı dünyasına eleştirel bakış ortaya koyuyor.

HALİL TURHANLI

Joseph Conrad’ın Karanlığın Yüreği başlıklı romanı (aslında uzun öyküsü), Batı edebiyatının en müphem, en zengin anlamlı metinlerinden biridir. Blackwood Dergisi’nde tefrika olarak yayımlandığı 1899 yılından başlayarak günümüze değin pek çok eleştirmen farklı perspektiflerden okudular, eleştirdiler bu anlatıyı. Bu okumalar çoğu zaman birbiriyle çelişir. Nijeryalı yazar Chinua Achebe’nin Karanlığın Yüreği’nin baştan sona ırkçı bir yapıt olduğunu, insanlığın bir kısmını insan yerine koymadığı için büyük bir eser sayılamayacağını söylemesi, Edward Said’in bu düşüncelere katılmadığını belirtmesi ve Conrad’ı savunması sömürge sonrası incelemelerde bir dönüm noktası olmuştu.

Karanlığın Yüreği ile ilgili tartışmalar ve bu romanın etkisi edebiyat alanıyla sınırlı kalmamış, başka disiplinlerde de etki uyandırmıştır. Claude Levi- Strauss’un “Karanlığın Yüreği’ni ben yazmış olmayı çok isterdim” dediği bilinir. Hüzün Dönenceler’i yazarken kararsızlık yaşadığı, bir noktada kurmaca olarak sürdürmeyi düşündüğü söylenir. Ötekinin dünyasını tanımayı isteyen bir antropolog açısından Conrad’ın romanının iyi bir rehber olması şaşırtıcı değil. Karanlığın Yüreği’nin karamsar ve tekinsiz dünyası Schopenhauer ve Nietzsche’nin düşüncelerini çağrıştırır. Bu nedenle felsefi okumaya, felsefi ve kavramsal bir çerçevede ele alınmaya uygun bir metindir. 2007 yılında yitirdiğimiz Fransız düşünür Philippe Lacoue-Labarthe, Karanlığın Yüregi’ni “Batı’nın Korkusu” başlıklı metninde tam da böyle okumuş, felsefi açıdan değerlendirmişti. Conrad’ın anlatısındaki metafiziği incelemiş, bunun yanında metnin anlatı yapısını, temasını, tematik motiflerini ele almıştı.

Lacoue-Labarthe edebiyat teorisi konusundaki yazıları, eleştirel Lacan okumaları, Blanchot incelemeleri, Heidegger’i yeniden değerlendiren çalışmalarıyla tanınıyordu. Mimetik teori, mimemis nosyonu konusunda René Girardinkilerin yanısıra en yetkin incelemeleri de o gerçekleştirmişti. Lacoue-Labarthe, 1992 yılında Paris’te bir tiyatroda aktör David Warrilow’un Karanlığın Yüreği’ni okumasını izlemiş. Warrilow’un bu okumayı ölümünden kısa bir süre önce ve ayakta güçlükle durabilecek denli hasta haliyle gerçekleştirmiş olması onu çok etkilemiş. Bu okuma onu Conrad’ın metnindeki metafizik, Batılı öznenin ontolojisi sorunu üzerine düşünmeye yöneltmiş. “Batının Korkusu”nu bu süreçte yazmış. Lacoue-Labarthe’ın geniş bir kavramsal alan açan bu önemli metni, onun üzerinden Conrad’ı yeniden okuyan ve değerlendiren denemelerle birlikte yayımlandı. (Conrad’s Heart of Darkness and Contemporary Thought: Revisiting Horror with Lacoue-Labarthe, ed.N.Lawtoo, Bloomsbury , 2012)

Lacoue-Labarthe’a göre Karanlığın Yüreği “Batı edebiyatının en önemli metinlerden biri”. Aynı zamanda bir “ düşünce olayı (évenement de pensée)”. Lacoue-Labarthe, Batı felsefe geleneğinde Nietzsche, Heidegger gibi düşünürlerin “modernlerin metafiziğini” felsefede temsil ettiklerini, bazı yazarların da bu metafiziğe katkıda bulunduklarını belirtir. Conrad böyle bir yazardır. Karanlığın Yüreği’ni  “düşünce olayı” olarak nitelemesinin bir nedeni bu. Bir başka ifadeyle, Conrad’ın kudreti Batı’da karşıtlık içinde olduğu düşünülen felsefe ve edebiyatı sıkı bağlarla bir araya getirmiş olmasındadır. Marlow’un Kongo Nehri boyunca sadece coğrafi ve mekânsal değil, zamansal bir yolculuk da yapar. Geçmişe, arkaik ve ilkel olana doğru. Aynı zamanda, bilinçaltına, tarih öncesine yapılan metafizik bir yolculuktur bu. Lacoue-Labarthe, Karanlığın Yüreği’ni mitsel güce sahip bir metin olarak niteliyor, çünkü bu anlatıda karakterler değil sesler var. Marlow’un sesini ilk kez Thames’a demir atmış geminin güvertesinde duyuyoruz. Bu ses başlangıçta hakikatin hamili, taşıyıcısı olarak konuşuyor. O dünyayı akılla kavrayan Batılı özne, bu nedenle mutlak bilgiye ve doğruya erişebiliyor. Lacaoue-Labarthe, akla böylesine sınırsız bir güç atfedilmesinin köklerinin Antik Yunan düşüncesine değin uzandığını hatırlatıyor ve Conrad’ın anlatısının mithos boyutuna dikkat çekiyor. Logos’un (aklın, akıl yoluyla kavrayışın) mitleştirildiğini belirtiyor. Fakat Marlow aynı zamanda okura bir tanıklığı aktarıyor. Asıl önemlisi tanığın perspektifi sabit değil, kayıyor, yer değiştiriyor. Perspektifiyle birlikte sesi de değişiyor, bu değişim de anlatıyı müphemleştiriyor. Dahası, başka sesler de öykünün anlatılmasına katılıyorlar. Onlar da söz alıyorlar. Sesler anlatıya müzikal bir yapı kazandırıyorlar. Lacoue-Labarthe bu seslerden dolayı Conrad’ın anlatısını oratoryo olarak niteliyor. Lirik, dramatik, epik ve mitik seslerin toplamı. Lacaoue-Labarthe’a göre metinde Avrupa ve Afrika’nın sesleri uyumsuzluk içinde yankılanıyor, trajik sona doğru ilerleyen yolculuk boyunca sesler çarpışıyorlar.

KORKUYLA YAŞAMAK

Conrad, Batılı insanın içsel ve dışsal, öznel ve nesnel, toplumsal ve ontolojik korkularını açığa çıkarıyor, onu korkularıyla yüzleşmeye zorluyor. Bu korkular Batılı insanın varlığının özünü oluşturuyor, varoluşundaki boşluğu dolduruyorlar. Korku hissederek yaşamak Batılı insanın asli varoluş halidir. Lacaoue-Labarthe, birinci çoğul şahıs zamirini kullanarak “biz” diyor, Batılı toplumu bütün bireyleriyle ifade etmek, korkuların bütün Batılı insanlar açısından kapsayıcı ve geçerli olduğunu vurgulamak için.

Korku duyan insan kendi varlığı ile ilgilenemez, varlığına ilişkin bir anlayış geliştiremez, böyle bir anlayış sahibi olamaz. Kendi kendiliğinin bilincinde olmaktan çıkar. Tahakküm altına alınmaya, araç olarak kullanılmaya açıktır. Şöyle de söylenebilir: Ontolojik temelsizliğin yarattığı boşluk Batılı insanın tam bir varlık olmasını engelliyor. Onu kırılgan ve kudretsiz kılıyor. Tam da bu nedenle karizmatik ve kötücül liderler onun zihinsel ve ruhsal dünyasına kolaylıkla sızabiliyor, onları belirli amaç ve hedefleri doğrultusunda harekete geçirebiliyorlar. İnsanlar karizmatik liderin elinin altındaki araçlara dönüşüyorlar. Kurtz böyle bir lider. Batı’nın geçmişinde çok sayıda Kurtz benzeri liderler tarih sahnesinde rol almışlardı. Batılı insanın metafizik boşluğunun yarattığı zayıflıktan yararlanan, onu manipüle eden, kıyımlarda pay sahibi olmaya ikna edebilen liderler. Onlar teknolojinin yanısıra insanları da araç haline, bir amaca hizmet eden araç-gereçsel varlıklar haline getirdiler. İnsanlar nesneleştirdiler, sayısallaştırdılar. Heideggerci bir ifadeyle sabit rezerve dönüştüler. Birey karizmatik lidere bağlanarak, ona itaat ederek temelsizlikten, istikrarsızlıktan kurtuluyor. Böylesi bir temel 1930’ların Avrupa’sının hatırı sayılır bir bölümünde siyasete damga vurmuş, gündelik hayatın içindeki tüm ilişkilere yansımış, bu ilişkilerde belirleyici olmuştu. Yirminci yüzyılın ilk yarısında Avrupa’daki ölüm kamplarının, kitlesel kıyımların, tüyler ürpertici ceset yığınlarının sorumlusu Führer’de cisimleşen Kurtz’a mazoşistçe bağlanan ve itaat eden, böylelikle varoluşlarına temel sağlayan insanlar, ölüme ve öldürmeye dümen kıran yığınlardır. Batı’nın korkusudur. Bu korku yirminci yüzyıl sonlarında Srebrenitsa Katliamı’nı, Afrika topraklarında Ruanda soykırımını yaratmıştır.

Lacoue-Labarthe’ın Conrad’ı okurken başvurduğu bir diğer kavram da “ölüm tekniği”. Avrupalılar önce kolonilerde yerli halkları katlederken, daha sonra Avrupa’da kendi aralarındaki iki büyük savaşta, özellikle de ikincisindeki toplu kıyımlarda gelişmiş teknolojiden, teknolojik nihilizmin yarattığı ölüm tekniklerinden yararlanmışlardı. Sık söylenen bir sözdür ve doğrudur: Yüksek teknoloji, askerileşmiş teknoloji olmasaydı ölüm kampları, gaz odaları da olmazdı. Sözünü ettiğim kitapta Lacoue-Labarthe’ın dostu Afrika toplumları üzerine incelemeleriyle tanınan François Warin’ın de bir yazısı var. “Philippe’in Karanlıktan Çıkardığı Dersler”de dostunu anıyor; ortak anılarından, Afrika’ya yaptıkları gezide izledikleri Dağara cenaze töreninden söz ediyor. Gana ve Burkina Faso arasındaki savanalarda yaşayan Batı Afrika’nın yerli halklarından Dagaralar’ın Hristiyanlığın nüfuz edemediği geleneklerindeki, kültürlerindeki cenaze törenlerinden nasıl etkilendiklerini anlatıyor. (Antropolog Jack Goody’nin Dagara kültürünü inceleyen ve Batıya tanıtan çalışmalarını hatırlatmak isterim)

Warin, Lacoue-Labarthe ile birlikte Afrika’ya yaptıkları gezi, Afrikalılarla kurdukları dostluklar konusunda, “Conrad’ın öyküsünden öğrendiğimizi şimdi bir deneyim olarak yaşıyorduk. Bizim açımızdan Afrika, Batı’nın yerli halkları ‘uygarlaştırma’ konusundaki  kendini beğenmişliğinin maskesini düşüren gerçeğin geri dönüşüydü” diyor. Conrad’ın kitabını yanlarında bulundurduklarını, gezi boyunca kendilerine rehber olduğunu, izledikleri ölüm törenlerini Conrad’ın anlattığı ritüellerle karşılaştırdıklarını da belirtiyor.

Conrad’ın anlattığı ritüeller barbarların dünyasına özgü kan dökme hazırlıkları olarak okunmuştur. Ancak Batı dünyası da bu tarz kıyım öncesi ritüellere yabancı değildir. Disiplin altına alınmış yüzlerce bedenin eşgüdümlü hareketlerinden oluşan kitlesel koreografiler buna örnek. Politika estetize edilir bu gösterilerde. Ancak şunu da söyle eklemek gerekiyor: Lacoue-Labarthe ve Jean-Luc Nancy birlikte yazdıkları ve 1990 yılında Critical Inquiry’de yayımlanan “Nazi Miti” başlıklı yazılarında Nasyonal Sosyalizmin sadece politikayı estetize etmekle kalmadığını, politika ve sanatı kaynaştırdığını, politikayı bir sanat eseri olarak ürettiğini de yazarlar.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir