Görüşler

Doç. Dr. Burak Bilgehan Özpek yazdı: Türk tipi Avrupalılaşma

Doç. Dr. Burak Bilgehan Özpek yazdı: Türk tipi Avrupalılaşma

TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Burak Bilgehan Özpek, AKPM’nin Türkiye’ye denetim kararının yeni dönem Türkiye-AB ilişkilerinde nasıl bir doğrultuya işaret ettiğini yazdı.

DOÇ. DR. BURAK BİLGEHAN ÖZPEK

Geçen hafta Avrupa Komisyonu Parlameterler Meclisi (AKPM), Türkiye’yi yeniden denetim sürecine aldı. Siyasetçiler, meselenin vehametine vâkıf olan akademisyenler kadar bu konunun üzerinde durmadı. Muhalefet, işbirlikçi ve vatan haini yaftası yememek için bu konuyu iç politika gündemine taşımadı ve iddialı bir söylem geliştirmekten kaçındı. Öte yandan, hükümetin diline hakim olan ve son zamanlarda alıştığımız üslup kendisini yine gösterdi ve AKPM’nin kararı bir reform ve restorasyon uyarısı olarak algılanmadı. Açıkçası, Soğuk Savaş’ın bitiminden itibaren, Türkiye’nin Avrupa kurumları ile kurmaya çalıştığı ilişkilerin yaşadığı bu sarsıntının sessizce geçiştirilmesi birçoğumuz için şaşırtıcı. Bu sessiliğe bakarak, Ankara’daki karar alıcıların Batı dünyası ile yeni bir ilişki modeli geliştirmeye çalıştığına ve iç politikada reform talep eden gündemlerden sıyrılmaya çalıştığına vehmedebilir miyiz? Diğer bir ifadeyle, AKPM kararı Türkiye’nin muhatap olmaktan huzursuz olduğu bir tavırdan çok arzu ettiği bir duruma işaret ediyor olabilir mi?

1990’lı yıllarda Türk akademisi, ulusal güvenlik konusunda karar verme tekeline sahip olan Milli Güvenlik Kurulu’nu (MGK) tartışıyordu. Türkiye’yi güvenli kılacak politikalara bu kurul karar veriyor, neyin ve kimin ulusal güvenliğe tehdit oluşturacağını bu kurul belirliyordu. Güvenlik, ucu bucağı olmayan bir konu olduğu için sadece siyasal alan ile sınırlı kalmıyor; ekonomi, enerji, sosyal meseleler gibi birçok konu MGK’da tartışılıyordu. Parlamento denetiminden bağışık olan MGK’nın statüsü, demokratikleşme ve dolayısıyla Avrupa Birliği’ne giriş sürecinde önemli bir sorundu. Soğuk Savaş günlerinde bu durum pek mesele edilmemişti. Türkiye’nin Batı ittifakı ile olan ilişkisi Sovyet karşıtlığı ve güvenlik eksenine oturuyordu. Dolayısıyla, MGK’nın pek de demokratik olmayan tutumunun Türkiye’nin jeo-politik konumu ve Batı dünyasının güvenlik mimarisine yaptığı katkı göz önünde bulundurulduğunda kabul edilebilir bir tarafı vardı. Bir başka deyişle, demokratik olmamak Türkiye’yi Batı dünyasından uzaklaştıran değil bu dünyaya yakınlaştıran bir olguya işaret ediyordu.

Soğuk Savaş bitti ve eski tehditler ortadan kayboldu. Batı ittifakının geleceği sorgulanmaya başlanmıştı. Acaba, Avrupa devletleri sadece Sovyetler Birliği tehdidine karşı pragmatizmin bir gereği olarak mı bir araya gelmişlerdi? Aralarında kurdukları birlik, Sovyetler Birliği’nin olmadığı bir dünyada yerini tekrar rekabete ve çatışmaya mı bırakacaktı? Beklendiği gibi olmadı. Avrupa Birliği üye ülkelerin üzerinde mutabık kaldığı siyasi ve ekonomik kriterler belirledi. Böylece, üye ülkelerin demokratik bir rejime sahip olduğu, piyasa ekonomisine ve insan haklarına saygı gösterdiği bir çerçeve ortaya çıktı. Ülkelerin kendi rejimlerinde bu presiplere uyması durumunda, dış politikalarının da barışçıl ve işbirliğine yatkın olacağı varsayılıyordu. Bu kriterler, Avrupa Birliği’ne üye olmak isteyen ülkeler için de geçerliydi. Dolayısıyla, Avrupa ile olan ilişkilerini ortak güvenlik tehdidine karşı müttefik olmak üzerine kurgulayan ve bunu yaparken bireylerin, sivil toplum örgütlerinin, şirketlerin, etnik örgütlenmelerin, cemaatlerin güvenliklerini tehdit etmekten sakınmayan Türkiye güvenlik eliti dönüşmek zorundaydı.

Schmitt, siyasal olanın alameti farikası dost-düşman ayrımı yapmasına bağlıdır diyor. Bu ayrımı yapma kudreti “siyasal”ın kapasitesi hakkında bize bir fikir verebilir. 2002 yılında Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara gelmesi bu açıdan bakıldığında, MGK’nın tanımladığı siyasal çerçeveye ve düşman tanımına bir itiraz anlamına geliyordu. Zira MGK tarafından tehdit olarak tanımlanan irtica ve Kürt ayrılıkçılığı birçok insanı güvensiz kılmış, dindar veya Kürt olmamasına rağmen toplumun önemli bir kesimini iç düşman haline getiren anlayışı eleştiren herkesi de muhalif konuma getirmişti. Bu açıdan, Ak Parti iktidarı umut vaat ediyordu çünkü eğer MGK’nın güvenlik tehdidini belirleme tekeli kırılırsa ülke içindeki bütün aktörlerin çıkarları ve beklentileri politika yapım sürecine etki edebilecekti. Bu durum, tam da Avrupa Birliği’nin öngördüğü sisteme uyuyordu. Demokrasi, piyasa ekonomisi ve insan haklarına verilen güvenceler, Türkiye’nin hem AB hem de diğer ülkelerle kurduğu ilişkileri etkileyecek, güvenlik ekseninden çıkartacak ve devlet dışı aktörlerin işbirliği yaptığı, dolayısıyla devletlerin de buna ayak uydurmak zorunda kalacağı bir geleceği müjdeliyordu. Dolayısıyla, AB’nin Türkiye’deki reform süreciyle yakından ilgilenmesi, fantastik bir demokrasi tutkusundan kaynaklanmıyordu. Üyelik müzakerelerine başlayan Türkiye’nin dönüşümü, AB’nin hem iç uyumu hem de dış politikası açısından önemliydi.

Eski rejimin kurumlarını kendi siyasi ikbali için aşılması gereken bir engel olarak gören Ak Parti’nin, AB sürecine tutkuyla sarılmasının sebebi bu olabilir. 2011 senesine kadar, kriminalize olma korkusu yaşamadan devlet dışı aktörlerin gerek Avrupa ile gerekse Orta Doğu ile kurduğu sivil ilişkilere tanık olduk. Devlet bu ilişkileri denetlemek ve gölgelemek yerine, dış politikasına genişlik sağlayan bir unsur olarak görüyor, kendi yumuşak gücünün enstrümanı olarak kabul ediyordu. İster liberal ister İslamcı ister seküler ister milliyetçi isterse azınlık mensubu olsun, sivil toplumun canlı bir dönem geçirdiğini, reform sürecinde yabancı sermaye girişinin rekorlar kırdığını iddia etmek yanlış olmaz. Eski rejim tasfiye ediliyordu ve Türkiye bir yol ayrımındaydı.

ESKİ PROBLEMLERE DÖNÜŞ

Fakat Schmitt’in siyasal kavramı orada duruyordu, hem de bütün cazibesiyle. Üstelik dost-düşman ayrımını yapmaya istekli bir egemenin sonuna kadar kullanabileceği etkin bir devlet aygıtı, kamu kaynaklarıyla terbiye edilebilecek sermaye, kontrol altına alınabilecek üniversite, hizaya sokulabilecek bir medya ve kolaylıkla papağana dönüşebilecek bir sivil toplum da eski rejimden miras kalmıştı. Reddi miras yapılmadı. Liberal dönüşüme direndiği için düşman ilan edilen ve bu yüzden hem içeride hem de uluslararası arenada destek bulan ulusalcılara yapıştırılan “düşman” kavramı gittikçe genişledi. Başlarda, düşmanın niteliği dostların kimliğini de belirler düşüncesi hakim oldu. Yani ulusalcıları düşman gören bir siyasal yapının demokratik olarak konumlandığı düşünüldü. Ancak asıl sorunun dost-düşman ayrımı yapmak olduğu fark edilmedi. Zira ulusalcılar ile başlayan dalga orta sınıf sekülerler, liberaller, Kürtler ve nihayetinde İslamcıları kapsayacak kadar ileri gitti. Özetle, 1990’lı yıllarda MGK’nın üstlendiği ve askerleri sivillerin üzerinde konumlandıran durum değişti. Popüler bir oy desteğiyle iktidara gelen siyasetçiler askerlerin yerini aldı ancak milli güvenliği belirleme tekeli, dost-düşman ayrımı yapma tutkusu ve bu şekilde sistemi kontrol etme takıntısı kaybolmadı.

90’lı yıllar Türkiye’sinin Avrupa Birliği ile yaşadığı problemleri tekrar yaşıyoruz. Avrupa ile çıkarlar ve tehditler üzerinden işbirliği yapmaya alışmış olan Türk güvenlik eliti, demokrasi ve insan hakları gibi gündemlerin devreye girmesiyle huzursuz olmuştu. Avrupa Birliği’nin reform önerilerine kuşkuyla yaklaşıyor ve bu projeyi sorguluyordu. Neyse ki Kemalizmin modernist ve Batıcı vizyonu, ağır aksak da olsa, ülkeyi Avrupa yörüngesinde tutabiliyordu. Ancak Avrupa’dan beklenen, irtica ve Kürt sorunu gibi konuları politize etmemesi, ilişkileri zehirlemesine izin vermemesiydi. Çıkar, tehdit ve güvenlik konularına odaklanması ve Türkiye ile işbirliği zeminini korumasıydı. Mamafih, iç politikada yapılan dost-düşman ayrımı Avrupa ile ilişkileri kaçınılmaz olarak güvenlik eksenine oturtuyor, fayda-maliyet analizi noktasına getiriyordu. AKPM’nin aldığı karar da benzer bir ilişki modelini gerektiriyor. Türkiye, güvenlik sorunu olarak ilan ettiği “iç düşman”larının siyasi bir bağlamdan çıkmasını ve güvenlik sorunu olarak görülmesini talep ediyor fakat Avrupa Birliği ısrarla siyasi reform talep ediyor. Artık Kemalizm yok. Modernizm ve batılılaşma ülküsünü bir amentü gibi kabul eden askeri ve siyasi bir elitten bahsedemeyiz. Dolayısıyla, AB’den uzaklaşmak varoluşsal bir krize sebep olmuyor. Bu yüzden hükümet, AKPM kararını ilk defa kadavra görmüş tıp öğrencisi gibi tepkiyle karşılamıyor. Kendi siyasallığının kudretinin ve meşruluğunun sorgulanmadığı hükümetler arası bir ilişki modeli talep ediyor. Bu ilişkinin oluşabilmesi için dış politikada ortak çıkar, ortak tehdit ve ortak güvenlik konularının gündeme gelmesi ise Ankara tarafından memnuniyetle karşılanacaktır.

İlgili Haberler
YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir