Görüşler

Doç. Dr. Hasip Saygılı yazdı: Asker neyle yaşar?

Doç. Dr. Hasip Saygılı yazdı: Asker neyle yaşar?

Fatih Sultan Mehmet Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Hasip Saygılı Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yeniden yapılanmasıyla ilgili değerlendirmede bulundu.

DOÇ. DR. HASİP SAYGILI

FETÖ’nün 15 Temmuz 2016 günü kalkıştığı darbe girişimi öncesi ve sonrası ile Türk ordusuna son iki yüzyılın en ağır travmasını yaşattı. Generalinden uzman çavuşuna binlerce personel tutuklandı ve ordudan ihraç/emekli edildi. 1700’lü yıllardan itibaren Osmanlı sultanlarının açtıkları Deniz Lisesinden harp akademilerine kadar ülkeye sadakat ve ehliyetle hizmet etmiş kadroları yetiştiren askeri eğitim kurumları son dönemdeki FETÖ sızmaları gerekçesiyle kapatıldı. Bunlardan askeri liselerin artık açılmayacağı ifade edilirken kurmay sınıfının yetiştiği Harp Akademileri’nin Enstitüler şeklinde yeniden yapılanacağı anlaşılmaktadır. Ordu’daki kurmay subayların neredeyse tamamına yakını görevlerinden FETÖ ilintisi gerekçesiyle uzaklaştırılmış, uzaklaştırılmayanların da etkisiz görevlere kaydırılmaları lüzumu hissedilmiştir.

Ordumuz yaşadığı bu son travmanın benzerini Sultan Aziz’in hal edildiği 1876 darbesi, 1908-1918 dönemi, 27 Mayıs 1960 darbesi ve artçıları, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997 sürecinde yaşamamıştı. Ergenekon, Balyoz, casusluk, fuhuş davaları gibi askeri itibarsızlaştıran kumpas  yargılamaları ordumuzun değerler sistemi ve onu ayakta tutan iç dinamiklerinin ağır zaafa düşürülmüş olduğunu kamuoyuna göstermişti. Ama bu verdiğimiz örneklerin hiç biri son darbe girişiminin yarattığı hassasiyeti yaratmamıştı. Son ağır travma ancak Sultan Mahmud’un 1826’da kendi ordusunu topa tutma mecburiyetinde kaldığı süreç ile karşılaştırılabilir. Yeniçeri Ocağı’nın topa tutularak yok edilmeyi hak edip etmediğini burada tartışmayalım ancak vaka-i hayriye’nin yarattığı boşluk ile doğuda Erzurum, batıda Edirne’nin Moskof işgaline düçar olduğunu, birkaç yüz bin nüfuslu Yunan’a istiklâl vererek devlet olma hakkı tanımak zorunda kaldığımızı hatırlayalım. Daha 1827’de Fransa’nın Garp ocaklarımızdan Cezayir’i işgale başladığını da Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’nın İstanbul üzerine yürümesinin dış devletlerin desteğiyle ancak Kütahya’da durdurulabildiğini de unutmayalım.

ORDU MİLLETİ TEMSİL ETMELİ

Son iki yüzyıldaki güvenlik zafiyetimizin bizi maruz bıraktığı hak ve çıkarlarımızı koruyamama hali göz önüne alındığında ordumuzun süratle Türk milletine yönelmiş olan fiili tehditleri caydıracak seviyeye çıkarılması zarureti açıktır. Ordu yeni dönemde profesyonelce görevlerini yapabilecek, günlük siyasetin rol ve nüfuzu dışında, moral ve motivasyon bakımından eksiksiz olmalıdır. Bunun için özellikle TSK komuta kademesince geçmiş dönemin hatalı uygulamalarından ders çıkarılmalı, benzeri yanlışlıklardan özenle kaçınılmalıdır. Geçmişte yapılan yanlış uygulamaların karşı yöndeki tam simetriklerine karşı da dikkat göstermek gerekir.

Biraz açacak olursak şunları söyleyebiliriz: Yakın geçmişte kamuoyuna orduda öncelikle “çağdaş yaşam” sürenlerin esas alındığı bir izlenim verilmiştir. Kumpas davalarının mağduru emekli bir generalin çarpıcı ifadesiyle “şehit törenlerinde türbanlı annenin elini öpüp yemin törenlerinde kışlaya almamak” (Yalçın Ergül, Bir Komutanın Not Defteri, 2014) gibi sakil uygulamalar maalesef kurumun önemli itibar kaybına sebep olmuştur. Bunun gibi savunulamayacak kötü örneklerin tam tersini tercih etmek de aynı hasarı yapacaktır. Kılık, kıyafet ve hayat tarzı olumlu ve olumsuz ayrımcılık için asla ölçü olarak alınmamalıdır. İrtica korkusu ile geçmişte dini hassasiyetleri olan personelin orduda hak kaybına uğramasının telafisi olarak liyakat dikkat alınmaksızın mütedeyyin personelin tercih edilmesi ordu içinde yıkıcı tesirler yaratabilecektir. Herhangi bir dış hiyerarşiye tabî olmamak ve askerlik ruhuna aykırı olmamak kaydıyla elbette dindarlık olmalıdır. İfade edelim ki şahsen gözlemleme fırsatı bulduğumuz ABD, İtalyan, Alman, Fransız ve İtalyan subaylarının pazar günleri kiliseye gitme oranı kendi toplum ortalamaların çok çok üzerindedir. Bu çerçevede bir şahsa otomat olarak bağlanmamak kaydıyla şahsi dindarlığın özellikle kriz anlarında sebat ve metanet gibi askerlik için vazgeçilmez bir dayanak teşkil ettiği bilinmelidir.

Kurucu liderimizin Seferberlik yıllarında Çanakkale cephesi gözlemlerini resmi raporlar ile anlattığı Arıburnu Muharebeleri Raporu ile Anafarta Muharebatına Ait Tarihçe adlı eserleri asker dindarlığının harp şartlarında sonuca ne kadar tesir ettiğinin birçok enfes örneklerini de sunmaktadır. Elbette, Albay Mustafa Kemal Bey’in yüz küsur yıl önceki tespitleri bugün için de geçerlidir. Burada, şimdilik Tolstoy’un muhteşem klasiği Harp ve Sulh’te Napolyon’a karşı Rus ordusunun, Başkumandan Mareşal Kutuzov’dan isimsiz neferine kadar İsa ve Meryem aşkına nasıl harekete geçirildiğinin içli tasvirlerine işaret etmekle yetinelim.

Bu söylediklerimizle ordunun tamamının Müslüman ve dindar olması gerektiğini iddia ediyor değiliz. Söylediğimiz askerlik felsefesine düşman olmayan bir dindarlığın mesleğe anlamlı katkılar sunabileceğidir. Ancak sonda söyleyeceğimizi peşinen söyleyelim: Ordunun sevk ve idare kadrolarında da nefer kadrosunda da mümkün olabildiğince milletin tamamı temsil edilmelidir. Ordu’da mütedeyyin insanların da dinin hayatlarında bir mana ifade etmediği kimselerin de dışlanmayacakları, ikinci sınıf bir tabaka sayılmayacakları bir yapı hedeflenmelidir. Daha ötesi vatandaşımız gayrimüslimler ve dini inancı bulunmayanlar da inanç koordinatlarını gizleme görmeden muvazzaf olarak asker üniformamızı giyebilmelidir. Osmanlı tatbikatında Hristiyan sipahiler ve diğer muharip unsurların muharebede canla başla gayret gösterdikleri bilinmektedir. Bu çerçevede İstanbul’un fethinde de gayrimüslim askerlerimiz mevcuttu. Hatta İslam’ın Medine döneminde gayrimüslimlerin Müslümanlarla beraber müşterek düşmana karşı Hz. Peygamber liderliğinde harekâta katılmayı kabul ettikleri bilinmektedir.

Kirkor, Nahmiyas ve Dimitri’nin Türk ordusunda muvazzaf olarak üniforma giymeye talip olup olmayacaklarını bilmiyoruz. Ama böyle bir talep olursa memnuniyetle karşılanmasının isabetli olacağını düşünüyoruz. Sembolik de olsa ordudaki muvazzaf gayrimüslim temsili, asker ocağının bir kesimi değil Türk milletinin tamamını temsil ettiği algısını hemen herkese doğrudan anlatabilecektir.

Bu kapsamda Türk ordusunun bir mezhebin, meşrebin, tarikatın, cemaatin, bölgenin veya sınıfın değil bunların hepsinin üzerinde milletin ordusu olduğunu kamuoyuna gösterecek diğer tedbirler düşünülmelidir. Çemberin dışında kalan ve kaldığını düşünenlerin mümkün mertebe azaltılması, siyasi karar vericilerin öncelikleri arasına girebilirse ordumuzun itibarı ve caydırıcılığı yükselecektir.

ŞEREF VE İTİBAR

Bütün bu söylediklerimiz, askerin moral ve motivasyonu görevini etkin bir şekilde yapabileceği seviye çıkarılmadığı takdirde pek bir şey ifade etmez. Bunun için karar vericiler ve elbette kamuoyu, “Asker ne ile yaşar?” sorusu ve doğru cevabını bulmayı düşünmelidir. Muvazzaf askerler için ordu güvenli bir maişet mesleğinden ibaret görülürse işin püf noktası ıskalanmış demektir. Muvazzaf askerler elbette kendilerini ve ailelerini geçindirmek için diğer kamu çalışanları gibi devletten maaş ve diğer özlük haklarını alacaklardır. İşi bundan ibaret görüp “maaş alıyorlar, elbette ölecekler” tarzındaki yaklaşımın yıkıcı etki yarattığını söylemeliyiz. Askerin görevini layıkıyla yapabilmesi için hizmetinde olduğu toplumun kendisine güven duyması şarttır. Askerlik safahatının önemli bir kısmı terörle mücadele kapsamında dağlarda geçmiş bir subayın (Ahmet Bulutlu) bu yazımızın taslağını okuduğunda “Asker boğaz tokluğuna da yolu yurdu olmayan yerlerde ailesiyle beraber de yaşar. Sadece ona onur, değer ve moral verilsin” değerlendirmesinin ocaktaki bütün çöküntülere rağmen muvazzaf askerlerde bir karşılığının de bulunduğu kanaatindeyiz.

Önemini vurguladığımız güven kaybolursa asker işini yapamaz. Dünyevi hayatın gayesi olarak “iyi yemek ve içmek” askerler için elbette yüksek seviyeli bir motivasyon kaynağı olarak görülemez. Bu yüzden askerin geçimini sağlama dışında yaptığı işten gurur duyacağı misyon duygusu ile psikolojik tatmine kavuşması da gerekir. Asker profesyonelliğinin gerektirdiği özgüven, işini mükemmel bir şekilde yapma, milletin sadık bir hizmetkârı olarak ona sadakatle canı pahasına hizmet sunma ve bunların yarattığı toplumda karşılığı bulunan şeref ve itibar duygusu, “asker ne ile yaşar” sorusunun muhtemel cevapları olabilir. Bu cevaplara askerin astına ve üstüne mutlak güven duymasını da ilave etmeliyiz. Kumpas yargılamaları ordumuzun bu sahada ne kadar değer yitirdiğini hepimize göstermiş olmalıdır. Bu arada son darbe girişimi ile bir kısım general ve subayların çok ağır cürüm işledikleri açıktır. Bunların hak ettikleri adli yaptırımlara bir an evvel uğratılmaları tabiidir. Ancak söz konusu rütbelilerin bir kısmının üzerinde daha üniforma bulunurken ağzı yüzü dağıtılmış halde, elleri bağlı yerlerde sürüklenme gibi askerlik şeref ve haysiyetini yok eden görüntü ve fotoğrafların devletin resmi ajansı tarafından servis edilmesi de doğru değildir.

Mücrimlerin uğradıkları hakaretleri hak ettikleri düşünülebilirse de kötü uygulamalar, niyet bu olmasa da asker camiasının toptan itibarsızlaştırılması olarak algılanabilir. Bu da asker itibarını tamir edilmeyecek kadar sarsabilir. Bu durum subay yetiştiren askeri mekteplere öğrenci bulmada Sultan Mahmud’un yaşadığı sıkıntıları yeniden bir daha millet olarak yaşamamıza sebep olabilir. Ordumuz yeniden yapılanırken, konuştuğumuz çerçevede doğru bildiğimizi bugün Büyük Âkif’in “sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek” netliği ile ifade zamanıdır: İki görev vekâletle parayla başkasına havale edilemez. Bunlardan birincisi erkekler için kocalık görevidir. Diğeri vatan savunmasıdır. Vatan savunmasını bu ülkenin çocukları bizzat kendileri yerine getireceklerdir. Vatan savunması para ile ithal işgücünden sağlanamaz. Makyavelli’in beş yüzyıl önceki paralı/kiralık askerlerle pek fazla iş görülemeyeceği tespiti günümüzde de geçerlidir. İşte bu yüzden askerliğin aylık, yıllık dışında mutlak cezbedici şeref ve itibarı olmalıdır. Yeterli sayı ve seviyede subay bulunamazsa bugün davul zurna ile askere uğurlanan nefer kitlesini de yakın bir gelecekte ancak polis ve jandarma ile toparlayabiliriz. Bu ise felaketin ta kendisidir.

Unutmayalım, “Ebedi Roma”nın çöküşünün bir sebebi de kendi vatandaşlarından generallik, subaylık, askerlik yapacak adam bulamayışıdır. Asker kadrolarının para ve diğer özlük hakları ile Roma’nın düşmanı olan barbar kavimlerden tedarik edilen personelle doldurulması, yıkılışı durduramamış hatta hızlandırmıştır…

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir