Görüşler

Halil Turhanlı yazdı: Pagan Avrupa ve yeni sağın yükselişi

Halil Turhanlı yazdı: Pagan Avrupa ve yeni sağın yükselişi

‘Gerçekliğe ve Geleneğe Karşı’ kitabının yazarı Halil Turhanlı, radikal sağ partilerin Avrupa halkları nezdinde ciddi bir teveccühle karşılanmasının sebeplerine odaklanıyor.

Avrupa’nın radikal sağ partileri ve bu partilerin demagog liderleri toplumun bir tehdit, ivedi bir tehlike altında olduğu havasını yaratıyor, ana akım partilerin ve düzenin yerleşik kurumlarının da bu tehlikeyi gideremeyeceğini vurguluyorlar. Yarattıkları bu atmosfer içinde zaman zaman seçim başarısı sağlıyorlar. Yerel ve genel seçimlerde, Avrupa Parlamentosu seçimlerinde beklenenin üstünde oy alıyorlar. Onların dile getirdiği düşünceler, temsil ettikleri eğilimler merkez partileri de etkiliyor, sağ popülizme doğru çekiyor. Üstünde durulması gereken başka bir konu daha var: Batıda radikal sağ; seçimlere giren siyasi partilerden ve bu partilerin tabanını oluşturan seçmen kitlesinden ya da kimi kez sokağa çıkan ve tedirgin edici gövde gösterileri düzenlenen örgütlerden ibaret değil. Bunların dışında entelektüel hareket olarak da bir radikal sağ mevcut. Avrupa’da 1789 Devrimi’ne karşı çıkan Joseph de Maistre gibi Restorasyon düşünürlerinin, Almanya’da iki büyük savaş arasında yükselen “muhafazakâr devrimciler”in, Julius Evola gibi gelenekçilerin mirasından beslenen güçlü bir hareket. Dahası, sadece muhafazakâr düşüncenin yaratıcılarından da yararlanmıyorlar; örneğin Alain de Benoist, Gramsci’nin hegemonya nosyonuna da başvuruyor ve bu nedenle “sağ Gramscien” olarak niteleniyor.

1968’in radikal soluna, onun savunduğu değerlere tepki olarak beliren bu entelektüel hareket sokaktaki radikal sağ militanlıktan farklı olarak kendini dergi ve kitap sayfalarında, konferans salonlarında ifade ediyor. Ancak bu sokaktaki sağ radikalizm ile ortak noktaları bulunmadığı anlamına gelmiyor. Batının liberal demokrasilerine duyulan derin kuşku, İslamofobi, çok-kültürlülüğe muhalefet ve göçmen karşıtlığı onları ortak bir zeminde buluşturuyor. Fransa’da GRECE adlı düşünce kuruluşunun çevresinde bir araya gelen ve Yeni Sağ (Nouvelle Droite) adıyla bilinen hareket, Avrupa radikal sağının entelektüel çehresine özgü özelliklerin hemen hepsini temsil ediyor. Hem 1789’un eşitlik ilkesine, hem de 1968’in radikal sol felsefesine tepki olarak doğmuş bir düşünce okulu. Aslında hiç de yeni bir hareket değil. Kökleri 1968’e dayanıyor. O tarihten günümüze radikal sola karşı kültürel hegemonya mücadelesi yürütüyor. Soğuk savaş yıllarında Avrupa için iki blok dışında, kapitalizmin ve sosyalizmin ötesinde üçüncü bir yol öneriyordu. “Doğu’nun barbarlığı ile Batının dekadansı” arasında sıkışmayan bir Avrupa. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden ve Avrupa solunun krize girmesinden sonra ABD, eleştirilerinin öncelikli hedefi haline geldi. Yeni Sağ düşünürleri 1945’ten sonra, ikinci büyük savaşı izleyen dönemde Amerika’nın Avrupa’ya kendi değerlerini dayattığını ve kültürel hegemonyası altına aldığını, Amerikanlaşan Avrupa’nın kaybolmaya yüz tutan değerlerini onararak geçmişine dönmesi gerektiğini vurguluyorlar.

GRECE’in kurucusu ve Yeni Sağ’ın en etkili düşünürü Alain de Benoist uzun zamandır Amerika’nın küreselleşme adı altında kendi çıkarlarını ve değerlerini Avrupa’ya egemen kılmasına karşı koyacak kolektif bir Avrupa kimliği ihtiyacını vurguluyor. Bunun için de “etnik öz” nosyonuna başvuruyor. Buna göre, her ulus değişmez bir öze sahip; ulusal kimliği oluşturan, ulusal aidiyeti sağlayan da bu doğal öz. Dolayısıyla dünyanın farklı uluslara bölünmüş olması çok doğal. Ancak farklı özleri Avrupa uluslarını ortak bir kültürel zeminde birleştiren özellikler de içeriyor. Bu özellikler bir araya geldiğinde ortak bir Avrupalı kimliği ortaya çıkıyor. Bu ortak kimlik aynı zamanda bir yazgı, Avrupa’nın yazgısını belirliyor. Burada çok belirgin bir biçimde Nietzsche’deki yazgıyı ele geçirme, gerçekleştirme ve   izleme iradesi konusundaki düşüncelerin etkisi görülüyor.

Alain de Benoist küreselleşmeye ve kozmopolitanizme karşı etnik çoğulculuktan yana olduğunu söylese de onun anlayışı gerçekte Avrupa’da Avrupalıların dışında etnik topluluklara yer vermiyor. Etnik-çoğulculuk kavramı ilk bakışta biyolojik ırkçılıktan uzak durduğu izlenimi uyandırıyor. Fakat aslında etnik çoğulculuğu değil, “ultra ulusçuluğu” savunuyor. Ulus devletlerin ortadan kalkmadığı, federasyon olarak örgütlenmiş, Avrupa halklarının ortak değerlerine dayalı, “çok bayraklı bir Avrupa” öneriyor.

Yeni Sağ, eşitlik düşüncesine karşı çıkarken doğal haklar kuramının da eleştirisine girişiyor. Buna göre, eski Avrupa’da bir insanın sahip olduğu her hak onun bağlı olduğu toplumla ilişkisine göre belirleniyor ve tanımlanıyordu. Hıristiyan Avrupa’da bu haklar anlayışı her insanın toplumsal bağlardan bağımsız aşkın bir ruha sahip olduğu düşüncesiyle değişti, evrenselleşti. Günümüzde sözü çok edilen ve doğal haklar kapsamında sayılan insan hakları da Hıristiyanlığın getirdiği bu anlayışa göre tanımlandı. Amerikan ve Fransız devrimlerini izleyen dönemde hayata geçen doğal haklar anlayışıyla ulusu homojen bir topluluk olarak birarada tutmayı amaçlayan yasalar devletin bireysel özgürlükleri kısıtlayan dayatmaları olarak görülmeye başlandı.

18-01/09/screenshot_1.jpg

PAGANİZMLE RUHSAL YENİLENME

Buraya kadar özetlenen düşünceler aslında salt Yeni Sağ’a özgü değil.  Bunların bir kısmını merkez sağ ve sol partiler de açıkça dile getiriyorlar. Peki, Alain de Benoist ve Yeni Sağ’ın dile getirdikleri düşünceler arasında farklı olan ne?  Benoist merkez sağın Hıristiyan Avrupa’sına karşı pagan Avrupa’yı savunuyor. Onun pagan Avrupa’sı adalet, eşitlik, yardımseverlik ve hümanizm gibi değer ve ilkeler üstüne inşa edilmiş bir Hıristiyan Avrupa’nın alternatifi.

Pierre-André Taguieff de eşitlik düşüncesinin köklerini Hıristiyanlıkta gören, doğal haklar anlayışının da esasen buradan geldiğini savunan Yeni Sağ’ın Avrupa’daki Hıristiyan değerlere karşı muhalefetine dikkat çekiyor. Yeni Sağ’ın bu muhalefetini paganizm savunusuyla meşrulaştırdığını vurguluyor. Gerçekten,  pagan Avrupa özlemi ve bu uzak geçmişe dönüş çağrısı özellikle Benoist’nın düşüncesinde çok belirgin. ‘Pagan Olmaya Dair’ başlıklı kitabında modern Avrupa’nın düzenini ve kurumlarını Hıristiyanlık değerlerinin biçimlendirdiğini, bunların eski Avrupa’nın özüne yabancı olduklarını, Avrupa’nın özgün kimliğine geri dönebilmesi için öncelikle Hıristiyanlığın değerlerini reddetmesi gerektiğini ileri sürüyor. Benoist’ya göre Avrupa’nın ruhsal yenilenmesi, canlılık kazanması ancak paganizme dönüşle mümkün olabilir. Modern Avrupa’yı içine sürüklendiği nihilizmden ancak pagan tanrılar kurtarabilir. Hıristiyanlığın dayattığı günah, suç, acizlik, kendini küçük görme duygularının, bunların yol açtığı ruhsal bozukluğa ancak iyinin ve kötünün birarada bulunabileceğini kabul eden paganizm şifa verebilir.

Benoist pagan tanrılar arasındaki çatışmaların ne denli şiddetli olursa olsun George Dumezil’in saptadığı üçlü alan ve yapıyı bozmadığını belirtiyor. Hint-Avrupa toplumlarının ideolojik yapılanmaları, dinsel inançları, mitleri, törenleri hakkında kapsamlı ve etkileyici çalışmalarıyla dinler tarihi disiplinine büyük katkıda bulunmuş olan George Dumezil bu toplumlarda üç farklı alana ve bunlara tekabül eden üç farklı işlevin varlığına dikkat çekmişti. Sözünü ettiği üç işlevin farklı kişiler ve toplumsal kategoriler tarafından yerine getirildiğini de vurguluyordu. Buna göre kral (hükümdar) büyü ve yargı yoluyla egemenlik alanını yönetiyor, savaşçılar savaş gücünü oluşturuyor ve yiyecek tedarik edenler ekonomik refahı gerçekleştiriyordu. Benoist, Dumezil’in üç yapı tezini kabul ediyor ve pagan tanrıların, pagan dünyanın insanlarının birbirlerini oldukları gibi kabul ettiklerini vurguluyor.

Pagan Avrupa’ya özlemi bir başka radikal sağcı yazar Tomislav Sunic de dile getiriyor. Roma İmparatoru I. Konstantin’in Hıristiyanlığı kabul etmesiyle Avrupa’da pagan çağların da sona erdiğini, izleyen yüzyıllarda Hıristiyanlığın Avrupa’ya egemen olduğunu, Avrupa’nın çoğu kez zor yoluyla Hıristiyanlaştırıldığını ileri sürüyor. Sunic bir zamanlar Nero ve Caligula gibi çok gaddar imparatorların cezalandırdığı Hıristiyanların benzer şiddeti paganlara uyguladıklarını hatırlatıyor. 

Benoist’nın modern Avrupa’yı Hıristiyanlığın biçimlendirdiğine dair düşünmelerinde yüksek dozda doğruluk payı mevcut. Ancak bunlar çok da özgün düşünceler değil. Çoğu başkalarınca daha önceden dile getirilmiş tezler. Modern Avrupa’nın ekonomik düzenine, kültür dünyasına Hıristiyanlığın damga vurduğu bir gerçek. Max Weber kapitalizmin gelişmesini Protestan ahlakının sağladığını ileri sürmede, kapitalizm ile Protestanlık arasında bağ kurmada büyük ölçüde haklıydı.  Protestanlık ve onun gelişmesinde pay sahibi olduğu kapitalizm Avrupa’nın geleneksel yapısını çözerek modern Avrupa’ya geçişi sağladılar. Mitlere dayalı dünyanın yerini akıl temelinde örgütlenen yeni Avrupa aldı.

Harold J. Berman ise, modern Avrupa hukuk düzeninin oluşmasında, hukuk düşünmesinin gelişmesinde “Papalık Devrimi”nin katkısından söz eder.  Hukuk ve Devrim   başlıklı hacimli çalışmasında, Batı tarihinde köklü dönüşümlere yol açan devrimlerin önemini vurgular; bugün yürürlükte bulunan hukuk düzenin de bu devrimlerin sonucu olduğunu belirtir.  Bu devrimlerden biri de on ikinci yüzyıldaki “Papalık Devrimi”dir.

Berman Avrupa’da on birinci yüzyıl öncesinde erken Roma İmparatorluğu hukukunun kimi kuralları bilinmekle, kavimlerin hukuk kurallarına yakın geleneklere sahip olmakla, feodal adetler hukuk benzeri işlev görmekle birlikte hukukun ayrı bir düzen ve düşünce olarak gelişmediğini, modern hukuk düzeninin temelini oluşturabilecek hukuk metinlerinin henüz yazılmadığını belirtir. Avrupa’nın hukuk düzeninin ana yapısını oluşturma yönünde ilk adımların on ikinci yüzyılda “Papalık Devrimi”yle atıldığını, Batının modern hukuk düzeninin Roma Katolik Kilise’sinin hukuku olarak doğduğunu ekler.

TEOLOJİK-POLİTİK ALAN

Hobbes’un “paylaşılmaz ve ayrılmaz egemenlik anlayışı”nı yirminci yüzyılda savunan, yeni-Kantçılığın hukuk anlayışına ve hukuki pozitivizme muhalefet eden, liberalizmden ve parlamentarizmden derin kuşku duyan Carl Schmitt de modern Avrupa hukukunun temelinde Kilise hukukunun bulunduğu konusunda hemfikirdir. Schmitt modern devlet teorisinin bütün önemli kavramlarının da temelde teolojik kavramlar olduğunu ileri sürer. Bunlar tarihsel gelişim süreçleri içinde sekülerleşmiş olmakla birlikte özleri itibariyle teolojik niteliğe sahiptirler. Katolik teolojinin politik alana yansımasında Tanrının kadiri mutlaklığı yasa koyucunun mutlak yetkisine dönüşmüştür. Hukuk disiplini ise politik ve dinsel alanlar arasındaki yakın ilişkinin ve bağın ortak ifadesidir. Carl Schmitt liberalizme, kuvvetler ayrılığı ilkesini yerleştirerek devletin bütünlüğünü parçaladığı, devlet yapısında bölünmeye yol açtığı ve egemenin kararı yerine tartışmayı koyduğu için karşı çıkar.

Derrida da Batıda hükümranlığın tesis edilmesi sorununu ele alırken köklerinin Hıristiyanlıkta bulunduğunu belirtir. Buna göre modern çağda bölünmez bir güç olarak hükümranlık dünyevileşmiştir. Ancak bu Batının siyasal düzeninde ve kurumlarında dinsel köklerin yok olduğu anlamına kesinlikle gelmez. Batıda Hıristiyanlık ve sekülerlik hep birarada olagelmiştir.

Yukarıda çok kısaca değindiğim tezler Alain de Benoist’nın modern Avrupa’nın inşasında Hıristiyanlığın rolüne dair düşünleriyle örtüşüyor. Ancak Benoist’nın iddialarının aksine Hıristiyanlık Avrupa’da eşitlik düşüncesini yaymadı ve yerleştirmedi. Bir başka ifadeyle, Avrupa düzenini biçimlendiren yoksulların, ayaktakımının inancı olarak Hıristiyanlık değildi. Avrupa düzenini tahtların, hükümdarların iktidarına destek veren, onların eşitsizlikler üstüne kurulu dünyevi düzenlerine payanda olan Kilise inşa etti.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir