Görüşler

Halil Turhanlı yazdı: Patocka ve Avrupa’nın çöküşü

Halil Turhanlı yazdı: Patocka ve Avrupa’nın çöküşü

“Gerçekliğe ve Geleneğe Karşı” kitabının da yazarı Halil Turhanlı, Çek filozof Jan Patocka’nın eserlerinden hareketle insanlığın 20. yüzyılda Avrupa öncülüğünde yaşadığı yıkımı ele alıyor.

HALİL TURHANLI

1989 öncesi Doğu Avrupa’nın en güçlü muhalefet hareketini Çekoslovakya’da Charter 77 Bildirisi çevresinde bir araya gelen entelektüeller oluşturuyordu. Charter 77’yi kaleme alanlar arasında filozof Jan Patocka da vardı. Dahası, bildiriyi kaleme almakla kalmamış, o çevrenin sözcülüğünü yapma görevini de (Vachal Havel’in ısrarı üzerine) üstlenmişti. 

Patocka muhalif olmanın bedelini ağır ödedi. Bir yeraltı filozofuydu. Ders vermesi yasaklandı. Derslerini ancak gizli toplantılarda anlatabildi, keza kitapları da samizdat yayın olarak gizlilikle basılabildi. Yıllarca izlendi, sorgulandı, tutuklandı. Nihayet 13 Mart 1977 tarihinde on saatten fazla süren bir sorgulamadan sonra beyin kanaması geçirerek hayata veda etti.

Patocka, 1973’den başlayarak 1977’de ölümüne dek ve özellikle Platon ve Avrupa, Felsefe Tarihinde Heretik Denemeler başlıklarını taşıyan kitaplarında “ruha ihtimam gösterme“ kavramı üzerinde durdu, bu kavramı işledi. Her iki kitapta da Husserl’in Avrupa İnsanlığının Krizi ve Felsefe başlıklı metninin etkisi çok belirgindir. Husserl’in bu metni kaleme aldığı 1933 yılında Patocka onun öğrencisiydi.

Foucault, 1984 yılında verdiği derslerden birinde Platon ve Avrupa üzerinde uzun uzadıya durmuş ve bu kitabı öğrencilerine hararetle tavsiye etmişti. Platon ve Avrupa’nın “Modern felsefe tarihi kitapları içinde, her halükarda epimeleia (ihtimam) nosyonuna önemli bir yer veren tek metin”  olduğunu söylemişti. Gerçekten Patocka bu kitapta, ihtimam kavramını, ruha ihtimam gösterme nosyonunu yirminci yüzyılda hiçbir düşünürün yapmadığı denli derinlemesine ele almıştır. Patocka’ya göre bu nosyon Batı metafiziğinin temelini oluşturur. Ancak bir tanı da koyar: Yirminci yüzyılda Avrupa kültürünün çöküşünün nedeni ruha gösterilen ihtimamın ihmal edilmesidir.

Patocka, Platon’un diyaloglarını analiz ederek ihtimam gören ruhun üç özelliğini ortaya koyar. Ruh cesaretlidir, sorgular, kendini de sorgulamaya açıktır. Disiplinlidir, hayatta karşılaştığı bütün meseleleri düşünme sürecine tabi kılar. Ruh adildir, bunun için kendi ölçütlerini oluşturur.

Heretik Denemeler‘inde, özellikle “Avrupa Uygarlığı Dekadan mı?Neden?” başlıklı beşinci denemede daha önce Plato ve Avrupa’da koyduğu tanının, ruha ihtimamın ihmal edilmesinin Avrupa uygarlığı açısından yol açtığı etkileri işlemeyi sürdürür. Patocka’ya göre ruha ihtimam gösterilmemesinin en önemli sonucu dekadanstır. Ancak bunun nedenlerinin anlaşılabilmesi için önce bir sonraki denemede, “Yirminci Yüzyılın Savaşları ve Savaş Olarak Yirminci Yüzyıl”da yaptığı gece-gündüz,  dünyevi-ilahi ayrımlarımı; bunlar arasındaki bölünmeyi okumak gerekiyor.

Yıkıcı dikotomi

   Gündüz her zaman içinde yaşadığımız tanıdığımız, alıştığımız dünyadır. Güvenlidir ve insanlara iyi davranır, onlara kucak açar. İnsanlar bu dünyada varoluşları açısından bir temel, bir kök edinirler. Bizi kabul eden, güvenli yuvamız olan, kendimizi kök salmış hissettiğimiz gündüz dünyası… Beri yandan gece, karşı-gerçeklik güçlerinin egemen olduğu dünyadır. Orada gerçekliğin verdiği rahatlığı, güvenlik duygusunu bulamayız.

Bu iki dünya arasında uzak mesafe vardır. Karşıtlık içindedirler. Karşıtlık çok eskiye, mitik zamanlara değin uzanır ancak gündüz ve gece arasındaki mesafe ve boşluk modern insanın da sorunudur, boşluğu o da deneyimler. Kucak açan, kök salmaya imkân veren gündüz ile yabancılık duygusu uyandıran, tedirginlik veren gece arasındaki boşluğu modern insan da algılar. Bunu hissetmek rahatsız edici bir andır.  Bir sarsılma deneyimidir.

Patocka söz konusu karşıtlığı kimi kez dünyevi ve kutsal ayrımıyla açıklamaya çalışır. Dünyevi alan gündelik ihtiyaçları karşılayabilmek için çalışmanın, üretimin, başka insanlarla karşılıklı bağımlılık ilişkilerinin, onlarla gündelik hayattaki karşılaşmalarımızın, alışkanlıklarımızın, insanların yanı ıra nesnelerle kurduğumuz ilişkilerin, maddi ve bedensel varoluşun alanıdır. Ama buradaki etkinlikleri, insanın kapasitelerini harekete geçirecek enerjisini tüketir. Başkalarının istek ve iradeleriyle çatışmaya girer. Özüyle bağları gevşer ve giderek kopar.

Patocka ayrımları açıkladıktan sonra Avrupa’nın iki bin yıllık mirası olan ruhun hırpalanması, onarılması hayli güç biçimde tahribata uğraması, o ruha ihtimam gösterilmemesi nedeniyle yirminci yüzyılın savaşlar, yıkımlar, felaketler çağına dönüştüğüne dikkat çeker. Ruhun tahribatının savaş alanlarından önce dünyevi alanda, gündelik hayatta, gündüzün aydınlığında ve güvenli ortamında başladığını da ekler.

Ruhun ihtimam görmemesinin asli sonucu dekadanstır. Peki, dekadans sözcüğü Patocka için ne anlama geliyor? Nietzsche ile aynı anlamda mı kullanıyor? Dekadans, Nazi ideologların da jargonlarına aldıkları ve sık kullandıkları bir sözcük değil miydi?  Patocka’ya göre bir insanın en içsel, en derin yapısıyla; özüyle, sinirleri ve dokusuyla bağları zayıfladığında, bu bağlar giderek koptuğunda dekadansa yenik düşmüştür. O andan itibaren daha fazla kuvvet kaybeder. Bu anlamda dekadans bir tür bükülme, içten içe kuvvet kaybetmedir. Denilebilir ki Patocka’nın dekadan insanı bir bakıma T.S.Eliot’ın Çorak Ülke’de sözünü ettiği içi boşalmış, içi samanla doldurulmuş insanlarına benzer.

“Yirminci Yüzyılın Savaşları ve Savaş Olarak Yirminci Yüzyıl “da ruhsal ve metafizik tükenişi, dekadansı savaşlar, özellikle de Birinci Büyük Savaş bağlamında ele alır. Buna göre dünyanın teknolojik dönüşümü Avrupa’yı dev bir laboratuvara dönüştürmüştü. Özellikle Almanya’da geliştirilen savaş sanayisi, teknolojinin en korkunç, en kıyıcı yönüydü. Bu dönüşüm gündelik hayatta insanların tam da kendilerini güvencede hissettikleri, daha fazla güvencede hissetmek için uğraştıkları gündüz vaktinde gerçekleşmiştir. Genç insanları savaş alanlarına gecenin karanlığı değil, gündüzün aydınlığı sürüklemiştir. Şöyle de söylenebilir belki: Barbarlık, Avrupa’nın dışında, Karanlığın Yüreği’nde değildi, tam aksine, Avrupa’nın gündüzünde, aydınlığındaydı.

Heretik Denemeler’de boşluğu kutsayan, her şeyi olumsuzlayan, bütün hakikatleri anlamsız gören nihilizmin kötücül bir kudrete sahip olduğu vurgulanır. Nihilizmin karşısında ruhun canlılığına kavuşmasının ne denli önemli olduğu dile getirilir. Patocka’nın düşüncelerinde Avrupa hümanizminin ve metafiziğinin derin etkisi vardır. Düşüncelerinde belirleyici olan bu kaynakların tezlerini Avrupa merkezcilikle malul kıldığı söylenebilir elbette. Ama beri yandan Avrupa kültürüne damgasını vuran, Avrupa’nın düşüncesini derinden etkilemiş Hristiyanlığın eleştirisi de vardır bu denemelerde. Heretik olmalarının nedeni de budur. (Patocka’nın heretik denemelerindeki Avrupa’yı, radikal sağ düşüncesinin önde gelen sözcülerinden Alain de Benoist’ın pagan Avrupa projesinin karşısına koyarak ele almak bir başka yazının konusu olabilir).

kıyımların başlangıcı

“Yirminci Yüzyılın Savaşları ve Savaş Olarak Yirminci YüzyıL” odağında Birinci Dünya Savaşı’nın yer aldığı hayli karmaşık ama o denli de etkili bir metin. Avrupa’nın kaybettiği değerlerinin, savaşta ölenlerin ardından yakılmış bir eleji. Şiirsel bir metin. Bu şiirselliğinden dolayı savaş hakkında yazılmış bir başka felsefi metinle değil de savaş deneyiminden doğmuş; savaş alanında, cephede yazılmış iki şiirle yan yana okunmasını önereceğim. Georg Trakl‘ın  “Grodek” ve Wilfred Owen’ın  “Tuhaf Karşılaşma” şiirlerinden söz ediyorum. İki şair de Birinci Dünya Savaşı’nın bütün dehşetini yaşadılar ve savaştan geri dönemediler. Trakl savaşın başında, Owen ise ateşkes antlaşmasından sadece bir hafta önce öldü.

Yüzleri dağılmış, bedenleri parçalanmış askerleri, cepheden firar ettikleri için kurşuna dizilerek cezalandırılanları görmek Georg Trakl’ın dağınık akıl düzenini iyiden iyiye altüst etmişti.  Patocka’nın  diliyle söyleyelim, sarsılma deneyimi yaşamıştı. Bu deneyime tepkisi yüksek dozda kokain alarak intihar etmek oldu. “Grodek” şiirinde ölümcül silahların sesleri akşamın karanlığında da susmaz, yankılanırlar. Gece cansız genç bedenleri kuşatır, kucaklar ama onları yaşama döndürme gücünden yoksundur. “Grodek” şiiri Patocka’yı doğruluyor. Birinci Dünya Savaşı bütün şiddetin, yirminci yüzyıldaki bütün kıyımlarım önünü açmıştı.

Owen, 1918 yılında cephedeyken savaşın tam ortasında yazdığı “Tuhaf Karşılaşma”da ise anlatıcı silahların ateşinden kaçmak, ölümden kurtulmak için siperlere iner ama indiği yerin aslında cehennem olduğunu anlar. Cehennemde öldürmek zorunda kaldığı Alman askeriyle yeniden karşılaşır. (Henüz) yaşayan anlatıcı ile ölmüş olanın bu “tuhaf karşılaşma”sı gerçekleşir. Savaşın gerçekliği ile bir kâbusun birbirine karıştığı andır bu. Yüzüne “bin ıstırap” yerleşmiş ölü asker artık anlatıcı için düşman olmaktan çıkmış, “arkadaşım” olmuştur.

Owen indiği cehennemden savaş alanına uzak bir mesafeden ve eleştirel bir perspektiften bakabilir. Böylelikle zamanı aşan, Birinci Dünya Savaşı’nın ötesinde bütün savaşların dehşetini duyuran insancıl bir mesaj iletir. Patocka’nın metni de öyle, savaş alanlarının bütün insanlığın, insanın yarattığı tüm değerlerin yok olduğu yerler olduğunu  duyuruyor bizlere.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir