Görüşler

Mehmet Evkuran yazdı: Zor zamanlardan çıkış planı!

Mehmet Evkuran yazdı: Zor zamanlardan çıkış planı!

Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Evkuran, toplumsal mutabakat ve radikalizmle mücadele arasındaki ilişkiyi kaleme aldı.

MEHMET EVKURAN

Teorisiz ve söylemsiz olmaz!

Bir sosyal düzen, arkasında yer alan ve onu besleyen sağlam bir teoriden güç alır. Teorinin insanlar üzerindeki etkisini küçümsememek gerekir. Teolojik, felsefî ya da politik tüm düşünceler ve tavır alışlar bir teori tarafından belirlenir. Sadece düşünceler değil duygular da teorik bir çerçevede tanımlanır ve tedavüle sokulur.

Teoriyi küçümseyen yaklaşımlar, nasıl bir teori sunuyor? Modern düşüncede “teorinin sefaleti”, “teorinin düşüşü” ve nihayet “ideolojilerin sonu”’ söylemleri göze çarpmaktadır. Yakından incelendiğinde Marksist çevreler, özellikle Sovyet bloğunun dağılmasının ardından yaşadıkları ideolojik krizi aşmak üzere bir çözüm arayışı içine girdiler. Öze dönüşçü (Marksist selefîlik) ya da revizyonist (tecdit) söylemler, teoriyi terk etmek yerine daha tutarlı ve gerçekçi bir teorinin mümkün olduğu düşüncesini korudular. Aksi halde kapitalizm karşısında sadece politik değil daha kötüsü, ideolojik yenilginin de onaylanması gerekecekti. Sorun, Marksist ilke ve ideallere uygun olmayan aşırı devletçi ve totaliter yapılardan kaynaklanıyordu. Otoriter devletçilik Marksizmi tüketmişti. Bu durumda daha insancıl ve özgürlükçü bir teorinin inşa edilmesi tek çözüm olarak görüldü. Psikanalize, ekolojiye, feminizme, yerinden yönetim/özerkliğe duyarlı bir Marksist teorinin kurgulanması çabaları öne çıktı. Öyle görünüyor ki hayat karşısında tutunamayan otoriter ideolojiler, insan doğasına dönüş yaparak bir revizyon sürecine girmektedirler. Devletçi ve otoriter bir ideolojiden, “fıtrata uygun” bir teoriye geçişi denemektedirler.

Kapitalist ve neo-liberal sistemin hakim olduğu ülkelerde öne sürülen “ideolojilerin sonu” söylemi ise Batı-merkezci dünya görüşünün yeni bir hamlesidir. Batı-dışı dünyanın iflasını ilan eden bu söylem, Batılı yaşam biçimlerinin bir teoriye ihtiyaç duymayacak düzeyde “gerçek ve canlı” olduğu düşüncesini vurgulamaktadır. Güçlü olanın, her türlü teorinin üzerindeki fiilî üstünlüğünden kaynaklanan bir ayrıcalığı elinde tuttuğu mesajıdır verilmek istenen. Bunların da sonuçta birer “teori” olduğu unutulmamalıdır.

Farklı etnik, dinsel, mezhepsel, kültürel, politik yapı ve grupları bir arada yaşamaya ikna edecek kapsayıcı bir sistem kurmak ve korumak zorunludur.

Teori, toplumun tarihsel ve kültürel çeşitliliğini yansıtmak durumundadır. Açık ve demokratik bir yöntem izleme iddiasında bulunan yönetimler, her şeyden önce toplumda birbiriyle rekabet eden farklı dünya görüşlerinin talep ve duyarlılıklarını hesaba katmak zorundadır. Aksi halde tek yönlü duyarlılıklar üzerinden kurulacak bir politik sistemin, dışladığı dünya görüşlerinin rahatsızlıklarından kaynaklanan daralma ve duyarsızlaşma tehlikesiyle karşı karşıya kalması kaçınılmadır. Farklı ve muhalif olanların varlığını kabul etmek ve onların sesine kulak vermek bir yönetim için bir lütuf değil görevdir.

Bir süredir Avrupa’da çokkültürlülükten ricat eğilimleri gözlemlenmektedir. Açıkça yabancı düşmanlığı yapan ırkçı kesimlerin yanında daha makul görünen çevrelerde de bir çokkültürlülükten uzaklaşma ya da en azından buna eleştirel yaklaşma tavırları öne çıktı. 11 Eylül saldırılarının ardından oluşan politik hava, medyanın da desteğiyle, Müslüman karşıtı kampanyalara dönüşmüş bulunmaktadır. Milliyetçi ve radikal kesimler İslamofobiyi tüm Avrupa kimliğinin bir parçası haline getirmeye çalışıyorlar. Sanat ve akademik camia da kendi tarzlarınca bu ahlaksız kampanyaya destek sağlıyorlar. Görüntüde Avrupa kimliğini korumak, Batılı değerlere ve yaşam tarzına sahip çıkmak gerekçesine dayandırılan yeni bir dışlayıcı söylem yaygınlaşmaya başlamış durumda. Avrupa merkezcilik kendine yeni kanıtlar ve gerekçeler oluşturmakta. Bunun siyasal ve toplumsal somut sonuçlarından biri, radikalizmin güçlenmesidir. Dinî radikalizm Orta Doğu’da, seküler radikalizm ise Batı’da yükselişe geçmekte, en azından bunun için uygun zemin oluşturulmaktadır.

Süreç, kendi refah ve çıkarını her şeyin üstünde tutan Avrupa siyasetinin katı ve acımasız reel politiğinden kaynaklan önyargılı ve ikiyüzlü özelliğini de ifşa etmiştir. Oysa Aydınlanma’nın mirasını devralan ve uzunca bir süre bilim, sanat, kültür, edebiyat alanında evrensel değerler üreten kültür endüstrisinin Batı’nın sosyal yapısı tarafından da içselleştirilmiş olması beklenirdi. Böyle olmadığı, kültür ve düşüncenin bir tarafta siyaset ve gündelik hayatın ise başka bir tarafta aktığı ortaya çıktı. Evrensel kültürün geri çekilmesi Batı’da da yaşanan bir süreçtir ve bastırılmış olan, bu geri çekilme sonucunda tüm şiddetiyle geri döndü. Yabancı düşmanlığı, ötekileştirme, İslamofobi hatta Türkofobi Batılı siyasetçilerin sorumsuz ve kışkırtıcı söylemleri ile de yaygınlaştı.

Küresel sistem, radikallerin ve aşırıların insafına terk edilmiş bir Batı-dışı dünya kurmaya çalışmaktadır. Aslında “aşırıların insafı” nitelemesi de yakından incelendiğinde anlamını yitirmektedir. Zira DAEŞ olayında da anlaşıldığı gibi ABD, İngiltere ve Batılı devletler Orta Doğu’da şiddeti, terörü, bölgesel krizleri, kitlelerin karşılıklı öfkesini bizzat kendileri kurgulamaktadır. Artık DAEŞ’in bir hilafet devleti değil, bir Müslüman örgüt bile değil, aksine kanlı bir ABD-İngiltere fiction/kurgusu olduğunu biliyoruz. Ancak bunu bilmek önemli olmakla birlikte yeterli değildir. Uluslararası sistem, yıllardır Türkiye’ye kendi sınırları içinde kalması, etrafında olup bitene kafa yormaması politikasını izlemesinin kendisi için en iyi olduğu düşüncesini dayattı. Oysa bu koca bir yalan ve diğer yandan da coğrafyamızda sürdürülen ahlaksız bir politikanın parçasıydı. Dünya, düşündüğümüz kadar sorumlu, iyi niyetli ve anlayışlı aktörlerden oluşmuyor.

15 Temmuz’da ifşa olan şey, Türkiye’nin kendi kabuğuna çekilmesinin orta vadede krizlere yol açacağı, uzun vadede ise bölünmeyle sonuçlanacağı gerçeğidir. Yeni Osmanlıcılık benim de eleştirel baktığım bir perspektiftir. Ancak “Yeni Osmanlıcılık rüyalarına kapılmayalım/kapılmayın!” yolundaki alaycı söylemlerin, yanı başımızda çöken bir coğrafya gerçeği karşısında kendimizi nasıl güvende tutacağımıza dair klasik Batıcı söylemin dışına çıkarak inandırıcı bir şeyler söylemesi gerekmez mi?

Radikalizm ile baş etmek, ülkemizin önünde duran en acil ve temel gündem maddesidir. Batıcı-seküler radikalizmin toplumsal ve politik vesayetinin çözülmesinin ardından dinî ve milliyetçi radikalizm türlerinin tedavüle sokulma süreci başlamıştır. Dinî radikalizm, milliyetçi bazı temel ilke, değer ve eğilimleri de içerdiği için şimdilik ayrıca bir milliyetçi radikalizme gerek duyulmamaktadır.

Radikalizm ile mücadele etmek, radikalizmin düşünsel motivasyon ve ilkelerini deşifre etmekten geçer. Gözümüze ilk çarpan, tüm radikallerin tek tipçi olması ve farklılıklardan ve çoğulculuktan nefret etmesi, bunun bir sonucu olarak da şiddet ve teröre başvurmasıdır. Şu halde çoğulculuğu ve farklılığı koruduğunuzda zaten radikalizmin beslendiği zemini kurutmuş olursunuz. Ancak yine de bundan fazlasına ihtiyaç vardır. Irak ve Suriye’de yaşanan ve gittikçe sistemli biçimde yayılan savaş, Türkiye’nin mazlumlara kucak açan ülke politikasının da katkısıyla sınır güvenliği konusunda sorunlar yaşanmasına yol açtı. Kendi içimizde terörün toplumsal ve ideolojik kökenlerini kurutabiliriz ancak savaşın içinden çıkıp gelen insanların yıkılmış dünyasında ya da bizzat terör örgütü üyesi olarak faaliyet sürenlerin şiddet dolu dünyasında terörün yeniden üretildiğini ve topraklarımıza taşındığını görmemiz ve buna karşı önlemler almamız gerekir. İdeolojik mücadelenin yanında stratejik-politik adımlar bu nedenle çok önem taşımaktadır.

Toplumsal mutabakat aynı olanların safları sıklaştırmasından değil, farklı olanların duyarlılıklarının birleştirilmesinden güç alır.

Toplumsal ve tarihsel olarak doğal olanı koruyan bir politika geliştirilmeliyiz. Farklı etnik, dinsel, mezhepsel, kültürel, politik yapı ve grupları bir arada yaşamaya ikna edecek kapsayıcı bir sistem kurmak ve korumak zorunludur. Sadece bir kesime denk düşen, herkesi değil bir eğilimi mutlu eden ve onun desteğini alan bir politik kurgu, kesinlikle çok kırılgan ve zayıftır. Farklı toplum kesimlerinin aynı ya da farklı gerekçelerle korumayı ve sahiplenmeyi arzu ettikleri bir sistemden söz ediyorum. Toplumsal mutabakat, aynı olanların safları sıklaştırmasından değil, farklı olanların duyarlılıklarını birleştirmesinden güç alır.

İslamcılık, milliyetçilik, seküler Batıcılık, liberalizm gibi toplumsal ve politik hayatımızda etkili olan ideolojilerin kendilerini temellere kadar inerek yeniden yapılandırmalarını gerektiren bir tarihsel-toplumsal eşikte durmaktayız. Şiddet ve terör üreten radikalizme karşı verilecek en güçlü, sağlam ve kalıcı cevap bu ideolojilerin geliştireceği ortak duyarlılık üzerine kurulabilir. 15 Temmuz tarihinde sergilenen destansı duruş, ideolojiler üzeri bir değerlendirmeyle mümkün olmuştur. Bu ortak değerlere ve duyarlılıklara dayalı duruşun teorisi bizim gerçek toplumsal-siyasal teorimizdir. Bu ıskalanmamalıdır, bir ideolojiye mal edilerek sulandırılmamalıdır. Sevme gerekçesi kendinde kalmak üzere bu ülkeyi seven herkesin kendini bulacağı kuşatıcı ve kapsayıcı bir tablo olan 15 Temmuz’u, ideolojik ve politik rekabet aracı yapmaktan sakınmak çok önemlidir.

Ülkemizde farklı inanç, düşünce ve kültürden insanlarla birlikte yaşadığımızı, yaşamamız gerektiğini sadece trajik sorunlar ortaya çıkınca vurgulamamalıyız. Bu farkındalık normalleşmeli, doğallaşmalı, sıradanlaşmalıdır. 28 Şubat sürecinde dindar ve muhafazakâr insanların ülkedeki varlığını bir sorun olarak gören ve bazı yasaklamalarla (başörtüsü, sakal, dinî simge ve davranışların kısıtlanması vb.) sistemi koruduğunu düşünen yabancılaşmış elit, kamu gücünü kullanarak steril ortamlar yarattığında sadece kendisini aldattığını çok geçmeden anladı ya da umulur ki anlamışlardır! Demek ki mesele, sorun olarak görülenlerin sahne arkasına alınması ya da kadraj dışı bırakılması ile çözümlenmemektedir. Daha doğrusu devletin, halkın belirli kesiminin tercihi olan ve değerlerinden kaynaklanan pratikleri ciddî bir güvenlik sorunu olarak değerlendirmesi, sorunun özünü oluşturmaktadır.

Batıcı seküler kesimin dindar-muhafazakâr toplum kesimlerini aşağılaması ve onları zaman zaman millî güvenliğe yönelik tehdit ilan ederek bastırmaya çalışması, devlet-toplum gerilimini artırmıştı. Şimdi ise seküler kesimin değerlerinin ve duyarlılıklarının görmezden gelinmesi aynı sonucu verecektir. Seküler, liberal ya da muhalif çevrelerin basit bir oy hesaplamasıyla politik azınlık olarak küçümsenmeleri, toplumsal barışı zedeleyecektir. Politika, iktidarı ele geçirmenin yanında farklı olanla birlikte yaşama sanatıdır. Farklı olanların sisteme ve toplumsal hayata kattığı değerlerin farkına varan, hatta bunu teşvik eden bir siyasal entelektüel dile ihtiyaç vardır. Ayrıca bu dilin çok yabancısı olmadığımızı da vurgulamalıyım.

Aslında bu denenmedi değil. Siyasal iktidarın yakın geçmişte samimiyetle başlattığı toplumsal istikrarı sağlamaya yönelik girişimlerinin vesayetçi çevreler tarafından oyunbozanlık yapılarak baltalandığı da ayrı bir gerçektir. Özgürlük verildi, hendekler kazıldı; açılımlar iyi niyetle karşılanıp desteklenmedi. 15 Temmuz sonrasında dünyanın da çivisinin çıktığı şu günlerde bu toplumsal mutabakat dilini yeniden ve daha güçlü ve daha ayık biçimde gündeme getirmeliyiz. Ülkemizin ve hatta bölgemizin ihtiyaç duyduğu toplumsal istikrar bu inşa dili üzerinden üretilebilir.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir