Görüşler

Metin Savaş yazdı: Millet iradesinin hayatî gerekliliği

Metin Savaş yazdı: Millet iradesinin hayatî gerekliliği

Parçalanmışlık içindeki kısmî bütünleşme nedir? İlahî iradeye katılmaya götüren yolda ilerleyiş nasıl olur? Yazar Metin Savaş, kaleme aldı.

METIN SAVAŞ

Çağımızın ünlü estetikçilerinden biri olan Suzanne K. Langer evrenimizdeki hiçbir varlığın bir diğer varlıkla tıpatıp aynı olmadığını hatırlatırken evrenimizdeki şeylerin biz insanlarca algılanmasının da farklı farklı olacağını belirtir ve şöyle der: “İki ayrı insanın tam benzeyen hiçbir şey görememeleri pek muhtemeldir.” Langer, biz insanlardaki algılama farkının sebebini şu şekilde açıklıyor: “İnsanların duyu organları, dikkat ve imgeleri, duyguları ayrıdır. Bu nedenden ötürü benzer izlenimlere sahip olmaları düşünülemez. (Sembolik Form Olarak Sanat, sayfa 143, Neclâ Arat, Edebiyat Fakültesi Basımevi, İstanbul 1977)”

Türk tefekkür hayatının meşhur simalarından Seyyid Ahmet Arvâsî ise Langer’ın bu saptamalarına şöyle katkıda bulunmaktadır: “İnsan zihni, oluşu parçalayarak ve tasnif ederek gözlemektedir. İçine doğduğumuz dünya, ilk önce bize bir eşya mahşeri olarak gözükmektedir. Bizim için dünyanın ilk görünüşü parçalanmış üç boyutlu bir madde kaosudur. Duyularımız ilk önce bu üç boyutlu eşya ve madde dünyasına takılır. Biz, hayat ve canlı olarak, bu parçalar ve eşyalar dünyasından sık sık şamar yeriz. Parçalar ve parça-bütünler dünyası, bizi kendi ile uğraşmaya mecbur eder. (Kendini Arayan İnsan, sayfa 70, S. Ahmet Arvâsî, Burak Yayınları, İstanbul 1998)”

Tanrı’nın hakikati tektir fakat biz insanlar mükemmel bir idrake sahip olmadığımız içindir hakikati daima parçalıyoruz.

Yukarıda naklettiğimiz bütün bu ifadeler insan hayatındaki parçalanmışlığın bir zaruret olduğunu bize yansıtmaktadır. Nitekim, Kur’an-ı Kerim’in En’am Sûresi’nin 95. Ayetinde, “Şüphesiz Allah, tohumu ve çekirdeği çatlatandır,” demektedir. Kutsal kitabımızdaki sözcüklerin herkesçe anlaşılabilecek yalın veya açık anlamları bulunduğu gibi tefsir etmeyi gerektirecek türden sembolik anlamları da bulunduğu için söz konusu ayetteki “tohum, çekirdek ve çatlatmak” kelimelerine temsilî mânâlar yüklememiz mümkün olabilmektedir. Bilindiği üzere kâinat başlangıçta kozmik bir noktadan ibaret idi. İşbu kozmik noktaya çekirdek ya da tohum dememizde hiçbir sakınca yoktur. “Şüphesiz Allah, tohumu ve çekirdeği çatlatandır,” ifadesi yalın olarak bize bitkilerin üremesini işaret ediyor ama aynı zamanda bu ayette kâinatın oluşumuna da bir gönderme var gibidir. Malumdur ki kozmik tohum “büyük patlama” dediğimiz infilâk veya çatlamaya uğrayarak kâinatımızı oluşturmuştur.

Tanrı’nın hakikati tektir fakat biz insanlar mükemmel bir idrake sahip olmadığımız içindir ki hakikati daima parçalıyoruz. “Bilgimizi değiştiren insan zihnine hâkim, insana has zihnî prensipler vardır,” diyor Arvâsî ve ekliyor: “İnsan zihnine hâkim bu prensipler, hakikati insana göre şekillendirerek tahlil ve tarif ederler. İnsan zihninde sanki hakikat bir tek olmaktan çıkar, çeşitlenir, âdeta parçalanır. (Kendini Arayan İnsan, sayfa 40)” Toparlayarak ifade etmemiz gerekirse, içerisinde yaşadığımız evrende parçalanma esastır ve Tanrı’nın kâinata biçtiği kânundur bu parçalılık. Kaldı ki Bakara Sûresi’nin 213. Ayeti, “İnsanlar bir tek ümmet idi,” demektedir. Başlangıçtaki beşerî teklik daha sonra bölünmeye uğramıştır. Klandan aşirete ve kavimden millete pek çok bölünmüşlüğün temelinde, Bakara Sûresi’nden öğreniyoruz ki, bütünlük vardır. Edebiyat eleştirmeni Ernst Fischer, sanatçının görevinin insanlara olayların gerçek anlamını açıklamak ve insanla doğa arasındaki temel ilişkiler sorununu çözümlemek olduğunu söylüyor ve ilâve ediyor: “Sanatçının görevi, bireysel hayatı toplumsal hayata, kişiseli evrensele yöneltmek, insanın yitirilmiş olan birliğini yeniden kurmaktır. (Sanatın Gerekliliği, sayfa 54, Ernst Fischer, E Yayınları, İstanbul 1979)”

KISMÎ BÜTÜNLEŞME NEDİR

İnsanın yitirilmiş birliği ne demektir? Hazret-i Muhammed, Arap edebiyatından şu vecizeyi “en şiirli söz” olarak tekellüm ediyor: “İyi biliniz ki, Allah’tan başka her şey bâtıldır.” Bizi vahdet felsefesine sürükleyebilecek olan bu vecizenin insanın yitirilmiş birliğini ihsas ettiğini varsayabiliriz. İsmet Özel “Kırk Hadis” adlı kitabında, “Müslümanlık,” diyor, “bütün ilahî metinler hesaba katıldığı zaman insan tekinin mümkün olduğu derecede aşağılık, süflî özelliklerden arınması, mümkün olduğu derecede ulvî özelliklerle donatılması sürecinin bir parçasıdır. (Şûle Yayınları, sayfa 42, İstanbul 2005)” Bütün bunlardan anlıyoruz ki parçalanmışlık hem ızdıraptır hem de kötülüğün (bâtılın) zeminidir. İnsanoğlu yitirdiği birliğe kavuşmanın özlemi içerisindedir. Ahmet Hamdi Tanpınar pek meşhur şiirinde, “Ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında; yekpâre, geniş bir ânın parçalanmaz akışında” derken Araf’ta kalmış insanlığın yitirilmiş birliğine hasreti dile getirmektedir. Tanpınar bir başka şiirinde ise “Azapta bir ruh gibi gıcırdıyor durmadan” demektedir ki Araf’ta olmanın ya da yekpâreliğin yitirilmişliğinin ızdırabı söz konusudur hep. Yine meşhur bir hadis-i şerifse şöyledir: “Dünya, mü’minin zindanı, kâfirin cennetidir.”

Tanrı’nın hakikati tektir demiştik yukarıda. Kâfir sözcüğünün kökeni olan “küfr” örtme ve gizleme anlamına gelmektedir. Hakikati, saf ve tek hakikati perdelemeye yeltenmek şeklinde yorumlayabiliriz bunu. Küfr sözcüğünün İslamî kavramlaştırmadaki karşılığı ise “Cenâb-ı Hakk’a ortak koşmak” şeklindedir. Allah’ın birliğine ve tekliğine inanmayana “kâfir” deniyor.

Şu halde dünya hayatındaki problemleri en aza indirgemenin yolu parçalılık içindeki kısmî bütünleşmelerdir.

Apaçık anlaşıldığı üzere bütün mesele insanlığın hem iç dünyasındaki hem de dışındaki parçalanmışlığıdır. Bu itibarla da dünya hayatı kâfirin (hakikati gizleyenin ve birliğe muhalefet edenin) cennetiyken, yekpârelikten yana olan mü’minin de zindanıdır. Arvâsî bu nedenle “bizim için dünyanın ilk görünüşü parçalanmış üç boyutlu bir madde kaosudur” demektedir. Çünkü kaos, yıpratıcı karmaşadır. Kaosun mekânında huzur yoktur. Hasretini çektiğimiz cennet ise bütünselliğin mekânıdır. Tanpınar şiirlerinde “zamanın aralığı” ifadesine vurgu yapmaktadır ki bundan kasıt yine Araf’ta kalmışlık veya perdeyi aralama iştiyakıdır. Hangi perde? Örten ve gizleyen perde!

Kâinat her haliyle parçalanmış olduğuna göre, birliğe-bütünlüğe muhalif kâfirler elbette ki bölünmüş dünya hayatını kendilerinin cenneti olarak benimseyeceklerdir. Müslümanlık, insan tekinin mümkün mertebede süflî özelliklerden arınması, mümkün olduğu derecede ulvî özelliklerle donatılması sürecinin bir parçasıdır; öyle ki Nurettin Topçu’nun söylemiyle, insanlığın yükselişi, ilahî iradeye katılmaya götüren yolda ilerleyiştir. Türk düşünce adamı Nurettin Topçu buna “sonsuzluğun iradesi” demektedir.

Şu halde dünya hayatındaki problemleri en aza indirgemenin yolu parçalılık içindeki kısmî bütünleşmelerdir. Gerçekçi olmamız gerekirse, büyük patlamayla oluşmuş evrenimizde parçalanma ilkesini yok farz edemeyiz. İnsanlar bir tek ümmet idi lâkin başlangıçta böyleydi. Dünya hayatının kargaşasında bizler başlangıca geri dönüş yapamıyoruz. İspanyol yazar Federico Garcia Lorca’nın “Kanlı Düğün” adlı eserinde belirttiği şekliyle, insan var oldukça kavga sürecektir. Habil ile Kabil’in başlattığı kavgadır bu. Başlangıçtaki bütünlüğe geri dönüşün mekânı dünya değil de cennettir. Peki ama parçalanmışlık içindeki kısmî bütünleşme neyin nesidir? Yahut şöyle soralım: İlahî iradeye katılmaya götüren yolda ilerleyiş nasıl olacaktır? Nurettin Topçu “Millette İrade” başlıklı makalesinde bu soruyu şöyle cevaplıyor: “Allah’a yönelen insan iradesinin dinlendiği durakların birisi millettir. (İradenin Dâvası, sayfa 30, Dergâh Yayınları, İstanbul 1998)” Topçu’ya göre, millet şeklindeki toplumsal birliktelik, fenafillah sırrının ilk denemesinin yapıldığı âlemdir. Bu âlem bizim için soyut olarak Türklük âlemidir ve somut olarak da Türkiye coğrafyasıdır. “Ruhumuzda barınan ve onu kendinden çıkararak Allah’a doğru ilerleten kuvvetler,” diyor Topçu, “millet mukaddesatı halinde bizim dışımızda vücut kazandılar. Böylece millet hem bizde hem de bizim dışımızda vücut kazandı. Milletin vücudunu teşkil eden realite böylece ruhumuzdaki millet idealinden doğdu.” Bizim dışımızda vücut kazanmış olan kuvvetler, Türk kimliğini doğurmuştur.

ANADOLU’DAKİ SÜKÛNET

Allah’a yönelen insan iradesinin dinlendiği duraklardan birisi olması itibarıyla Türk kimliği kendi muhitimizin hem bedenidir hem de elbisesidir. Biz buna “Türk milleti” diyoruz. Muayyen bir toplum olarak müşterek irademiz Türk milleti kimliğiyle kendini yansıtırken Türkiye coğrafyasını durak edinmiştir. Tarih boyunca sürüp giden göçlerin durduğu yer Türkiye’dir. Farklı etnik gruplar Türkiye adını verdiğimiz Anadolu topraklarında sükûnet bularak kaynaşmışlardır. Nurettin Topçu bu sükûn bulmayı şöyle tanımlıyor: “Millet fizik ve sırf mekânî bir unsur değil ancak zaman içinde tasavvur edilen dinamik bir varlıktır. (İradenin Dâvası, sayfa 32)” Dinamik varlık olarak Türk milleti Anadolu topraklarındaki sükûnetiyle enerjisini devşirip yaratıcı hayat hamlesini gerçekleştirme imkânına kavuşmuştur. Böylelikle de Allah’a yönelen iradesini perçinlemiştir.

Müslüman düşünürlerinden İbn Rüşd, birlikteliğin zaruretini izah ederken şu ifadelerle meramını anlatıyor: “Zira bir neviden olan iki failden tek-tip bir fiil vücuda gelmeyeceğinden, ikisinin birlikte yapacağı iş ve idare sonunda şehrin (ve devletin düzeninin) bozulması zaruri olmak lâzım gelir. (Felsefe-Din İlişkileri, sayfa 165, İbn Rüşd, Dergâh Yayınları, İstanbul 2012)”

Sözü eğip bükmeden özetleyecek olursak, birden fazla failin bulunduğu mekânda sükûnet ve dinamiklik sekteye uğrayacaktır ki toplumsal bölücülük dediğimiz şey budur işte. Türkiye’nin bütünlüğünü muhafaza etmesi bu bağlamda hayatî bir gerekliliktir.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir