Görüşler

Osmanlı’daki gerilemeyi ilk bürokratlar gördü

Osmanlı’daki gerilemeyi ilk bürokratlar gördü

Osmanlının ıslahat metinleri üzerine çalışan Binghamton Üniversitesi’nden Alp Eren Topal, yakın zamanda kitap haline getireceği tezinde, konuyu 17’nci yüzyıldan itibaren incelemeye başlıyor. Topal “Osmanlı’nın gerilediği argümanını ilk öne sürenler bürokratlardı. Kanuni’nin ölümünden sonra nizam-ı aleme halel geldiğini yazıyorlardı” diyor.

İNCİ DÖNDAŞ / İSTANBUL

Alp Eren Topal, Osmanlıların 'biz nerede hata yaptık' temalı ürettikleri ıslahat metinleri üzerine çalışan bir isim. 2009'da Bilkent Üniversitesi Amerikan Kültürü ve Edebiyatı Bölümü'nü bitiren Topal, sonrasında aynı üniversitede siyaset biliminde doktora yaptı. 16. yüzyılın sonları yani aşağı yukarı Kanuni'nin vefatından 1876'da Kanun-ı Esasi'nin ilanına kadar Osmanlı'da reform tartışmalarının dönüşümünü, Osmanlı bürokratlarının reformu tanımlamak için kullandıkları kavramları tezine konu eden Topal "Mesela 17. yüzyılda 'nizam-ı aleme halel geldiğinden' ve ıslah gerektiğinden bahsediyorlar. 18. yüzyıl sonunda ihtilal ve tecdid, yani çözülme ve yenilenmeden, 19. yy başlarında tanzim yani yeniden düzen vermeden bahsediyorlar. 1850'lerde ise tedenni ve terakki merkezi kavramlar haline geliyor, yani alçalma/gerileme ve yükselme/ilerleme. Her dönemde bozulmanın nasıl anlaşıldığı, faturanın neye ya da kime kesildiği, İslam geleneğinden hangi kaynaklara referans verildiği, reformun nasıl kurgulandığı, siyasi reform ile İslam arasındaki ilişkiyi ve benzeri problemleri inceliyorum. Bu problemler üzerinden sekülerleşme, batılılaşma, İslamlaşma gibi çok tartışılan problemlere taze cevaplar getirmeye çalışıyorum" diyor. Tezini İngilizce kitap olarak yayımlayabilmek için Almanya’nın Gerda Henkel Vakfı'na yaptığı proje başvurusu kabul edilen Topal, şu an Binghamton Üniversitesi'nde tezini geliştirerek kitaplaştırıyor. Topal ile konuştuk...

Çalışmanızda 16'ncı yüzyıl sonlarına doğru Osmanlı'da reform tartışmalarının dönüşümünü ele alıyorsunuz. Neden bu konuyu seçtiniz?

Doktoraya kabul alındığımda güncel siyasete dair konular çalışacağımı zannediyordum ama doktora dersleri sürecinde ilgim daha ziyade siyasi düşünce tarihçiliğine kaydı, özellikle de Osmanlı-Türk düşünce tarihine ve 19. yüzyılda terakki kavramı üzerine çalışmaya karar verdim. Terakki kavramının Batı düşüncesindeki progress (ilerleme) kavramının tercümesi olduğunu biliyoruz ama Osmanlı’nın farklı siyasi aktörleri için bu kelime ne ifade ediyordu? İlerleme kavramı ile karşılaşmadan önce Osmanlı siyaset adamları tarihi nasıl kavrıyor ve kavramsallaştırıyorlardı? İlerleme kavramıyla karşılaştıktan sonra bu kavrayış nasıl bir dönüşüm geçirdi? Bu sorularıma cevap bulmak için daha geriye gitmem gerektiğini fark ettim Bu sebeple önce Nizam-ı Cedid dönemine dönüp bu dönemin ıslahata dair tartışmalarında kadim ile cedid arasında nasıl bir ilişki kurulduğunu anlamaya çalıştım. Ama bunu anlayabilmek için de Osmanlı’yı Nizma-ı Cedid’e vardıran saikleri, yani ıslahat ve de gerileme kavramının da gelişimini araştırmam gerekti. Böylece başlamayı hedeflediğim Tanzimat’tan 200 yıl önceye Kanuni sonrası Osmanlı siyasi düşüncesine kadar rücu etmiş oldum. Tabii bu kadar geniş bir çerçeveyi ele almaya kalkınca, beş senede ancak altından kalkabildim.

18-02/23/asd.jpg

 

 

 

Peki bu gerileme kavramını açabilir misiniz?

Aslında bu konuda ciddi bir literatür de birikmiş durumda. Son 30 yıldır Osmanlı tarihçiliğinde gerileme paradigması eleştiriliyor, Osmanlı’nın aslında her anlamda gerilemediği, siyasi, idari ve ekonomik dönüşüm geçirdiği ve bu dönüşümlerin Osmanlı’nın çağdaşı olan diğer imparatorluklar ve devletlerle paralellikler gösterdiği, gerilemenin ancak askeri yenilgiler zaviyesinden bir anlamı olabileceği öne sürüldü. Ama yine de bu şu gerçeği değiştirmiyor: Osmanlı’nın gerilediği argümanını ilk öne sürenler de yine Osmanlı bürokratlarıydı. Özellikle 16. yüzyıl sonlarında Kanuni Sultan Süleyman’ın vefatının ardından bir takım iyi eğitimli Osmanlı katipleri birbiri ardına nizam-ı aleme halel geldiğinden yani sosyal düzenin bozulduğundan şikayet eden risaleler kaleme alıyorlar. Gelibolulu Mustafa Ali, Koçi Bey, Katip Çelebi bunların en meşhurları. Sonradan gelen Osmanlı bürokratları da bu risaleleri okuyorlar ve referans alıyorlar. Ben de bu yüzden 16. yüzyılın sonlarına kadar geri giderek çöküş ve ıslahat tartışmalarının nasıl ortaya çıktığını görmeyi ve tezimi bu noktadan başlatmayı seçtim. Neden Osmanlı bürokratları yaşadıkları dönüşümü bir bozulma ve çözülme olarak okudular? Ve bozulmadan bahsederken hangi ideal düzeni ve hangi fikri kaynakları referans alıyorlardı?

Reform tartışmaları 16'ncı yüzyıldan 19'uncu yüzyıla kadar nasıl bir gelişim göstermiş?

Mesela Kanuni’nin vefatı sonrasında bürokratlar nizam-ı aleme halel geldiğinden dem vururken çok spesifik bir şeyden bahsediyorlar. Bu dönem Osmanlı’da ciddi ekonomik ve idari problemlerin yüz gösterdiği bir dönem: Tımar sisteminin ve devşirme sisteminin yavaş yavaş terkedilişi; ulemanın, yeniçerilerin ve paşa hanelerinin ciddi anlamda ekonomik ve siyasi sermaye sahibi oluşları; iklim dengesizlikleri, demografik değişiklikler ve idari sorunlar nedeniyle Anadolu’da kırsal yaşamın büyük oranda sekteye uğrayışı ve bunun sonucunda 17. yüzyıla damgasını vuran Celali isyanları. Osmanlı katibi bu çalkantıları tek bir şekilde tasvir ediyor: Nizam-ı aleme halel geldi. Peki nedir nizam-ı alem diye sorduğunuzda ise yine çok net bir cevap alıyorsunuz: Israrla tabakalar arasında geçişliliğin çok arttığını askerin esnaflaştığını, esnafın berat satın alarak yönetici sınıfa geçtiğini, hasılı insanların sosyal konumlarını aştıklarını vurguluyorlar. İçlerinden birinin ifadesiyle: “Heman bir alış viriş dünyası olmuş” yani her şey, makam mansıp iktidar parayla alınır satılır hale gelmiş. Aslında bir yerde değişimin semptomlarını sorun olarak okuyorlar. Buna karşılık da ıslahı yani Kanuni, yahut bazen de Fatih döneminde var olduğunu inanılan ideal düzene dönüşü vazediyorlar. Eli ağır bir iktidar sahibinin zuhur edip şiddet yoluyla bu toplumsal karmaşaya dur demesi gerektiğini düşünüyorlar. Bu çağrıların idarede karşılık bulduğunu söylemek zor. IV. Murad gibi padişahlar korku ve şiddet temelli siyasetleriyle topluma nizam vermiş gibi görünseler de az önce zikrettiğimiz dönüşüm süreci tüm hızıyla devam ediyor. 17. yüzyılın ikinci yarısı ve 18. yüzyılın başında ise Katip Çelebi’den Naima’ya nizamın çözülüşüne daha farklı bir yaklaşım görüyoruz. Bu dönemde sınıfsal geçişlilik temel bir sorun olmaktan büyük oranda çıkmış görünüyor ve Osmanlı’nın 'duraklayışı' daha geniş bir perspektiften özellikle de İbn Haldun’un Mukaddime’sine referansla açıklanmaya başlıyor. Haldun insan topluluklarının göçebelikten (bedevilik) şehir hayatına (hadarilik) geçişlerine ve bu süreçte devletlerin kuruluş ve yıkılışına dair dinamikleri bir döngü olarak izah ediyor. Göçebe toplumlar egalitaryen, dinamik ve savaşkandırlar, şehir hayatına geçişte sosyal hayat tabakalaşır, iş bölümü hakim olur ve bir hiyerarşi kurulur. Tabii bu süreçte zenginlik artar ve dinamizm ve savaşkanlık kaybedilir. Her devlet bu süreci gençlik, olgunluk ve yaşlılık ve ölüm diyebileceğimiz evrelerden geçerek tamamlar ve sonunda yeni bir göçebe kavim gelerek mevcut devleti yıkar ve yenisini kurar. Naima meşhur tarihinin girişinde Osmanlı’nın 300 yıllık tarihini Ibn Haldun’un şemasıyla açıklıyor. Yine de bu şema Osmanlı bürokratı için hazmı zor bir mesele. Zira bu şemaya bakılırsa Osmanlı eninde sonunda çöküp gidecek olmalı. Osmanlı saltanatını devlet-i ebed-müddet yahut devlet-i ebediyyü’l-karar yani sonu gelmeyecek saltanat olarak düşünmeye alışmış bir bürokratik kültürün bu ihtimalle yüzleşmesi zor. Mesela 1700lerin başında Ibn Haldun’u ilk defa olarak Türkçeye tercüme eden Pirizade Mehmed Sahib Efendi’nin Ibn Haldun’un 'Bir devletin ömrü azami 120 yıl, belki biraz daha fazladır' hükmünü verdiği yere derkenar düşüp biraz da kibirle 'Ama bakın Devlet-i Aliyye 300 yıldır ayakta' diye müdahale etmek ihtiyacı hissediyor. 18. yüzyıl sonlarına geldiğimizde ise artık çöküş ve çözülme çok acil bir sorun ve Osmanlı’nın bekasından artık ciddi anlamda şüphe duyuluyor. Özellikle Ruslar karşısındaki ağır yenilgiler ve Kırım’ın kaybı çok ciddi özeleştiri metinleri doğuruyor ve bu metinlerin bazılarında Osmanlı’nın çöküşü kader ve cüz-i irade tartışması ekseninde gerçekleşiyor: Çöküş mukadder midir yoksa insan iradesi ile yani ıslahat ile aşılabilir mi? Üçüncü Selim de tahta geçtiğinde divan Mensubu bürokrat ve mollalardan ıslahata dair fikirlerini yazmalarını istiyor. Bu layihalarda bir yandan 100-150 yıllık çöküşten şikayet ediliyor bir yandan da yeni bir nizamdan bahsediliyor. Ama dönüp bu yeni nizamın kadim nizamın ihyasından ibaret olduğu ifade ediliyor. Burada kilit kavram tecdid yani yenilenme. Özellikle askeri organizasyonda Batı'nın taklit edildiği bir gerçekse de askeri ıslahatlar ile amaçlanan şey yine devlete ve topluma sultanın tek gerçek muktedir olduğu bir siyasi düzeni geri getirmek. Yani askeri teknoloji ve idari pratiklerde bir innovasyon arayışı söz konusu ise de bunlar siyasi olarak arzulanan şeyin modelinin yine geçmişte yattığı gerçeğiyle çelişmiyor. Zira 18. yüzyıl sonunda saltanatın iktidarı ciddi anlamda zayıflamış durumda, yeniçeri ve ulema ittifakına ek olarak, bir de Ali Yaycıoğlu’nun imparatorluğun ortakları diye adlandırdığı ayanların yani taşralı derebeylerinin ciddi yükselişine şahit oluyoruz. Osmanlı siyaseti sultanın hükmünün geçerli olduğu bir rejimden, ciddi anlamda karmaşık ve de kurumsallaşmış, taşraya ve çeşitli aktörlere yayılmış bir iktidar ortaklığına evrilmiş durumda. Bir zaviyeden bunun iyi bir şey, görece bir demokratikleşme, aşağıdan yukarı bir iktidar hareketi olduğu düşünülebilir ki yeni nesil tarihçiler arasında bu tür argümanları dile getirenler var. Mesela Baki Tezcan, neden İngiltere’de kralın katli tarihe ilerlemenin bir alameti olarak kaydedilirken Osmanlı’da sultanın halli gerilemenin işareti olarak yazılıyor diye soruyor. Bu tür sorular üzerine düşünmek tarihi ve siyaseti nasıl algıladığımıza dair çok önemli ipuçları sunuyor bize. Ben de nizam-ı cedid layihalarını bu gözle okudum. Bu layihalar yine klasik Osmanlı İslam düşüncesinin kaynaklarını referans alarak içinde bulundukları durumu bir çöküş olarak kavrıyorlar. Yine Ibn Haldun önemli bir referans kaynağı. Mesela layihalardan birinde Osmanlı’nın zayıflayışı yine şehir hayatına geçişle izah ediliyor. Biz bedevi iken iyiydik hoştuk, ama şehirlere yerleşeli yoldan çıktık, lükse düşkünlük baş gösterdi, Sultan seferlerde ordunun başına geçmeyi bırak saraydan çıkmaz oldu, ahlaki zaaflar zuhur etti, İstanbul’a büyük binalar inşa edip içlerine geçtik oturduk, iyice rehavete kapıldık diye sayıp döküyor müellif. Sonra da çözüm olarak Sultan’ın en azından her mevsim başka şehirde ikamet ederek tekrar görece bedevi bir hayata dönüşünü salık veriyor. Dönemin layihalarına genel olarak devlet adamlarının ve şehir halkının ahlaki çöküşü teması hakim: Rüşvet, adam kayırma, işi ehline vermeme, divanda bürokratların sultana hakikati söylemekten çekinmesi vs. III. Selim’in Nizam-ı Cedid’i başarısız oluyor ve bir yeniçeri ayaklanmasıyla önce tahttan indirilip sonra da katlediliyor. Burada ıslahatın başarısızlığını salt yeniçeri muhalefetiyle açıklamak kolay olsa da, Nizam-ı Cedid taraftarlarının da ıslahatları planlama, icraat ve halka anlatma noktasında ciddi zaafları olduğunu görüyoruz. Mesela yeni orduyu finanse etmek için kurulan hazine için yeni kaynaklar bulunamıyor ve yeni vergiler ve mevcut kaynakların bu hazineye aktarılmasıyla ıslahatların yükü ciddi anlamda İstanbul ve taşranın ziyadesiyle fakirleşmiş halkının sırtına biniyor. Yenebilecek kalitede ekmek bulmanın bile en büyük sıkıntılardan biri olduğu o dönemde bu tür politikalar haliyle gerginlik yaratıyor. II. Mahmud, III. Selim’in yapamadığını yapıyor ve 10-15 yıllık bir süreçte hem ayanları hem de yeniçerileri tasfiye ediyor. Vakıfları elinden alarak ulemanın da özerkliğine son darbeyi vuruyor. Ama bu tasfiye sürecinin de faturası yine Osmanlı tebaasına kalıyor. Aşırı yoksulluk problemi bir yana, zorunlu askerliğe geçiş sürecinde özellikle de Müslüman halkın evlatlarını bazen 10 yılı aşan müddetler için askere vermeye ikna edilmesi süreci gayet kanlı oluyor. Lise tarih derslerinde sadece siyasi sorunlarla hatırladığımız bu dönemin aslında Osmanlı tebaası için ne kadar sancılı olduğunu bilmiyoruz, zira popüler tarihçilikte bunlar yazılmıyor. Gültekin Yıldız’ın bu süreci anlattığı kitabı mutlaka okunmalı: Sayıları yüzbinleri bulan yeni neferlerin mobilizasyonu sürecinde askerlerin neredeyse yarısının istihkam problemleri, açlık ve salgın hastalıklar sebebiyle kırıldığını ortaya koyuyor. Zorunlu askerliğin büyük oranda Müslüman tebaa ile sınırlı olmasının Müslüman tebaa için uzun vadede yarattığı ekonomik darboğaz da cabası. Genç Müslüman erkekler askerde yıllarını harcarken çift çubuk sahipsiz kalıyor. Bazı tarihçiler bu süreçte Müslüman nüfusun neredeyse onda bir oranında azaldığını kaydediyorlar. Halk nezdinde II Mahmud’un gavur sultan imajı ve Mısır’dan kalkıp gelen Kavalalı Mehmed Ali Paşa’ya yer yer gösterilen teveccüh ıslahatların bu boyutu düşünüldüğünde anlam kazanıyor. Bir yandan yükünü halkın sırtlandığı bir ıslahat süreci, bir yandan da görünüşte 'batılılaşan' bir devlet (devlet memurlarının sarık yerine fes giymeye bu dönemde başladığını hatırlayalım). Tanzimat fermanını da bu bağlamda okuyorum ben: Islahatların icrası sürecinde ve korku siyaseti neticesinde devlet ile toplum arasında doğan güvensizliğe bir cevap. Halka adalet, refah ve güvenlik vadediyor Tanzimat ve saltanat böylece meşruiyetini geri kazanmaya çalışıyor. II. Mahmud’un hışmı karşısında sıtkı sıyrılmış ve kendi saflarından ciddi kayıplar vermiş merkez bürokrasisinin Tanzimat’ın ilanındaki rolü de unutulmamalı. Tabii burada ironik bir durum da söz konusu: 18. yüzyıldan itibaren nizam arayışı içinde devamlı güçlü bir sultan arzusuyla yanıp tutuşan ıslahatçı bürokrasi, iktidarı tamamen tekeline almış bir sultanın sultası altında bu sefer Tanzimat’a koşuyor.

Tezinizde siyasi reform ile İslam arasındaki ilişkiyi de değerlendiriyorsunuz. Nasıl bir ilişki bu?

Osmanlı tarihçiliğinde İslam ile siyasi reform arasındaki ilişki çok az tartışılmış. Ben biraz radikal bir yaklaşımla mesela nizam-ı cedid dönemi reform tartışmalarının aslında söylem seviyesinde İslam’ın ve Müslümanlığın yeniden tanımlandığı bir süreç olduğunu iddia ediyorum. Tecdid kavramından bahsettik mesela o dönemde bu kavramın seçilmesi çok manalı ve bilinçli bir tercih. Zira reform karşıtları yenilikleri bidat olarak kodluyor ve karşı çıkıyor. Buna karşılık ıslahatçılar da yapılanın bidat değil tecdid olduğunu söylüyor. Tecdid ne demek: Bir bürokratın ifadesiyle dinin bidatten temizlenmesi. Burada bir hadise atıf var: 'Allah her yüzılın başında bu ümmet için dinini yenileyecek birini gönderir.' Bazı bürokratlar bu hadise atıfla İslam’ı bidatlerden temizleyip yenileyecek biri gerektiğini ve III. Selim’in bu kişi, yani müceddid olduğunu iddia ediyorlar. Tabii Selim katledilince bu iddia çöküyor ama II. Mahmud başarılı olunca bu sefer bir başkası bu sefer yeni bir hesap yaparak asrın müceddidinin aslında II. Mahmud olduğunu savunuyor. Lakin bu tür söylemlerin reform karşıtları nezdine pek de karşılık bulmadığını görüyoruz. Daha Üçüncü Selim’den önce I. Abdülhamid döneminde Rus seferinin başarısızlığı karşısında bir yeniçeri tarafından Sultan'a ihtar babında yazılmış bir ufak muhtırada mesela yazar müceddid kavramını eleştiriyor ve sultanı ve devlet ricalini gerçek Müslümanlar olmamakla suçluyor. Yine Nizam-ı Cedid’in en gergin zamanlarında dönemin tarihini yazmış bir medreseli bir İstanbul sakininin 'Bu devlet ne Devlet-i Aliyye ne Devlet-i Osmaniye’dir, bu devlet Devlet-i Muhammeddiye’dir' diye çıkıştığını görüyoruz. Yani açıkça tarafların gerçek İslam’ı temsil etme davasıyla hareket ettiklerine ve birbirlerinin Müslümanlığını sorguladıklarına şahit oluyoruz. Tabii ki burada açıkça İslam siyaseten araçsallaştırılıyor ama bu o döneme has bir durum da değil; tarih boyunca İslam’ın siyasi mücadele aracı olmadığı hangi dönem gösterebiliriz ki? Yine bu dönemde reformcu bürokratların 17. yüzyıldakinin aksine çok daha fazla şeriate vurgu yaptığını görüyoruz. Bu bir yerde reform karşıtlarını susturma amacı güdüyor ama bir yandan da yeni bir şeriat anlayışına işaret ediyor. Zira görebildiğim kadarıyla şeriatten kasıt dar anlamıyla İslam hukuku değil; daha ziyade 'İslam’ın vazettiği soyut ahlaki prensipler' kastediliyor. Mesela devlet iktidarına kayıtsız şartsız itaat başta olmak üzere çalışkanlığa, şahsi ahlakta istikrara, disipline ve tasarrufa vurgu yapılıyor. Bu söylem bir yandan mevcut Osmanlı siyasi kurum ve uygulamalarının ahlaki eleştirisini yapmaya izin veriyor; Osmanlı’nın aslında İslam'dan saptığı öne sürülüyor. Bir yandan da İslam’ı tarihsel ve somut pratikler bütünü olarak değil de soyut ahlaki prensipler olarak kodladığınızda Batı’nın belli teknoloji ve pratiklerinin ithalini, bu prensiplerle uyuştukları derecede meşrulaştırmanız mümkün hale geliyor. Mesela kışlada batı tipi düzenli talim ile beraber beş vakit namazın cemaatle kılınmasının düzenlenmesi: İkisi de askerin disipline edilmesi ve kışla dışında bir şeyle iştigalinin önünün kesilmesini amaçlıyor. Tanzimat’a da bir yerde bu mantık hakim. Fermanda şeriatten sapmanın çöküşe sebep olduğu vurgulanırken, yapılan düzenlemelerin eski düzenin tağyir (değiştirme) ve tecdidi olduğu ifade ediliyor. Tanzimat’ın vadettiği, adalet, refah, adil vergi, güvenlik ve zorunlu askerliğin kolaylaştırılması gibi maddeler de şeriatin gereği olarak vaz edilmiş oluyor.

Peki bu durumda sekülerleşmeyi nereye koyacağız?

Yakın zamana kadar Osmanlı’nın 18. yüzyıl sonundan itibaren sekülerleştiği sorgulanmadan kabul edilen bir şeydi. En temel anlamıyla bu süreçte Osmanlı siyasetinde dinin rolünün geri plana düştüğü düşünülüyordu. Ama söz konusu olan daha farklı bir değişim. Devlet, tebaa ve din arasındaki ilişkinin değiştiğini görüyoruz. Bürokrasi din söylemi üzerinde tahakkümü ve tekeli hedefliyor, ulema toplum üzerindeki dini iktidarını kaybediyor, muhalefet devleti bidatle itham ediyor. Hülasa İslam’ın ne olduğu açık bir tartışma konusu haline geliyor ama bu aynı zamanda İslam’ın belki hiç olmadığı kadar kamuya mal olması demek. Tabii bu süreçte kaçınılmaz olarak İslam yeniden yorumlanıyor, yeniden tanımlanıyor, belli yorumlar ve belli kaynaklar ön plana çıkarılıyor, bazı diğer kaynak ve yorumlar arka plana itiliyor. Mücadelenin neticesini hangi tarafın 'gerçek' İslam’ı savunduğu değil maddi süreç belirliyor ama mücadeleden galip çıkan tarafın savunduğu İslam hakim oluyor. Diğer alternatifler ise yer altına iniyor. Mesela Nakşibendiliğin Müceddidilik olarak bilinen kolunun III. Selim ve II. Mahmud’un reformlarına ciddi destek verdiğini görüyoruz. Nitekim yeniçeriliğin ilgasından sonra Bektaşilerin sahipsiz kalan varlıklarının bir kısmı Nakşilere devrediliyor. Ama bir 30 sene sonra Islahat Fermanı’na tepki olarak 1859’da bir Nakşi şeyhinin liderliğinde bir takım devlet ricali ve askerin şeriattan sapmakla suçladıkları sultana darbeye kalkışıyorlar. Tabi ki mevzuyu biraz basitleştirerek anlatıyorum ama genel hatlarıyla Türkiye halkına tanıdık geleceğini düşündüğümden, biraz da kasıtlı olarak yapıyorum bunu. Bu durumda sekülerleşmeyi tamamen reddetmesek de niteliğini ve niceliğini, hangi anlamda sekülerleşme süreçlerinin işlediğini sorgulamamız gerekiyor. Batı tarihçiliğinde bu çoktan yapıldı. Aydınlanma sürecinin basit anlamda bir sekülerleşme anlamına gelmediği ama dinin farklı şekillerde siyasallaştığı ve toplumsallaştığı ortaya kondu. Bizim de bu türden bir sorgulamaya ihtiyacımız var kanaatindeyim. Osmanlı’daki süreci İslami modernleşme yahut İslam’ın siyasallaşması olarak tanımlayanlar da var ama daha önce de ifade ettiğim gibi İslam her zaman siyasaldı, belki reform sürecinde bu siyasallık daha şiddetli bir şekilde tecelli etti. İslami modernleşme olarak tanımlamak da problemli zira bu modernleşme sürecinde İslam’ın da yeniden yorumlandığı gerçeğini es geçiyor.

Terakki bu tartışmalarda nereye oturuyor?

Terakki Osmanlı siyasi lügatine 1830larda giriyor ve 1876lara kadar merkez bürokrasisinin dilinde ağırlıklı olarak ekonomik kalkınma ve eğitimin yaygınlaşması anlamlarında kullanılıyor, yani aslında günümüzde kullandığımız anlamıyla kalkınma dersek hata etmiş olmayız. Namık Kemal gibi bir iki istisna dışında terakkinin Batı'da olduğu gibi soyut ve ilerlemeci bir tarih anlatısına dönüştüğünü görmüyoruz. Ama Kemal’de bile bu geçmişin topyekûn reddi anlamına gelmiyor; o da yine terakkiyi İslam’ın vaz ettiği bir şey ve İslam toplumunun ihyası için bir araç olarak görüyor.

18-02/23/ekran-alintisi-1519340855.JPG

 

 

 

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir